Blog Arşivleri

Modernizm ve İnsanın Ölümü

untitled-1

 

MODERNİZM VE İNSANIN ÖLÜMÜ

 

Ölüm, yaşamın içinde deneyimlenebilir bir durum olmasa da onu her konuştuğumuzda kaçınılmaz olarak yaşamı konuşuyor buluruz kendimizi. Bu nedenle ölümü konuşmak hayatı konuşmak demektir. Yaşam ve ölüm arasındaki bu geçişkenliğe Jung, “ölüm kaygısının temelinde yaşama korkusu vardır” diyerek işaret eder. Yaşam ve ölümüm bu iç içe geçmişliğini belki de en iyi Heidegger ifade eder. Ona göre “biyolojik olarak yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasına karşın psikolojik olarak iç içedirler. Ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır”. Bu yazının geri kalanını okuyun

Osmanlı Tarihinin Mirası

osmanli-donemi-manzara-deniz-sandallar-gemiler-camiler

Osmanlı tarihinin bugünkü Türk insanına mirası nedir?

Yarını inşaa ederken tarihi vasıflarımızdan ne ölçüde faydalanabiliriz?

Maziden gelen temayüllerimize dayanarak nasıl bir istikbal insa edebiliriz? Baska bir tabirle Türk insanı kapitalizme mi sosyalizme mi yatkındır?

Bu yazının geri kalanını okuyun

Batı ve Türk-İslam Uygarlığı

12885789_10153854421213673_8590035436145234143_o

Çarpısan iki medeniyet var: Türk-lslam medeniyeti bin yıl fetihler yapmıs, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli basarıları var. ihtiyarlamıs. Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve baska.

Bence en esaslı fark: insana bakıslarında. Türk-İslam medeniyeti için insan uluhiyetin nusha-yi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesadüfi tefavütlerin dısında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu.

Batı evvela kendi insanına karsı zalim. Batının tarihi,bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dısında büsbütün azgınlasıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dıs dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği beserî kıymet yoktur.

Cemil MERİÇ

Tüm Gönül Dostlarıma Sevgilerimle

Tasavvuf ve Bilim

Kaynak: Jurnal 2. cilt sf 202

Makina Hegemonyası

yapay-zeka-ve-biz

Son on yılda, bir parça yavaşlamasına rağmen, Yapay Zeka arayışı, bilim ve teknolojinin bugüne kadar ki en yüksek zirvesine doğru ilerlemektedir. Yapay Zeka’nın başarılması, insan ırkının eylemlerinde, kültüründe ve kendisini algılayışında köklü bir değişim anlamına gelecektir; bunu, bu doğrultuda şu ana kadar katedilen mesafeden rahatlıkla anlayabiliriz.

Marvin Minsky, on yıl önce, beyni, etten müteşekkil 1 ya da 1.5 kiloluk bir bilgisayar olarak tanımlamıştı ve bu tanımlama o günden beri Churchill’ler ve benzeri diğer Yapay Zeka teorisyenleri
tarafından tekrarlanmaktadır. Bilgisayar insan aklını veya beynini çağrıştıran bir metafor olarak hizmet etmeye devam ediyor; öyle ki, kendimizi birer düşünen makina olarak görme eğilimi sergiliyoruz. Zihinlerimizdeki sözcük hazinesine sızan mekanik terimleri bir hatırlasanıza. Bu yazının geri kalanını okuyun

İnsan Çilesiyle Barışmak Zorunda

Баланс

İnsan çilesiyle barışmak zorunda. O çile bize en uygun terbiyedir. Çilemizle barışmamak, hakkımızdaki “takdir” ile kavga halinde olmak demek. Üstelik o çilelere hemen hemen daima kendimiz talip olduk! Çileni öp başına koy. Halis bir muhatabın bize tahammülündeki o barışıklıktan gelen tevekkülünden, muhabbetinden ibret al! Bu yazının geri kalanını okuyun

İnsan&Vicdan

Untitled-1

Nerde olursa olsun

Hangi inanç veya felsefeye inanırsa inansın

Vicdan yoksa insanlık da yok!

Dr.Sait BAŞER

Külli Akıl

Untitled-1

Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine

Untitled-1

Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine

 

Bu kürsüde tek başıma durmuyorum. Etrafımda sesler var, yüzlerce ses… Sesler her zaman benimle, çocukluğumdan beri.

 

Çocukken köyde yaşıyordum. Biz çocuklar sokakta oynamayı seviyorduk, ama akşamları, yorgun argın ninelerin -bizim orada nasıl derler- konuşlandığı banklar, mıknatıslıymış gibi bizi kendilerine çekiyordu. Hiçbirinin kocası, babası, erkek kardeşi yoktu. Savaştan sonra köyümüzde erkek olduğunu hatırlamıyorum. Savaş sırasında her dört Belarusludan biri, cephede veya partizanların yanında savaşırken öldü. Bu yazının geri kalanını okuyun

SÖMÜRGECİLİK VE ANTROPOLOJİ

malinowski-1024x599

SÖMÜRGECİLİK VE ANTROPOLOJİ

Antropoloji, Avrupa’nın imal ettiği bir ‘bilgi dalı. Kelime hem İslâm düşüncesinin hem de Osmanlının yabancısı. Çağdaş antropologlara göre, sosyal antropolojinin tarifi; insan toplumlarının ilmi. Ama tarih gösteriyor ki, bu toplumlar incelenirken boyuna ad değiştirmişler; İlkel, yabanî, arkaik, geleneksel. Bu vasıfların hepsi üçüncü dünyanın bütünü veya parçaları için kullanılmış. Üçüncü dünya konuşmamış şimdiye kadar, bu sessizlik döneminden yeni yeni çıkıyor» Yani kıtalar arasında bir diyalog olmamış. Üçüncü dünya neresi? Batının sömürgecilik iştihanı kabartan geniş ve dağınık bir ülkeler bütünü.

Antropoloji, Avrupa dışı toplumların belli tarihi şartlar içinde yorumu idi, onun ilkel, geleneksel, yabani, arkaik diye damgaladığı toplumların ortak özelliği: sömürgeleşmiş olmak. Çok defa sömürge olmağa elverişli oldukları için ilkellikle damgalandılar. Antropolojinin sömürgecilikle ilgisi, üçüncü dünyanın sömürgelikten kurtuluşu ile belli oldu açıkça. Sömürgeci emperyalizmle antropoloji çağdaş. İkisi de ondokuzuncu asrın ikinci yarısında doğdu. Bunun içindir ki evrimci antropoloji müspet bir ilimden çok Batı’nın çıkarlarım maskeleyen bir ideolojiydi.

Türk aydını, bu yeni ilimle uzun zaman ilgilenmemiş. Neden ilgilensin? Antropolojinin konusu da değil: başka kavimlere yutturmak istediği yalanlar da yok. Antropoloji çok yakın bir dönemde üniversitelerimize kabul edildi ama hangi merhalelerden geçtiğini, hangi cinayetlere gerekçe diye kullanıldığını hâlâ bilmiyoruz.

Şöyle diyelim: önce Viktorya çağının emellerini dile getiren bir antropoloji var. Bu dönemde alan inceleyen ile nazariyeçi kendi toplumları ile kaynaşmış kimselerdi. Hakikati araştırmaktan çok, kendi dünyalarının, kendi medeniyetlerinin üstünlüğünü kabul ettirmek istiyorlardı. Evet ama az çok rasyonel bir temele de dayanmak zorundaydılar. Bu temel, toplum içinde yaşayan insanın ayniyetidir. Morgan, «Eski Toplum» adlı eserinin ilk sayfalarından itibaren şöyle der:«insanoğulları aynı babanın çocuklarıdır, aynı ilerleme konaklarında aynı ihtiyaçları duyarlar, aynı sosyal şartlar”içinde kafalarının işleyişi de aynıdır.» Avrupa, bir yandan böyle derken, bir yandan da ilkel dediği kavimleri insafsızca kırıp geçirir. Şimdilik bu çelişkinin altını çizmekle yetinelim. Evrimcilik, insanın değerini tarihe dayanarak verir. Tarih, insanoğlunun kucağında yaşadığı tekdüze bir ortamdır. Gerçi, Comte’un Spencer’in Marx’ın tarih anlayışları birbirinden çok farklıdır ama hepsi de insanın birliği inancına dayanır. İnsanlar arasındaki farklar belli bir tarihî durumun eseridir. Bütün toplumlar aynı aşamalardan geçerler. Tek yönlü evrimciliğin anahtarı bu tarihi aşamalar yahut evrim aşamaları kavramıdır. Belli şartlar içinde ve belli bir coğrafyada bir araya gelen insanlar belli iktisadî, sosyal ve kültürel bütünler yaratır. Antropolojiye göre, medeniyetleri yaratan, maddî istihsal münasebetleridir. Her toplum belli bir anda, teknik ve ekonomik bir aşamayı temsil eder. İnsanlar hayvanca bir kalabalıktan yabaniliğe, yabanilikten barbarlığa, barbarlıktan medeniyete geçerler. Sanayi devrimi çağında, evrim merdiveninde yükseliş ölçüsü: teknolojidir. Zeka ilkelde de, barbarda da, medeni insanda da var. Bunun içindir ki insanlık, benzer şartlar içinde, aynı aletleri ve araçları yaratabilmiş, benzer müesseseler kurabilmiştir. 18. asır, Avrupa’nın inançlarına ters düşen herşeye, bâtıl inanç diyordu. Yeni antropoloji için, bunların hepsi de belli gelişme derecelerinde izahı yapılabilen alışkanlıklardır. Bugün bize saçma gelen bir çok âdetler, kaybolan bir toplumdan kalma artıklardır.

Geri kalmış ülkeler için rahatlatıcı bir ideolojiydi bu. Nasıl olsa onlar da kalkınacak, onlar da ayni istasyonlardan geçerek, batının refah seviyesine ulaşacaklardı. Yapılacak iş, sabır ve tevekkül içinde tarihin akışını beklemekten ibaretti. Evrimci antropoloji ile muarefeleri olmayan Cumhuriyet sonrası aydınlarımızdan bir çoğu Avrupa’nın sunduğu bu teseliyetkâr düşünceleri, tarihi maddecilik adı altında kolayca benimsediler. Fakat sömürgecilik düzeni yine de çöküyordu, hiç değilse Avrupa ilminin namusunu kurtarmak, kıtanın entellektüel hâkimiyetine gölge düşürmemek lazımdı. Bu sefer de fonksiyonalizm imdada yetişti…

Denildi ki eskiden antropolog kütüphanede çalışan soyut bir nazariyeci idi, alan araştırıcısı ise bir bilgi sağlayıcısı. Oysa şimdi antropolog, hem alanı inceler, hem de kendine özge kavramlarla alanın tasvirini yapar, yani hem araştırıcıdır, hem nazariyeci. Çağdaş antropolog, Viktorya dönemindeki meslektaşları gibi sömürgeciliğin destekleyicisi değildir, daha geniş, daha cihanşumül değerlere gönül vermiştir. Fonksiyonalizmin kurucuları için Avrupa, insanlığın bütünü olmadığı gibi en mükemmel temsilcisi olmak vasfından da uzaktır. Bir Malinowski’yi, bir Radcliffe-Brown’u hatırlayalım.

Malinowski’ye göre, antropolojinin amacı, yalnız başka kültürleri nazari planda sigaya çekmek değil, Avrupa medeniyetini de yargılamaktır. Şöyle der; «İnsanları robotlaştıran teknik terakkinin, insan dışı ve çılgın mahiyetini vurguladım diye karamsarlıkla suçlandım, iyi ama bir çoğunuz benim gibi düşünmüyor mu? Modern makinalaşmanınamaçsız hamleleri bütün ruhî ve sanatkârane değerler için bir tehdit değil mi? … Antropoloji, hiç olmazsa benim için, standartlaşmış medeniyetimizin dışına kaçıştır, bir nevi romantik kanat açıştı.»

Viktorya dönemi için antropoloji, medeniyet öncesi toplum biçimlerinin incelenmesi idi, amaç bu toplumları modern dünya ile kaynaştırmaktı. Malinowski için mesele çok daha çapraşık;  antropoloji batı kültürünün bambaşka kültürlerle teması sonucu doğmuştur, bu başkalık çabucak giderilebilecek mahiyette değildir. Böyle bir karşılaştırmanın nazari ifadesidir antropoloji ve önceleri bilimsel değildir. Antropolog, karşılaştırmalı frenskler çizeceğine, uzun zaman «alan»da yaşamalıdır, toplumu «içerden» anlamanın tek yolu bu. Eskiden bunun tam tersi olmuş, Frazer, totemizm üzerine oniki ciltlik bir deneme yazmış: «Altın Dal». Üstada sormuşlar: gidip gördünüz, mü yabanileri? ‘Ne münasebet’ demiş, ‘Allah saklasın. Bir başka antropologa (Lowie) sorarsanız, evrim aşamalarının tek çizgi halinde birbirini izlediği, palavradır. Gerçeği inceleyenler bilirler ki, sosyal gelişme hep aynı çizgiyi takip etmez, çeşitli ırklar çok eskiden ve hızla başka başka istikametlere yönelmiş ve birbirinden ayrılmıştır.

Her alanda basitten çapraşığa, insan topluluklarında ise aşağı düzeyden üst düzeye geçildiğini ileri süren nazariye hiç bir esasa dayanmıyordu, demek. Şu halde Avrupa’nın üstünlük iddiası da lâftan ibaretti. Bir toplumun teknik ve ekonomik alanda daha ileri olması, sosyal ve ahlaki bakımından da ileri olmasını gerektirmez. «İktisadî kalkınma gerçekleşince toplumun üyeleri arasında daha kâmil münasebetler kurulmaz mutlaka. Ne bilgelik artar, ne adalet şuuru. Belki aksi olur, zira (iktisadî gelişme ile insanın insanı sömürmesi daha da keskinleşir.» Kısaca, toplumların ilerleyişini yalnız ekonomik ve teknik seviyeye, başka bir deyişle, altyapıya bakarak değerlendiremeyiz. Daha doğrusu tek ölçü bu değildir. Medeniyetin bütün alanlarda üstünlüğü diye bir şey olamaz, olsa olsa teknolojik bir üstünlük, tabiat üzerinde egemenlik söz konusudur.

Çağdaş antropolojiden çok şeyler öğrenebiliriz ama hep ihtiyatlı olmak, iddiaların arkasındaki gerçek maksatları gözden kaçırmamak, Avrupa’nın her ileri sürdüğünü mutlak hakikat saymamak, hatta bunun tersine düşünmek şartıyla. Antropoloji İslâm dünyasını ciddi olarak ele almamıştır, alamaz da. Fakat çağdaş ilmin bütün buluşlarından yararlanmak İslâm dünyasının yan çizemiyeceği bir görevdir. Unutmayalım ki, hikmet müslümanm kaybedilmiş malı. Çağımız ilmi de, hikmetin bir parçası olduğu ölçüde dikkatle incelenmelidir.

Cemil MERİÇ

Tüm Gönül Dostlarıma Sevgilerimle

SufiCan

 

Hz Mevlana ve Hz İnsan

Untitled-1

Hz Mevlana ve Hz İnsan

Tüm varlık âlemi, bir ağaca benzetilecek olursa Mevlânâ, tasavvufî düşünce
geleneğiyle paralel olarak insanı bu ağacın meyvesi yani varlık ailesinin gaye varlığı olarak
değerlendirir. İnsan, kendinde tüm varlığın bilgisini, ilahî isim ve sıfatların tamamını
barındıran potansiyele sahip bir varlık olması nedeniyle varlık ailesinin en kâmil üyesidir.
İnsan, tüm varlığın bilgisini taşıyan eksiksiz bir kitap gibidir. Bu yüzden sûfî düşünce
geleneğinde insan, kendinden önceki tüm varlık mertebelerini zatında toplayan bir varlık
düzleminde kabul edilmiştir ve buna atfen insana “mertebe-i câmiâ (toplayıcı varlık
düzlemi)” denilmiştir.

Bu yazının geri kalanını okuyun