Kategori arşivi: İslam
Gazzâlî yüzünden mi geri kaldık?
Alman asıllı Oryantalist Joseph Schacht “Onbirinci yüzyılın başlarından itibaren, Müslümanların entelektüel hayatında genel bir durgunluğu fark ediyoruz” der. İskoç asıllı Anglikan Papaz Oryantalist Montgomery Watt’a göre de, İmam Gazzâlî (1058-1111) sonrası, özellikle de 1258’de Bağdat’ın Moğollarca istilasından sonra, İslam entelektüel hayatı durağanlaşmıştır.
Oryantalistlerin Gazzâlî söylemi nedense bizde hiç sorgulanmadan kabul edilmiştir. İlginçtir. Gazzâlî’nin İslam entelektüel hayatının sonunu getirdiği tezi hem “Modernist İslamcılar”da hem de Türkiye’deki sol entelijansiyada bir dogma hâline gelmiştir. İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun 28 Şubat sürecinde televizyonlarda Gazzâlî’ye karşı İbn Rüşd savunucuları hâlâ aklımdadır. Zavallı İbn Rüşd’ün Voltaire gibi aydınlanma filozofu falan olduğunu Gazzâlî’nin de bir din âlimi olduğunu sanıyordu. Oysa ki, İbn Rüşd de Maliki fakihi bir din âlimiydi.
Yıllar önce yazdığım gibi “Çağdaş Müslümanlar” karşı karşıya kaldıkları tüm krizleri, geçmişte yaşanmış bir kırılmayla açıklamaya giriştiler. İmam Gazali hazretleri bu kırılma noktasının en belirleyici âlimi oldu. Türk İslam medeniyetinin en temel sorunu yaşadığı çağdaş sorunları bir geleneğe bağlı olarak çözmesi gerekirken, tüm geleneği sorunlu bir alan olarak görmeyi tercih etmesidir. Bu illet Selefi tarih okumasının bariz bir hastalığıdır. Selefi tarih tezi İslam medeniyetinin asr-ı saadetten sonra sürekli kötüye gittiğini varsaymıştır.
Ve maalesef Türk solu da Modernist İslamcılar da bu hastalıkla maluldür. Türk solu ile Modernist İslamcı çizgi bu noktada kesişmektedir. Türk Solu dinden kurtulunca ilerleyeceğini sanır. Bu nedenle dinle bağlarını koparmak ve dinî geleneği fütursuzca eleştirmek aydın olmanın temel şartıdır. Modernist İslamcılar da geleneği aşağıladığı, ondan kurtulduğu zaman daha iyi Müslüman olunacağını zanneder. Birisi aydınlanma adına diğeri de İslam adına geleneğe saldırır.
Her ikisi için de Gazzâlî âdeta bir köşe taşıdır. Neden bu iki farklı ideoloji Oryantalizmin bu tezini bu kadar sahiplenmiştir? Gerçekten İmam Gazzâlî’nin sözde Felsefe eleştirisi İslam medeniyetinin sonunu mu getirmiştir? Bu soruları cevaplandırmadan önce bu iddianın jeopolitik önemini açıklamak isterim…
Dinî meseleler yalnızca dinî hükümleri ilgilendirmez aynı zamanda dinî jeopolitiğimizi de belirler. Özellikle Oryantalist tezlerin büyük çoğunluğu bir gerçeği açıklamaktan daha çok bir tasarım içindir. Buna karşılık vermek ayrıca dinî jeopolitik bir aklı gerektirir.
Oryantalistlerin durgunlaşmayı İmam Gazzâlî hazretleri ile başlatmalarının gerekçesi Gazzâlî midir yoksa Gazzâlî’nin yaşadığı çağ mıdır? Aslında Oryantalistler Gazzâlî’nin ne kadar önemli bir âlim olduğunu kabul ederler. Gazzâlî sonrası İslamın geri kaldığını söyleyen Montgomery Wat aynı zamanda Gazzâlî’nin entelektüel biyografisini yazan adamdır. “Müslüman Aydın Gazali Hakkında Bir Araştırma” adındaki kitabı Türkçeye kazandırılmıştır.
Ne kadar ilginç değil mi? Hem Gazzâlî’yi bir Müslüman aydın diye göklere çıkaracaksın hem de onu İslam’ın geri kalmasından sorumlu tutacaksın. Çünkü asıl mesele Gazzâlî değil, Gazzâlî’nin yaşadığı dönem yani 12. Yüzyıldır.
Şimdi meseleyi yeniden formüle edelim. İslam, Gazzâlî’den sonra geri kaldı demek aslında İslam dünyası 12. Yüzyıldan sonra bitti demektir. Peki 12. Yüzyıldan sonra İslam dünyasında siyasal olarak ne olmuştur? Hâkimiyet kime geçmiştir. Selçuklulara yani Türklere. Demek ki Gazzâlî sonrası İslamın ölüm ilanını vermek Türklerin liderliğinde 19. Yüzyıla kadar devam eden tüm çağları toprağın altına gömmek demektir.
Gerçekten de 20. Yüzyıl’a kadar Gazzâlî’nin veya 12. Yüzyılla birlikte İslam medeniyetinin gelişimini durdurduğuna dair elle tutulur bir iddiaya rastlamıyoruz. Vehhabilerin Osmanlıya isyanıyla birlikte Vehhabi Selefi aydınlar İslam dünyasının geri kalmışlığını Osmanlı’ya fatura etmeye başladılar. Aynı tez daha sonra Oryantalistler ve Arap Milliyetçileri tarafından dile getirildi.
Dolayısıyla Selefiliğin baskın etkisi olarak ortaya çıkan köktenci tarih okuması ve kırılma modeli, İslamdan sapma, bozulma ve gerileme tezleriyle geleneği toptan bir imhaya tabi tutmuştur. Bizden sürekli arkaya bakmamızı, geleneğe sövmemizi isteyenler, değişimin yakın geçmişteki dinamiklerini bilinmez alana hapsederek, çağı eleştirmemizi imkânsız kılmaktadırlar.
Şimdi isterseniz Ian Morris’e kulak verelim. Yazar “Dünyaya Neden Batı Hükmediyor (Şimdilik)” adlı geniş hacimli çalışmasında insanlık tarihini MÖ 3000’den MS 2000’e kadar Batı ve Doğu açısından birçok farklı değişkeni dikkate alarak karşılaştırır. Okuryazarlık, savaşma gücü, enerji kaynaklarının kullanımı, şehirleşme gibi birçok farklı değişkene bakar. Ve sonuç olarak Batı ile Doğu arasındaki rekabetin 1800’lü yıllara kadar az da olsa Doğu lehine olduğunu ve asıl dengenin 18. Yüzyılda değiştiğini söyler. Oysa bizim tartışmadığımız, konuşmadığımız en önemli yüzyıldır bu tarih. 18. Yüzyıldan sonra dünyanın nasıl değiştiği, bu değişime karşı bizim ne yaptığımız, nasıl karşı koyduğumuz ve neleri yapmadığımız belki 11. Yüzyıldan ve gelenekten daha fazla sorgulamayı hak ediyor.
İmam Gazzâlî hazretleri ile İslam dünyasında bilim ve felsefenin sona ermediğinin ikinci delili Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam Uygarlığında Mimari, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp Saatler, Optik, Mineraller, Savaş Tekniği üzerine ciltler dolusu çalışmalarıdır.
Üçüncüsü ise İlmi Etüdler Derneği (İLEM) tarafından yapılan “İslam Bilim ve Düşünce Atlası” adlı çalışmadır. Bu çalışmada 12. Yüzyıl sonrası dönem gerileme değil “yenilenme” dönemi olarak adlandırılmıştır. Bilim tarihi çalışmaları açıkça bu tezin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Burada temel sorun ilerlemenin ve refahın temel itici gücünün hâlâ kültür ve dinin ilahiyata bakan yüzü olduğuna inanılmasıdır. Oysa ilerleme ve refah dinin insana, topluma ve kâinata bakan yüzü ile ilgilidir.
Daron Acemoğlu-James A. Robinson, “Ulusların Düşüşü Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri” adlı kitabında ülkelerin neden yükseldiği ve neden çöktüğünü ele alır. Bu tezlerden biri kültür, zihniyet ile refah arasındaki ilişkidir. Köktenci tarih okumalarının ve Türk İslam medeniyetinde özellikle Weber’in “Kapitalizmin Ruhu ve Protestanlık” eserinin etkisiyle çok fazla öne çıkan bir tezdir. Bu tez hipotez, Batı Avrupa’nın modern sanayi toplumuna dönüşmesinin özünde Reform ve Protestan ahlakının olduğunu ileri süren Alman sosyolog Max Weber’in teorisine dayanır. Bu tezden dolayı bir ara Çin kültürü ve Konfüçyüs öğretilerinin ekonomik gelişmeye müsait olmadığını düşünenler vardı mesela. Şimdiyse Çinli çalışma ahlakı Çin, Hong Kong ve Singapur’daki büyümenin motoru olarak gösterilmekte. Dolayısıyla teoloji ile ilerleme tezi arasında doğrusal bir bağ kurma anlayışı iflas etmiş durumda.
Yazarlara göre kültürel ögeler yani din, ulusal kimlik, etnik köken ya da ahlaki değerler, gidişatın neden basmakalıp devam ettiğini anlamamızda o kadar önemli değil aslında. Kapsayıcı ekonomik ve politik kurumlar, eşit rekabet ortamı ve denetim ilerleme ve refah için çok daha önemli.
1070’te ölen Kadı Sâid el-Endelüsî “Tabakâtü’l-Ümem” adlı eserinde Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” adlı eserinde olduğu gibi milleti diğerinden ayıran ve onu öne çıkaran şey nedir, sorusuna cevap arar. Bunlar ilimle ilgilenip çeşitli bilim ve sanat üretenler ve ilimle ilgilenmeyip bilgi ve sanat üretemeyenler olarak ikiye ayrılır. Said’e göre güvenlik, devlet başkanının teşvik ve himayeleri ile ilmî canlılık arasında doğrusal bir bağ vardır. Bilim ancak huzurun hâkim olduğu güçlü devletlerde, taassuptan uzak yöneticilerin teşvik ve himaye ettiği ortamlarda gelişir. Sonrada ilimde ileri giden Milletlerin tıp, felsefe, matematik, astronomi gibi alanlarda ne yaptıklarını sayar. Görüldüğü gibi Kadı Sâid el-Endelüsî’ye göre sorunu çözenler ve toplumu diğerlerinden daha ileri götürenler bilgi ve bilgiye sahip olanlardır.
Demek ki ne dini ne de geleneği sırtımızdan atarak uzaya gidebiliriz. Aynı şekilde bilimi, düşünceyi, irfanı, sanatı, aklı dışlayan bir dindarlıkla da ilerleyebiliriz. İnsan, kâinat ve tarih Allah’ın kevni âyetleridir. Bu âyetleri okumasını bilen dünyayı yönetir, Sünnetullah budur…
Hilmi Demir
Tefekkür
S. – Nasıl gidilir bu yola?
İsmail Emre – Tefekkürle. (Bir saatlik tefekkür, 70 yıllık ibâdetten daha hayırlıdır!) dememiş mi Peygamberimiz.
S. – Birşey bilmeden ne tefekkür edeyim?
İsmail Emre – Çok doğru; fakat her türlü tefekkür insanı kötülükten men’eder. Meselâ, şöyle bir tefekkür olsa: Gözümden gören ben miyim, yoksa başka bir Kudret mi?
S. – Sonu gelmiyor ki… Beni bedbîn yapıyor bu tefekkür; tatmin etmiyor; içimde bir boşluk hissediyorum, büyük bir kuvvete sığınmak ihtiyacını duyuyorum.
İsmail Emre – Birçok hastalıklar gibi, bu hâl de irsidir, babanızdan intikâl etmiştir. İçinde bir boşluk hissetmişsin; bunu ibâdetle hissedemezdin. Hissettiğin boşluğun dolu tarafı da var ki o da, ya tasavvuf eserleri okumak ya da o eserleri okumuş kimselerle konuşmaktır. Böyle yaparsak, görüşümüz, bilişimiz değişir, ne korku kalır ne birşey… İnsan dostundan korkar mı? Zaman gelir ki, Allah korkusu kalmaz; insan o zaman âşık olur; bunun arkasından da bir sevgi zuhûr eder.
S. – Ölür ölmez Allah’a gidecek miyiz?
İsmail Emre – Ölmeden gideceksin… Bundan sonra bir aşk zuhûr eder ki, tarifi mümkün değil.
YA VAR EKSİK YOK TAM İSE?
Eski Türkçede “barmak” bugün VARMAK dediğimiz kelime idi. B harfi Türk hançeresinde zamanla V’ye dönüyordu. Yâni “varış” ile “barış” aynı kökten gelmekteydi. Barışmak da varışmak!.
*
Hele “VARLIK” ile “VARMAK” ilişkisi üzerinde ne kadar durulsa yeridir. “Var oluş”u bir “varma çabası”na bağlasak ne çıkar?
Varlığı felsefe “ontoloji” diye adlandırıyor mâlum. Buradan Türkçedeki hikmete yeni bir ufukla baksak bize kim karışabilir?
“Varma” çabasının öznesi, durup o gayreti bir “noksan tamamlamak” olarak alsa kezâ!..
Bu varlık yolculuğu üzerinde düşünmeye kim müstağnî durabilir?
Varlığı eksikliğe, yokluğu tamlığa teşbih eden ecdâda hâlâ tepeden bakan yeniyetme ulemâya ise acımalı mı, onlardan dinlenip dinlenip kaçmalı mı, herkes kendi karar versin…
*
Ayır nefsini şeytandan, ki sırlar duyasın candan
A’tâlar ere Sultan’dan, yakîne ere gümânın.
Eğer hep varlığın versen, bu varlıktan seni yursan,
Ana yokluk ile varsan, dîdârın göresin anın…
Eşrefoğlu Rûmî Hz. Dîvan,sh.151
…
Şehâdetin formülünü anlatmış Eşrefoğlu dedemiz… Tabiî o da biliyor ve bildiriyordu ki “şehâdet” illâ muhârebede can vererek olmazdı. Her mü’min aynı zamanda bir şehîd olmalıydı…
Dr.Sait Başer
Modernizm ve İnsanın Ölümü
MODERNİZM VE İNSANIN ÖLÜMÜ
Ölüm, yaşamın içinde deneyimlenebilir bir durum olmasa da onu her konuştuğumuzda kaçınılmaz olarak yaşamı konuşuyor buluruz kendimizi. Bu nedenle ölümü konuşmak hayatı konuşmak demektir. Yaşam ve ölüm arasındaki bu geçişkenliğe Jung, “ölüm kaygısının temelinde yaşama korkusu vardır” diyerek işaret eder. Yaşam ve ölümüm bu iç içe geçmişliğini belki de en iyi Heidegger ifade eder. Ona göre “biyolojik olarak yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasına karşın psikolojik olarak iç içedirler. Ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır”. Bu yazının geri kalanını okuyun
Türkler ve Şamanizm
Soru: Türkler’in Şamanist olmadığını iddia ediyorsunuz ve “İslâm’dan önce Türklerin dini”ni Töre kavramıyla açıklıyorsunuz? Bu yazının geri kalanını okuyun
Terör ve Asimetrik Savaş
Terör görünümlü asimetrik savaş bizi nereye götürüyor?
3. Dünya Savaşı Başladı
Bugün gazetelere baktığımızda 3. Dünya savaşının başladığını görüyoruz. Yalnız bu savaşın silahları farklı, metodolojisi farklı, araçları farklı, hedefleri farklı, yöntemi aynı çok kirli… Böyle bir asimetrik savaş var, metodolojik savaş var. Bu savaşın gayri nizami harp savaşı olduğu için, bu savaşın yöntemlerini bilmek gerekiyor. Gayri nizami savaş tekniklerine uygun psikolojik savaş teknikleriyle buna karşılık vermek gerekiyor. Dünyada düşük yoğunlukla giden terörün şimdi görüyoruz ki bugün manşetlere baktığımızda, terör konusu 3. Dünya savaşı gibi sık sık önümüze gelecek. “Buna karşı ne yapacağız, güç odakları bunu nasıl kullanıyor?” Semboller kullanılıyor asimetrik savaşta, bunu konuşmamız önemli diye düşünmüştük. Bu yazının geri kalanını okuyun
Batı ve Türk-İslam Uygarlığı
Çarpısan iki medeniyet var: Türk-lslam medeniyeti bin yıl fetihler yapmıs, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli basarıları var. ihtiyarlamıs. Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve baska.
Bence en esaslı fark: insana bakıslarında. Türk-İslam medeniyeti için insan uluhiyetin nusha-yi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesadüfi tefavütlerin dısında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu.
Batı evvela kendi insanına karsı zalim. Batının tarihi,bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dısında büsbütün azgınlasıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dıs dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği beserî kıymet yoktur.
Cemil MERİÇ
Tüm Gönül Dostlarıma Sevgilerimle
Tasavvuf ve Bilim
Kaynak: Jurnal 2. cilt sf 202
Ümmete Çağrı
“İslâm ülkelerinin başında bulunanlara çağrı:
Size sesleniyorum. İslâm ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, kırallar, size sesleniyorum.
Türkiye’nin, Mısır’ın, İran’ın, Suriye’nin, Ürdün’ün, Pakistan’ın, Tunus’un, Cezayir’in, Fas’ın ve diğer İslâm ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum.
Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun, ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan, de Bu yazının geri kalanını okuyun