Modernizm ve İnsanın Ölümü

untitled-1

 

MODERNİZM VE İNSANIN ÖLÜMÜ

 

Ölüm, yaşamın içinde deneyimlenebilir bir durum olmasa da onu her konuştuğumuzda kaçınılmaz olarak yaşamı konuşuyor buluruz kendimizi. Bu nedenle ölümü konuşmak hayatı konuşmak demektir. Yaşam ve ölüm arasındaki bu geçişkenliğe Jung, “ölüm kaygısının temelinde yaşama korkusu vardır” diyerek işaret eder. Yaşam ve ölümüm bu iç içe geçmişliğini belki de en iyi Heidegger ifade eder. Ona göre “biyolojik olarak yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasına karşın psikolojik olarak iç içedirler. Ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır”.

 

Toplumsal her değişim ve dönüşüm değer yargılarında da başkalaşmayı beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla incelenen husus ne olursa olsun zamanın hâkim algıları çerçevesinde bir değişim içine girmektedir.

 

Ölüm konusunu mümkün olduğunca “nesnel gerçeklik” bağlamında ele almak gerekir. Aksi takdirde “sübjektif bir gerçeklikle” karşılaşmamız kaçınılmaz olur. İçinde yaşadığımız modern zaman, ölüm kavramını kendi nesnel gerçekliğinden koparıp vakıaya uyumlu hale getirmiştir. Ölümü fiili ve olgusal olarak mağlup edemeyen modern insan, ancak ölüm düşüncesini etkisizleştirmeye, unutturmaya ve insanı rahatsız etmeyecek bir duruma indirgemeye çalışmıştır. Madem yenemiyorum o halde görmezden gelmeliyim, refleksini geliştirmiştir. Oysa ölüm, tarih ve toplum içinde akan gümrah bir nehir gibidir. O nehirde yıkanmayan kimse kalmamıştır ve kalmayacaktır. Bu kadar somut ve bu kadar göz ardı edilen…

 

Her ne kadar ölüm kavramını kendi nesnel gerçekliği içinde ele almak en doğru yöntem olsa da modern paradigma ve ölüm ilişkisini ele almakta önemlidir. Zira insanlık tarihinde en ciddi kırılmalardan biri olan Modernizm, ölüm ve ölüme ilişkin hemen her şeyi yadsımakta ve onu ciddiye almıyor gibi görünmektedir. Oysa modern zamanlardan önce, geleneksel toplumlarda ölümün oldukça merkezi bir konumu söz konusuydu.

 

Geleneksel toplumlarda ölen her insan bir anlama tekabül ederdi. Çünkü yaşayan herkesin hayat içinde bir karşılığı söz konusuydu. Her yaşam biricikti ve yeri doldurulmazdı. Modern zamanlarda ise ölümler tamamen istatistikî bir değere indirgenmiştir. İstatistiğin dışında birey veya grupların ölümünün hiçbir değeri kalmamıştır. Salt bir haber konusudur ölümler. Haberlere mevzu olan ölümler ise yaşanan vakıanın gerçekliği ile ilgili olarak izleyicinin kafasında bir yanılgı oluşturur. Ekranlardan yansıyan ölüm haberleri ölüm ve gerçeklik ilişkisini zedelemekten başka bir işlev görmemektedir.

 

Ölüm olgusu dışımızda bir hakikat olarak varlığını hep devam ettirse de zamanın hâkim düşünceleri açısından sürekli farklı biçemlerde anlamlandırılmıştır. Bu durum salt ölüm kavramıyla sınırlı değildir. Bir bütün olarak yaşamın kendisi sürekli biçimde değerler değişimine maruz kalıyor.

 

Modernitenin hayata hâkim olmasıyla insan ve insana dair her şey ciddi bir kırılmaya, alt-üst oluşa kısaca bir yapı bozumuna uğradı. Çünkü modernite insanlık için yeni ve çok farklı bir olgudur.

 

“modern toplumun emsalsiz karakteri şu şekilde tasvir edilebilir: eğer bütün insanlık tarihini tam bir gün olarak telakki edersek, bu tam günün 23 saatten fazlasını avcı ve toplayıcı toplumlar olarak yaşadık. Tarım ve hayvancılık devresi, gece yarısında dört dakikalık bir zamanı; şehir uygarlıkları ise üç dakikalık bir zamanı kapsıyor. Modern toplum, gündönümüne ancak otuz saniye kala doğmuştur” (1)

 

Daha sosyolojik bir ifadeyle modernite ile cemaat toplumundan cemiyet toplumuna geçildi. Alman sosyolog Ferdinand Tönnies, insanların yaşadıkları toplumsal süreçleri izah ederken bu iki kavramı kullanır. Toplumlar cemaat/Gemeinschaft yapısından cemiyet/Ge­sellschaft yapısına doğru tek yönlü bir seyir izlerler. Yani cemiyetleşen bir toplum tekrar cemaat yapısına geri dönemez.

 

Tönnies’in cemiyet/Ge­sellschaft kavramına yüklediği anlam ile modern toplum dinamikleri birebir örtüşmektedir. Toplum yapısındaki bu değişim, kurumları, ilişkileri, değer yargılarını, düşünüş biçimlerini, bilimin işlevini ve niteliğini köklü bir başkalaşıma uğrattı.

 

Modernizm ile birlikte artık bambaşka bir dünya ve bambaşka bir insan modeli vardır önümüzde. Modernleşme salt sanayileşme ile alakalı bir husus değildir. Modernleşme, dinin, metafiziğin, önemden düşürülmesi, düşüncenin aklileştirilmesi, aşırı bireyselliğine dayanır. Hazzı merkeze almayı ve bu hazzın üretimini salık verirken bunların devamını sekteye uğratacak her türlü yaklaşımı da mahkûm eder. Kısaca modernite, insanın inanabilme yetisine ve aşkın eğilimlerine yapılan bir saldırıdır ve tüketmeye aynı zamanda tüketirken tükenmeye yol açan çağdaş bir hurafedir.

 

Modern kültürün bu özellikleri göz önünde bulundurulduğunda ölüm düşüncesinin de aklileştirilmesi, geleneksel toplumlardaki başat rolünün gözden düşürülmesi ve hatta ölümün alt edilmeye çalışılması gerekmektedir. Zira modern dünyanın sınırsız zevkleri ile sınırlı/ölümlü hayat temel bir paradoksu teşkil eder. Her saniye öylesine farklı haz nesneleri tedavüle sokuluyor ki bütün bu dolaşımdaki hazlara yetişebilmek bir insan ömrünü oldukça aşan bir mahiyet kazanıyor.

 

İnsan fıtratında mündemiç olan sonsuz/ölümsüz yaşam hissiyatı kendisini en çokta modern zamanlarda dışa vurmuştur. İnsanlık ailesinin bilinçaltında yatan sonsuzluk özlemi Baudrillard’ın ifadesiyle gadget’lerin peşinde bilinç düzeyine çıkmaktadır.  Gadget, yeni ve eğlendirici, çoğu zaman da, faydalı bir işlevi olmayan nesne anlamına gelir. Geleneksel toplumlarda her nesne salt tekabül ettiği işleve yönelik bir rol oynardı. Modern toplumda ise artık nesnelerin işlevsel bir faydaları söz konusu değildir ve nesneler tamamen gösterge/imaj araçlarıdır. Bu anlamıyla “gadget’i tanımlayacak olan potansiyel yararsızlığı ve bileştirici oyuncul değeridir.” (2)

 

Artık insanlar gerçeğin ardında değil nesnelerin hem de gerçeklikle bütün bağını koparmış nesnelerin peşinde bir hayat sürüyorlar. Ve sahip oldukları konforu(!) hiçbir şeyin bozmasını istemeden…

 

Ölüm, modern toplumun huzurunu kaçıran belki de en temel problemdir. Modernitenin her şeye egemen olma dürtüsü ve yeteneği ölüm için geçerli olmayacaktır. Bu sebepten modern zihin üzerinde iktidar oluşturamayacağı ölümü ya geciktirerek ya da unutmaya çalışarak yaşamaya mahkûm olmuştur. Geçmiş toplumların ölümsüzlük arayışları modern çağla birlikte bilimsel bir hüviyette kazanmıştır. Gen bilimi gibi birçok yeni tıbbi alan ile gelişen yeni teknolojiler, kaybedecek çok fazla şeyi iyeliğinde bulunduran modern insanın ölümsüzlük özlemini dindirmek için canhıraş bir biçimde çabalamaktadır. Ama unutulmaya çalışılan ölüm düşüncesi tüm tekniği, ekonomiyi, konforu hâsılı modern insanın bütün hayat algısını ve dünyasını yıkacak ve ters yüz edecek güçtedir.

 

Bütün bu unutma girişimleri şimdiye dek bir sonuç doğurmamıştır. Modern insanın en temel psikolojik hastalıklarının başında hala ölüm korkusu gelmektedir. Zira insanın ölüme mecbur olma düşüncesi modern insanın tahammül edemeyeceği bir gerilimdir. Ölüm kaygısının kimlerde ve nasıl ortaya çıktığını büyük İslam filozofu İbni Sina şu şekilde açıklar.

 

“Ölüm duygusu şu kimselere arız olur:

 

1-      Ölümün hakikatte ne olduğunu bilmeyene.

2-      Nefsinin [ruhunun] nereye intikal edeceğini kestiremeyene.

3-      Bedeni inhilal edip [dağılıp] terkibi dağıldıkta zat’ı da inhilal edip nefsinin yok ve tamamıyla hiç olup kendisi mevcut olsun veya olmasın kendisinden sonra âlemin baki kalacağını zanneden kimseye ki, nefsin bekasını ve mead’ının [hedefi olan ahiret âleminin] keyfiyetin, bilmeyenlerin zannı budur.

4-      Ölüme tekaddüm [öncelik] edip çok kere ölümün hululüne [gelip çatmasına] sebep olan hastalıkların eleminden başka ölüm için ayrıca bir elem mevcut olduğunu zannedene.

5-      Öldükten sonra kendisine bir ukubet [çirkinlik] ve işkence edileceğine itikat edene.

6-      Öldükten sonra nereye gideceğini ve nereye ayak basacağını bilmeyip mütehayyir [şaşırmış] olana.

7-      Arkada bırakacağı mal ve miras üzerine teessüf eden kimseye”   (3)

 

İbni Sina’nın bu tafsili beyanından sonra modern insanı ölüm karşısında geleneksel toplum insanın direncinden geriye bıraktıran olgu nedir, sorusu kendiliğinden cevap bulmaktadır. Zira modern bilincin kişi de ortaya çıkan ölüm kaygısına dair sorulara verebileceği hiçbir cevabı söz konusu değildir. Haddi zatında modern bilincin üzerinde yükseldiği ratio/akıl bu tip kaygıları izale edecek bir gündemden ve imkândan ıraktır. Çünkü varlığını yadsıdığı, küçümsediği bir alana dair fikriyat serdetmesi kendisiyle çelişmesi anlamına gelir.

 

Modernite bireyin sahip olduğu tüm savunma mekanizmalarını elinden almıştır. Özgürleşme ve bireysel özerklik gibi mefhumlar ile kişi kendine ve dışına karşı tamamen savunmasız kalmıştır. Erich Fromm’un ifadesiyle “insan artık eskiye göre daha özgür ama daha yalnız ve daha savunmasız.” (4)

Modern algının karşısında Din, insan belleğindeki ölüm düşüncesinin normalleşmesini ve alışılabilir bir durum olarak algılanmasını sağlamaktadır. Dinden arındırılmış modern insan ise ölüm gerçeği ile savunmasız bir biçimde yüz yüze bırakılmıştır.

 

Yaşam ve ölüm arasındaki ilişki ilginçtir. Hangisi sebep, hangisi sonuçtur veya hangisi hangisini etkilemektedir? Bu sorunun ölüm veya yaşam kavramlarından birinin lehine diğerinin aleyhine verilecek bir cevabı yoktur. Yaşam, niteliğiyle ölümü ve hatta inananlar için ölümden sonrasını etkilerken ölüm ise sağladığı motivasyon ile hayatın disiplinize edilmesine ve daha işlevsel kullanılabilmesini sağlar.

 

Ölüm ve yaşam her ne kadar zıt şeylere denk geliyorsalar da bu iki var oluş boyutu ancak birbirleriyle anlam kazanıp bütünleşmiş oluyorlar. Yaşam ve ölümü birbirlerinden ayırmak insanı kendi içinde ve sosyal yaşamında parçalanmışlığa, bölünmüşlüğe sevk eder.

 

Modernlik ile gelen şey bütünüyle anlamın gitmesidir. Modern insan ölümü düşünmez. Bunun için hayatı anlamsızdır. Zira ölümün düşünülmesi ve ona hayatta belli bir yer verilmesi bireyde manevi değerlerin oluşmasını sağlar. Oysa modern insan ölümü düşünüp hayatı anlamlı hale getirmektense anlamsızlığı tercih etmektedirler. Max Weber’in deyimiyle “modern toplum etkin ve verimlidir ama anlaşılır ve anlamlı değildir.” Weber’in bu tespitine karşın bir başka sosyal bilimci Becker,  “insanların hayata daha az anlam yükleyerek de yaşayabileceklerini” ifade ediyordu. Oysa anlamdan hali bırakılmış bir hayat ölümden daha korkunç bir vaziyete bürünecektir. Cioran bu gerçeği şöyle ifade eder: “hükümsüz sırları biriktire biriktire, anlamsızlığı tekeline ala ala hayat ölümden faza ürküntü verir. Büyük meçhul odur.” (5)

 

Modern insan davranışlarının sonucuna göre bir yaşam sürmektedir. Haz, başarı, sevinç getiren her şey iyi, acı, hüzün, yenilgi getiren her şeyse kötü. Oysa bir davranış sonuçlarına göre doğru veya yanlış olarak nitelendirilemez. Doğruluk-yanlışlık sonuçlarından bağımsız gerçekliklerdir.

 

Bu sebepten modern insan ölüm düşüncesinin getireceği olgunluk, sorumluluk, kendine hâkim olma, kendini sınırlama, hüzün gibi duyguları yaşamamak adına kendisini ondan beri tutmaya çalışır. Zevk, kuralsız bir özgürlük, sorumsuzluk ve egosunun her anlamda tatminini yegâne yaşam tarzı olarak belirler.

 

Modernitenin karakterini izah eden ve modern dünyaya yönelik sarsıcı nitelikteki cümleler için tam bu noktada sözü Andrei Tarkovsky’e bırakmak gerekiyor.

 

“İnsan hep başkalarına karşı savundu kendini. Başka insanlara, doğaya karşı… Durmadan doğaya karşı güç kullandı. Sonuç,  güce şiddete korkuya bağımlılığa dayanan bir uygarlıktan başka bir şey değil. Teknik ilerleme dediğimiz şeyin bize getirdiği tek şey konfor oldu. Bir tür hayat standardı… Ve birde gücü korumak için gereken şiddet araçları. Vahşiler gibiyiz. Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz. Hayır yanlış. Vahşiler maneviyata daha çok önem veriyorlar. Önemli bilimsel bir buluş mu yaptık onu hemen kötülüğe alet ederiz. Hayat standardına gelince, bir zamanlar bilge bir kişi gerekli olmayan şey günahtır demişti. Ve eğer bu doğruysa uygarlığımız baştan aşağıya günah üzerine kurulmuş demektir. Korkunç bir uyumsuzluk edindik. Maddi ve manevi gelişmemiz arasında bir dengesizlik söz konusu. Kültürümüz bozuk. Yani uygarlığımız. Temelde bir bozukluk var.” (6)

 

Günah üzerine kurulmuş bir uygarlık… Modern zamanları anlatmak için bundan daha özlü bir söz söylenemezdi her halde.

 

Modernizmin ölümle ilgili olarak ıskaladığı bir gerçekte ölümün bireyin ve toplumun gelişimine yapacağı katkıdır. Bu tespit ilk etapta bir paradoks gibi görülebilir. Kat’i bir yok edici olan ölüm nasıl olur da insanlığın gelişimine katkı sunabilir?  Bu sorunun cevabı insanın psikolojisinde yatmaktadır. Az ve sınırlı olan şeyler değerli, çok ve sınırsız olan şeyler ise daha az kıymetlidir insan için. Ömür denilen şey de bundan farklı değildir. Kısadır ve bir kereciktir. Bu özelliğinden dolayı da en iyi biçimde değerlendirilmelidir. Zira hemen hemen hiçbir olumlu duygunun sonsuza dek sürmesi insanı mutmain etmez.

 

Süreklilik, olumluluğu öldürür. Sürekli aşk, sonsuzluk, sevgi vb. duygular bu duyguları yaşayan insanı bıktırır. İnsanın aradığı şey yaşadıklarını tam da kıvamında, ölçüsünde yaşamaktır, biteviye değil…  İnsan, istemese de ölümü yaşayacaktır ve insan ölmek zorunda olan bir varlıktır. Bu gerçekler insan psikolojisinde farklı tavırlara dönüşürler. Bu gerçekler bir yandan ölüm kaygısını ortaya çıkarırken bir yandan da sınırlı olan yaşamın en yetkin biçimde değerlendirilmesi gerektiği düşüncesini kişiye dikte ettirir.

 

Modern insana pekte modern olmayan sorular yöneltmek gerekiyor. Ölümle birlikte solup giden nedir? Modern insan ölünce yeryüzünde nasıl bir iz bırakır? Ölüm neleri öldürür neleri öldüremez? Bu noktada biyolojik yaşam ve iradi yaşam ayrımlarına atıf yapmak gerekiyor. Hayatı biyolojik düzeyde yaşayanlar için ölümden sonraya bir şey taşırmanın mümkün olmadığını görebiliriz. Çağdaş dünya da ölümle birlikte insanın sahip olduğu her şey de ölür ve insan ölümünden sonra yeryüzünde hiçbir iz bırakamaz. Bu anlamıyla modern insan sadece sıradan bir varlık gibi ölüp gitmektedir. Oysa ölümün insanda öldüremeyeceği şeyler olmalıdır.

İnsan sadece bedeninin ölümünden korkmaktadır. Çünkü bedenden başkasına inanılmamakta ve önem verilmemektedir. Hayat madde kadar somut, madde kadar mukayyet ve madde kadar çürümeye mütemayildir. Buna karşın kimse ruhunun kaybına ve değersizleşmesine yönelik bir kaygı taşımamaktadır. Beden her yönüyle ruhun önüne geçmiştir. Ruha dar gelen bedenlerin zamanından, bedenlerin süfli istekleri altında ezilen küflenmiş ruhların zamanına gelmiş bulunmaktayız.

 

Modernite-sekülerlik, insanın, ontolojisi ve doğayla olan bağını öldürmekte, en azından yabancılaştırmaktadır. Bu bağlamda Foucault, “modernite insanın ölümüdür” der. Kuşkusuz bu ölüm biyolojik ölümden öte insanın varoluşsal bir yitimini ifade eder.

 

İnsanın egzistansiyel ölümü doğaya ve biyolojik yaşama da sirayet etmektedir. Bu anlamıyla ölüm bulaşıcıdır. Modern insanın ölümüyle doğa da ve diğer tüm canlılarda ölmektedir. Bugün ekinin ve neslin ifsad oluşunun nedenini insanın daha temeldeki ölümünde aramamız gerekmektedir.

 

Modern toplum hazza ve güce ayarlı bir biçimde inşa edilmiştir. Hazzı ve gücü inkıtaya uğratacak tek şey ise ölümdür. Bu sebepten ölüm aşılmaya ya da geciktirilmeye olmazsa unutturulmaya çalışılmaktadır. Nebevi söylemde hazzın yabancılaştırıcı ve yozlaştırıcı etkisini kıracak formül “lezzetleri acılaştıran ölümü sıkılıkla anın” biçiminde tezahür eder.

 

Başlıkta da ifade edildiği gibi ölüm geleneksel toplumların bilinç halinde var olan ama modern topluma geçişle birlikte bilinçaltına itilen ve bastırılan bir olgudur. Modernlikle birlikte insan hayatı “konusuz hayatlara” (7) dönüşmüştür. Böylece, hem yurtsuzluk hissine kapılan hem de hikâyesi ve düşü olmayan, bedenlerinden ruhları çekilmiş, gözlerinden sadece derin bir boşluk okunan, kaygıları doruklarda yaşayan mutantlara dönüşüldü. İnsanlığın Modernitenin zehirli atmosferinden vahyin mümbit iklimine hicret etmesinden başka bir yolu yoktur. Bu hicret kervanının başında ise vahye inandığını iddia eden ama modernizmin tüm bunalımlarını kesif bir biçimde yaşayan sözde Müslümanlar olmalıdır.

 

Son söz Rus yazar Alexander Soljenitsin’in olsun:

 

“hepimizin unuttuğu şey insan ruhudur. İsteklerimizin denetimsiz biçimde büyümesine izin verdik. Ve şimdi onları nasıl yönlendireceğimizi şaşırmış durumdayız. Ve hiçbir şey şu anda ruhlarımızdaki çaresizliği, zihinsel karışıklığımızı, ölüm karşısındaki açık ve sakin tutumun kaybı kadar iyi anlatamaz. Modern insanın refah seviyesi ne kadar yüksekse tüyler ürpertici ölüm korkusu ruhunu o kadar derinden yaralıyor.”

 

Tüm Gönül Dostlarımıza Sevgilerimizle

Tasavvuf ve Bilim

 

1-Modernleşmenin Paradoksları, Hans Van Der Loo, Willem Van Reijen, İnsan Yayınları

2-Tüketim Toplumu/Söylenceleri-Yapıları, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları

3- Ölüm kitabı, Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı

4-Özgürlük Korkusu, Erich Fromm, Doruk Yayınları

5-Çürümenin Kitabı, E. M. Cioran, Metis Yayınları

6-Offret/Kurban, Andrei Tarkovsky

7- Çürümenin Kitabı, E. M. Cioran, Metis Yayınları

 

 

 

20 Kasım 2016 tarihinde Bilim, Felsefe, İslam içinde yayınlandı ve , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin. Yorum yapın.

Yorum bırakın