Kategori arşivi: İslam

Gazzâlî yüzünden mi geri kaldık?

Alman asıllı Oryantalist Joseph Schacht “Onbirinci yüzyılın başlarından itibaren, Müslümanların entelektüel hayatında genel bir durgunluğu fark ediyoruz” der. İskoç asıllı Anglikan Papaz Oryantalist Montgomery Watt’a göre de, İmam Gazzâlî (1058-1111) sonrası, özellikle de 1258’de Bağdat’ın Moğollarca istilasından sonra, İslam entelektüel hayatı durağanlaşmıştır.

Oryantalistlerin Gazzâlî söylemi nedense bizde hiç sorgulanmadan kabul edilmiştir. İlginçtir. Gazzâlî’nin İslam entelektüel hayatının sonunu getirdiği tezi hem “Modernist İslamcılar”da hem de Türkiye’deki sol entelijansiyada bir dogma hâline gelmiştir. İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun 28 Şubat sürecinde televizyonlarda Gazzâlî’ye karşı İbn Rüşd savunucuları hâlâ aklımdadır. Zavallı İbn Rüşd’ün Voltaire gibi aydınlanma filozofu falan olduğunu Gazzâlî’nin de bir din âlimi olduğunu sanıyordu. Oysa ki, İbn Rüşd de Maliki fakihi bir din âlimiydi.

Yıllar önce yazdığım gibi “Çağdaş Müslümanlar” karşı karşıya kaldıkları tüm krizleri, geçmişte yaşanmış bir kırılmayla açıklamaya giriştiler. İmam Gazali hazretleri bu kırılma noktasının en belirleyici âlimi oldu. Türk İslam medeniyetinin en temel sorunu yaşadığı çağdaş sorunları bir geleneğe bağlı olarak çözmesi gerekirken, tüm geleneği sorunlu bir alan olarak görmeyi tercih etmesidir. Bu illet Selefi tarih okumasının bariz bir hastalığıdır. Selefi tarih tezi İslam medeniyetinin asr-ı saadetten sonra sürekli kötüye gittiğini varsaymıştır.

Ve maalesef Türk solu da Modernist İslamcılar da bu hastalıkla maluldür. Türk solu ile Modernist İslamcı çizgi bu noktada kesişmektedir. Türk Solu dinden kurtulunca ilerleyeceğini sanır. Bu nedenle dinle bağlarını koparmak ve dinî geleneği fütursuzca eleştirmek aydın olmanın temel şartıdır. Modernist İslamcılar da geleneği aşağıladığı, ondan kurtulduğu zaman daha iyi Müslüman olunacağını zanneder. Birisi aydınlanma adına diğeri de İslam adına geleneğe saldırır.

Her ikisi için de Gazzâlî âdeta bir köşe taşıdır. Neden bu iki farklı ideoloji Oryantalizmin bu tezini bu kadar sahiplenmiştir? Gerçekten İmam Gazzâlî’nin sözde Felsefe eleştirisi İslam medeniyetinin sonunu mu getirmiştir? Bu soruları cevaplandırmadan önce bu iddianın jeopolitik önemini açıklamak isterim…

Dinî meseleler yalnızca dinî hükümleri ilgilendirmez aynı zamanda dinî jeopolitiğimizi de belirler. Özellikle Oryantalist tezlerin büyük çoğunluğu bir gerçeği açıklamaktan daha çok bir tasarım içindir. Buna karşılık vermek ayrıca dinî jeopolitik bir aklı gerektirir.

Oryantalistlerin durgunlaşmayı İmam Gazzâlî hazretleri ile başlatmalarının gerekçesi Gazzâlî midir yoksa Gazzâlî’nin yaşadığı çağ mıdır? Aslında Oryantalistler Gazzâlî’nin ne kadar önemli bir âlim olduğunu kabul ederler. Gazzâlî sonrası İslamın geri kaldığını söyleyen Montgomery Wat aynı zamanda Gazzâlî’nin entelektüel biyografisini yazan adamdır. “Müslüman Aydın Gazali Hakkında Bir Araştırma” adındaki kitabı Türkçeye kazandırılmıştır.

Ne kadar ilginç değil mi? Hem Gazzâlî’yi bir Müslüman aydın diye göklere çıkaracaksın hem de onu İslam’ın geri kalmasından sorumlu tutacaksın. Çünkü asıl mesele Gazzâlî değil, Gazzâlî’nin yaşadığı dönem yani 12. Yüzyıldır.
Şimdi meseleyi yeniden formüle edelim. İslam, Gazzâlî’den sonra geri kaldı demek aslında İslam dünyası 12. Yüzyıldan sonra bitti demektir. Peki 12. Yüzyıldan sonra İslam dünyasında siyasal olarak ne olmuştur? Hâkimiyet kime geçmiştir. Selçuklulara yani Türklere. Demek ki Gazzâlî sonrası İslamın ölüm ilanını vermek Türklerin liderliğinde 19. Yüzyıla kadar devam eden tüm çağları toprağın altına gömmek demektir.

Gerçekten de 20. Yüzyıl’a kadar Gazzâlî’nin veya 12. Yüzyılla birlikte İslam medeniyetinin gelişimini durdurduğuna dair elle tutulur bir iddiaya rastlamıyoruz. Vehhabilerin Osmanlıya isyanıyla birlikte Vehhabi Selefi aydınlar İslam dünyasının geri kalmışlığını Osmanlı’ya fatura etmeye başladılar. Aynı tez daha sonra Oryantalistler ve Arap Milliyetçileri tarafından dile getirildi.

Dolayısıyla Selefiliğin baskın etkisi olarak ortaya çıkan köktenci tarih okuması ve kırılma modeli, İslamdan sapma, bozulma ve gerileme tezleriyle geleneği toptan bir imhaya tabi tutmuştur. Bizden sürekli arkaya bakmamızı, geleneğe sövmemizi isteyenler, değişimin yakın geçmişteki dinamiklerini bilinmez alana hapsederek, çağı eleştirmemizi imkânsız kılmaktadırlar.

Şimdi isterseniz Ian Morris’e kulak verelim. Yazar “Dünyaya Neden Batı Hükmediyor (Şimdilik)” adlı geniş hacimli çalışmasında insanlık tarihini MÖ 3000’den MS 2000’e kadar Batı ve Doğu açısından birçok farklı değişkeni dikkate alarak karşılaştırır. Okuryazarlık, savaşma gücü, enerji kaynaklarının kullanımı, şehirleşme gibi birçok farklı değişkene bakar. Ve sonuç olarak Batı ile Doğu arasındaki rekabetin 1800’lü yıllara kadar az da olsa Doğu lehine olduğunu ve asıl dengenin 18. Yüzyılda değiştiğini söyler. Oysa bizim tartışmadığımız, konuşmadığımız en önemli yüzyıldır bu tarih. 18. Yüzyıldan sonra dünyanın nasıl değiştiği, bu değişime karşı bizim ne yaptığımız, nasıl karşı koyduğumuz ve neleri yapmadığımız belki 11. Yüzyıldan ve gelenekten daha fazla sorgulamayı hak ediyor.

İmam Gazzâlî hazretleri ile İslam dünyasında bilim ve felsefenin sona ermediğinin ikinci delili Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam Uygarlığında Mimari, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp Saatler, Optik, Mineraller, Savaş Tekniği üzerine ciltler dolusu çalışmalarıdır.

Üçüncüsü ise İlmi Etüdler Derneği (İLEM) tarafından yapılan “İslam Bilim ve Düşünce Atlası” adlı çalışmadır. Bu çalışmada 12. Yüzyıl sonrası dönem gerileme değil “yenilenme” dönemi olarak adlandırılmıştır. Bilim tarihi çalışmaları açıkça bu tezin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Burada temel sorun ilerlemenin ve refahın temel itici gücünün hâlâ kültür ve dinin ilahiyata bakan yüzü olduğuna inanılmasıdır. Oysa ilerleme ve refah dinin insana, topluma ve kâinata bakan yüzü ile ilgilidir.

Daron Acemoğlu-James A. Robinson, “Ulusların Düşüşü Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri” adlı kitabında ülkelerin neden yükseldiği ve neden çöktüğünü ele alır. Bu tezlerden biri kültür, zihniyet ile refah arasındaki ilişkidir. Köktenci tarih okumalarının ve Türk İslam medeniyetinde özellikle Weber’in “Kapitalizmin Ruhu ve Protestanlık” eserinin etkisiyle çok fazla öne çıkan bir tezdir. Bu tez hipotez, Batı Avrupa’nın modern sanayi toplumuna dönüşmesinin özünde Reform ve Protestan ahlakının olduğunu ileri süren Alman sosyolog Max Weber’in teorisine dayanır. Bu tezden dolayı bir ara Çin kültürü ve Konfüçyüs öğretilerinin ekonomik gelişmeye müsait olmadığını düşünenler vardı mesela. Şimdiyse Çinli çalışma ahlakı Çin, Hong Kong ve Singapur’daki büyümenin motoru olarak gösterilmekte. Dolayısıyla teoloji ile ilerleme tezi arasında doğrusal bir bağ kurma anlayışı iflas etmiş durumda.

Yazarlara göre kültürel ögeler yani din, ulusal kimlik, etnik köken ya da ahlaki değerler, gidişatın neden basmakalıp devam ettiğini anlamamızda o kadar önemli değil aslında. Kapsayıcı ekonomik ve politik kurumlar, eşit rekabet ortamı ve denetim ilerleme ve refah için çok daha önemli.

1070’te ölen Kadı Sâid el-Endelüsî “Tabakâtü’l-Ümem” adlı eserinde Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” adlı eserinde olduğu gibi milleti diğerinden ayıran ve onu öne çıkaran şey nedir, sorusuna cevap arar. Bunlar ilimle ilgilenip çeşitli bilim ve sanat üretenler ve ilimle ilgilenmeyip bilgi ve sanat üretemeyenler olarak ikiye ayrılır. Said’e göre güvenlik, devlet başkanının teşvik ve himayeleri ile ilmî canlılık arasında doğrusal bir bağ vardır. Bilim ancak huzurun hâkim olduğu güçlü devletlerde, taassuptan uzak yöneticilerin teşvik ve himaye ettiği ortamlarda gelişir. Sonrada ilimde ileri giden Milletlerin tıp, felsefe, matematik, astronomi gibi alanlarda ne yaptıklarını sayar. Görüldüğü gibi Kadı Sâid el-Endelüsî’ye göre sorunu çözenler ve toplumu diğerlerinden daha ileri götürenler bilgi ve bilgiye sahip olanlardır.

Demek ki ne dini ne de geleneği sırtımızdan atarak uzaya gidebiliriz. Aynı şekilde bilimi, düşünceyi, irfanı, sanatı, aklı dışlayan bir dindarlıkla da ilerleyebiliriz. İnsan, kâinat ve tarih Allah’ın kevni âyetleridir. Bu âyetleri okumasını bilen dünyayı yönetir, Sünnetullah budur…

Hilmi Demir

Tefekkür

S. – Nasıl gidilir bu yola?

İsmail Emre – Tefekkürle. (Bir saatlik tefekkür, 70 yıllık ibâdetten daha hayırlıdır!) dememiş mi Peygamberimiz.

S. – Birşey bilmeden ne tefekkür edeyim?

İsmail Emre – Çok doğru; fakat her türlü tefekkür insanı kötülükten men’eder. Meselâ, şöyle bir tefekkür olsa: Gözümden gören ben miyim, yoksa başka bir Kudret mi?

S. – Sonu gelmiyor ki… Beni bedbîn yapıyor bu tefekkür; tatmin etmiyor; içimde bir boşluk hissediyorum, büyük bir kuvvete sığınmak ihtiyacını duyuyorum.

İsmail Emre – Birçok hastalıklar gibi, bu hâl de irsidir, babanızdan intikâl etmiştir. İçinde bir boşluk hissetmişsin; bunu ibâdetle hissedemezdin. Hissettiğin boşluğun dolu tarafı da var ki o da, ya tasavvuf eserleri okumak ya da o eserleri okumuş kimselerle konuşmaktır. Böyle yaparsak, görüşümüz, bilişimiz değişir, ne korku kalır ne birşey… İnsan dostundan korkar mı? Zaman gelir ki, Allah korkusu kalmaz; insan o zaman âşık olur; bunun arkasından da bir sevgi zuhûr eder.

S. – Ölür ölmez Allah’a gidecek miyiz?

İsmail Emre – Ölmeden gideceksin… Bundan sonra bir aşk zuhûr eder ki, tarifi mümkün değil.

İMÂM HÜSEYİN ALEYHİSSELÂM’A MERSİYYE

1. Muharremdir kamer mahzûn güneş me‘yûs kan ağlar

Felek şergeşte mebhût hayrete dalmış cihân ağlar

(Muharrem ayıdır, ay hüzünlü, güneş yaslı kan ağlar. Feleğin başı dönmüş ve şaşkın, cihân da öylesine ağlar, ağlar, ağlar…)

2. Cefâ-yı şâh-ı mazlûma tahammül etmeyip dağlar

Ezelden gözlerinden âblar olmuş revân ağlar

(Dağlar, mazlûmların şâhı olan /Hüseyin’in cefâsına tahammül edemeyip ezelden beri gözlerinden yaşlar akıtmış, ağlar.)

3. Ne düşmensin be hey ibnü’r-recîm ey sâkî-i iblîs

Senin yapdıklarına düşmen-i insân olan ağlar

(Ey İblîs’in sâkisi, ey şeytânın oğlu Muâviyeoğlu Yezîd! Sen nasıl bir düşmansın? Senin yaptıklarına insânın düşmanı olan ağlar.)

Hz. Hüseyin (r.a.) Emevî halîfesi Yezîd’e biat etmemesi neticesinde 680 yılında /Hicri 10 Muharrem 61/ yetmiş kişi ile birlikte şehit edildi.

4. Medîne halkına kıldı vedâ ol kân-ı ilmü’l-gayb

Tutup âfâkı bir efgân yanar pîr ü civân ağlar

(O gayb ilminin kaynağı Medine halkına vedâ ettiğinde, afâkı bir çığlık kapladı, yaşlı ve gençler yanıp ağladılar.)

5. Nice günler edip kat‘-ı merâhil âkıbet bir gün

Durup Kerbübelâ’da cümlesi Hakk’a dîvân ağlar

(Nice günler mesâfeler kat edip sonunda bir gün Kerbelâ’da Hakk’ın huzûrunda durup ağladılar.)

Kerb ü belâ, sıkıntı ve belâ anlamına gelir.

6. Bilinmişdi ki ol yerler serencâm-ı şehâdettir

Bilinmişdi ki ol yerden geçilmez hânedân ağlar

(Bilinmişti ki /yani anladım ki/ Kerbelâ, şehîdlerin ibretlik hikâyelerinin yaşandığı yerlerdir. Bilinmişti ki /anladım ki/ oradan geçilmez, geçmek isteyen hanedân silsilesine mensuplar /Hakk’a talipler/ ağlar. / Zira Kerbelâ’dan yani halktan Hakk’a geçmek isteyen vuslat ehli, bedel olarak cân vermek zorundadır.)

7. İmâmü’l-etkıyâ toplandırıp etba‘ vü ahbâbın

Okur bir hutbe bir bir fitneyi eyler beyân ağlar

(Allah korkusuyla hata yapmaktan çekinen takvâ sâhibi Hak âşıklarının İmâm-ı Hüseyin (r.a.) kendisine uyan ve sevenlerini toplayıp bir hutbe okudu. Fitnenin sebeplerini tek tek açıklayıp ağladı.)

8. Kuruldu hayme-i ahdâr o gün Kerbübelâ içre

Bugün Kerbübelâ’da kaldı hâlâ âşıkân ağlar

(O gün Kerbelâ’ya yeşil bir çadır kuruldu. Bugün Kerbelâ’da kalan âşıklar /Bugün sıkıntı ve belâ içinden geçen âşıklar/ hâlâ ağlar.)

9. Yazıp bir nâme reîsü’l-usâta söyledi ey kavm

Bu fitne sarsar İslâm’ı yıkar dîni îmân ağlar

(Hz. Hüseyn, âsîlerin reisine bir mektup yazıp dedi ki : Ey kavm, bu fitne İslâm’ı sarsar, dini yıkar, imân ağlar.)

10. Hezârân şetm ile Sa‘d oğlu hem gönderdi bir nâme

Anı dil söylemez kâfir dahi olsa zebân ağlar

(Sa‘d’ın oğlu Ömer, Hz. Hüseyin’e /Yezîd’e bey‘at etmesi için/ binlerce küfürle dolu bir mektup gönderdi, onu dile getirmek mümkün değildir, kâfir olsa bile o dil ağlar.)

11. Hücûm etdi o mel‘unlar Kitâbullâh’ı imhâya

Sanarsın bir kıyâmet kopdu toz ağlar duman ağlar

(O la‘netlenmiş olan insânlar Allah’ın kitâbını yok etmek için saldırıya geçti, bir kıyâmet koptu, zannedersin ki toz duman ağlar.)

12. Kesildi her taraftan su sabîler gül gibi soldu

Su ağlar servi ağlar bahçe ağlar bâğbân ağlar

(Her taraftan sular kesildi, çocuklar gül gibi soldu. Su ağlar, serviler ağlar, bahçe ve bahçıvan ağlar.)

Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 ashâbı Fırat nehrine yaklaşmak üzere iken bütün su yolları kesilmiş Fırat’a giden yollar da tutularak ashâb susuz bırakılmıştır. Çoluk çocuk hepsi de susuzluktan kırılmışlardır. Çocukların susuzluğu ve Hazreti İmâm Hüseyn aleyhisselâmın susuzluktan çatlayan dudaklarıyla şehid olması, Kerbelâ hâdisesinin en insânlık dışı noktalarından birisidir.

Kadîmî’nin (ö. 1957. Bursa) şu tesbiti ne kadar hüzünlüdür:

Atası sâkî-i Kevser iken susuz şehîd oldu

Hüseyn’e cân fedâ eyler muhibbân karalar bağlar

13. Bozuldu gülşen-i bâğ-ı risâlet hâr ile doldu

Gül ağlar bülbül ağlar lâle ağlar erguvân ağlar

(Risâlet bağının gül bahçesi bozuldu, dikenle doldu. Gül ağlar, bülbül ağlar, lâle ve erguvân ağlar.)

14. Hezârân zulm ile yetmiş iki sâdık olup kurbân

Halâyık titreyip bu kıssadan kevn ü mekân ağlar

(Binlerce zulümle yetmiş iki ehl-i beyte sâdık insân kurbân oldu, bu hâdise yüzünden bütün mahlûkat titreyip yeryüzü ağlar.)

15. Kesildi başları bin cevr ile bir âşık-ı zârın

Kesen mel‘ûnlara lânet edip seyf ü Sinân ağlar

(İnleyen bir âşıkın başı bin eziyetle kesildi, O başı kesen mel‘ûnlara lânet edip kılıç ağlar, mızrak ağlar.)

Ne acıdır ki Hz. İmâm ve arkadaşlarının başları kesilerek öldürülmüştür.

16. Alî-Ekber’le Kâsım cân verip cânânını buldu

Alî-Asgar sabî okla vuruldu Ümmühân ağlar

(Alî Ekber’le Kâsım can verip sevgilisini buldu, küçük Alî Asgar okla vuruldu, Ümmühân ağlar.)

Alî Ekber Hz. Hüseyin Efendimizin büyük oğludur. Kerbelâ’da şehâdet şerbetini içen ehl-i beytten ilk kişidir (10 Muharrem 61). Bu sırada 19-25 yaşları arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Abdullah Alî Asgar, İmâm Hüseyin’in (a.s.) en küçük oğludur. Annesi, İmriü’l-Kays b. Adiy’in kızı Rübab’dır. Medine’de doğmuştur. Kerbelâ’da şehid olduğunda altı aylık olduğu rivâyet edilmiştir. Alî Asgar’ın şehâdeti bir rivâyete göre şöyle olmuştur:

İmâm Hüseyin, 10 Muharrem 61/ 10 Ekim 680 aşure günü, Yezîd’din askerleriyle çarpışmak için savaş meydanına doğru hareket etmişken Hz. Zeyneb (a.s.) kucağında Alî Asgar’la çadırından dışarı çıktı. İmâm Hüseyin’e bebeğin üç gündür su içmediğini hatırlatıp bir damla olsun su talep etmesini istedi. İmâm Hüseyin bebeği kucağına alıp düşmana seslendi:

“Ey topluluk! Ehl-i Beyt’imizi öldürdünüz, geride sadece bu bebek kaldı. O da susuzluktan dudaklarını emiyor. Ona bir yudum su verin!”

Bu esnada bir düşman askerinin yayından fırlayan ok, bebeğin boğazına isâbet etti. Bunun üzerine İmâm Hüseyin şöyle dedi:

“Allah’ım! Önce yardım vaadiyle bizi çağıran, sonra bizi öldüren bu toplulukla bizim aramızda sen hüküm ver!”

17. Vefâya da‘vet etmek sonra bin dürlü cefâ etmek

Size ey kavm-i sek dersem behâim bî-güman ağlar

(Vefâya davet edip sonra bin türlü eziyet etmek nasıl bir iştir? Size köpek kavmi dersem şüphesiz hayvânlar ağlar.)

Hz. Hüseyin’in hurucunda Kûfe’den gelen yardım ve davet mektuplarının payı olmuş, Hüseyin Efendimiz ona göre hareket etmiştir. Fakat Kufe’dekiler ahidlerini bozdular. Yezid Ubeydullah’a ehl-i beytin öldürülmesi emrini verdi.

18. Yirmi bin kişi birden ok attı Şâh-ı Mazlûm’a

Bizi atman deyip zâlimlere tîr ü kemân ağlar

(Mazlûmların şâhına yirmi bin kişi birden ok attı, ok ve yay, zâlimlere bizi atmayın diyerek ağlar.)

19. Ok atmak “kurretü’l-ayn”a değil mi aslını imhâ

Sebebsiz mi bugün hâlâ hakîkî müslümân ağlar

(Hz. Peygamber’in göz nûruna /Hüseyn’e/ ok atmak aslını yok etmek değil mi? Bugün gerçek müslümânın hâlâ ağlaması sebepsiz mi?)

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki:

“Şüphesiz çağrılıp gitmem yakındır. Size iki büyük ve hukuku ağır emânet bırakıyorum. Birisi, Azîz ve Celîl olan Allah’ın kitâbı Kur’ân, diğeri de gözümün nûru ehl-i beytimdir.

20. Ciğergâh-ı Habîb-i Kibriyâ’ya ok atan mel‘ûn

Cehennemde bugün şeytânla kurmuş âşiyân ağlar

(Hz. Peygamber’in ciğerpâresine ok atan mel’ûn, bugün cehennemde şeytânla yuva kurmuş, ağlar.)

21. Cihânın sâhibinden bir içim su kıskanılmış âh

Fırat ağlar, Murâd ağlar zemîn ü âsumân ağlar

(Âh! Cihânın sâhibinden bir içimlik su kıskanılmış, Fırat ağlar, Murâd (nehri) ağlar, yer ve gök ağlar.)

22. İmâmü’l-müttekînin şimr-i mel‘ûn kesdi çün başın

Cehennem kaynayıp arş sayha etti tûleşân ağlar

(Mel‘ûn Şimr bin Zi’l-Cevşen takvâ sâhibi Hak dostlarının İmâm-ı Hüseyin (a.s.)’ın başını kesti. Arş çığlık atar, cehennem kaynar, yavruları ağlar.)

Şimr, âşura günü Sa‘d oğlu Ömer’in sol kanadında komutanlık yapan ve savaşı körükleyip Hz. Hüseyin Efendimizi katleden kişidir.

23. Ayak basdı o mel‘ûn kalb-gâh-ı sırr-ı Kur‘ân’a

Aliyy ü Fâtıma Peygamber-i âhir zamân ağlar

(O me’lûn /Şimr/, Kur’ân sırrının kalbine / çadırına/ ayak bastı. Alî, Fatma ve âhir zaman peygamberi ağlar.)

24. Harem-gâh-ı Habîb-i Kibriyâ’ya doldu nâ-mahrem

Bizi hep öldürün derler sabîlerle zenân ağlar

(Yüce Peygamber’in haremine nâ-mahrem doldu. Sabîler / çocuklar/ ve kadınlar hepimizi öldürün diye ağlar.)

25. Çadırdan nâle vü feryâd yükseldi semâvâta

Melekler sordular n’oldu dediler teşnegân ağlar

(Çadırdan göklere doğru çığlıklar yükseldi. Bu çığlığı duyan melekler sordular, ne oldu? Susuzlar ağlıyor, dediler.)

26. Döküldü hûn-i mazlûmân yere yer mâteme girdi

Melekler titreyip inler felekde kehkeşân ağlar

(Mazlûmların kanı yere döküldü, yeryüzü mâteme büründü, melekler titreyerek inler, gökte yıldızlar /Samanyolu/ ağlar)

27. Nîsâ-yı Ehl-i Beyt üryân ü giryân kaldı çöllerde

Çöl ağlar, dağlar ağlar, vâdi-yi berr ü yaban ağlar

(Ehl-i Beyt’in kadınları ağlayarak, çırılçıplak bir halde çöllerde kaldı. Çöl ağlar, dağlar ağlar, yakın ve uzak vâdiler ağlar.)

28. O şâhın derdi etmiş cümle insânoğlunu giryân

Bilenler bilmeyenler hep bu derd ile inan ağlar

(O Şâh’ın derdi bütün insânları ağlatmış, inan ki bilen bilmeyen herkes bu dert ile ağlar.)

29. Gelip bir kaç deve çûlsuz yularsız Şimr-i mel‘ûn der

Bugün Şam’a sefer lâzım bu emri her duyan ağlar

(Mel’ûn Şimr birkaç çulsuz, yularsız deveyle gelerek, ‘bugün Şam’a sefer lâzım’ der. Bu emri duyan herkes ağlar.)

Kerbelâ esirleri kervanı, H. 61 yılı, Muharrem’in 19’unda Kufe’den Şam’a doğru hareket etti. 12 gün sonra Şam’a getirildiler.

30 Deve üryân, ciğer püryân yürürler aç susuz sibyân

Deve ağlar, ceres ağlar, yol ağlar, kârbân ağlar

(Çocuklar, çıplak bir deveyle, aç susuz ve ciğeri yanmış bir halde yürürler. Deve ağlar, çan ağlar, yol ağlar, kervân ağlar.)

31. Meşakkatle develer kat‘-ı menzilden kalıp bî-tâb

Düşüp yollarda ma‘sûmân eder âh u figân ağlar

(Develer, bin bir zorlukla yol katetmekten güçsüz düştüler. Yollarda masûmlar âh ve figân ederek ağlar.)

32. O yollarda o çöllerde o ıssız gurbet ellerde

Sekîne Zeyneb’in ahvâline hûr-i cinân ağlar

(O yollarda ve çöllerde, o ıssız gurbet ellerde /İmâm Hüseyn’in kızı/ Sekîne ve / kardeşi/ Zeynep’in hallerine cennetin hûrîleri ağlar.)

Temimli Kura şöyle demiştir:

“Kerbelâ’da öldürülenlerin yanından geçerlerken kadınların ağlayıp dövündüklerini gördüm. Ben her şeyi unutsam bile, Fatıma’nın kızı Zeynep’in söylediklerini unutamam. Allah’a yemin ederim ki kardeşi İmâm Hüseyin’in bedeninin yanından geçtiği esnadaki yıkılışı, çırpınışları ve sözleri dost-düşman herkesi ağlattı.”

Hz. Zeynep’in, kardeşi İmâm Hüseyin’in başsız bedeninin yanından geçtiği esnâda dudaklarından şunlar dökülüyordu:

“Allah’ım! Bu kurbânı bizden kabûl et!”

“Ey bütün gökteki meleklerin kendisine salât ve selâm gönderdikleri Muhammed’im! Bedeni parça parça edilen, bu çölde yere serilen ve topraklar içerisinde kalan bu kişi senin Hüseyin’indir.”

Üçüncü sözünde, annesi Fatıma Zehra’ya seslenerek şöyle der:

“Ey Anneciğim! Ey Fâtıma Zehrâ! Ey dünya kadınlarının en hayırlısı! Kerbelâ çölüne bir bak da düşman toprağı üstündeki oğlunun başını, kanlar içindeki bedenini ve eyersiz katırlara bindirilen esâret altındaki çocuklarını bir gör!”

“Ben o kardeşin /Hüseyn’in/ çadırının iplerine kurbân olayım! Cânımı fedâ ettiğim kimseye kurbân olayım! Yaralı gönül ve susuzluktan kurumuş dudaklarla şehîd edilene kurbân olayım! Damarlarından kanlar akan o sevgili ve şefkatli olana kurbân olayım! Ben dedesi Peygamber, nenesi Hatîce, babası Alî ve annesi dünya kadınlarının efendisi olan kimseye kurbân olayım. Ben, üzerine gün doğuncaya kadar namâz kılan kimseye kurbân olayım!”

Son sözünde ise Hz. Peygamber’in sahâbelerine yönelerek şöyle seslendi:

“Ey hasret ve keder içerisindeki gönül! Bugün dedem Allah Resûlü artık hayâtta değildir. Ey Peygamber ashâbı! Onları esirler gibi yola koymuş ve götürüyorlar.”

“Zeynep’in sözlerini işitenlerin hepsi -Yezîdîlerin askerleri de dâhil- orada bulunan herkes bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Esir alıp katliam yaptıkları yerden geçirdiklerinde, İmâm Hüseyin’in kızı Sekîne, kendini deveden atarak babasının kanlı cesedini kucakladı, ağladı, feryât ve figân etti. Orada hazır olanların hepsi onunla birlikte ağlamaya başladılar. Bu şekilde kendinden geçinceye kadar ağlamaya devâm etti.

33. Dikildi nîzeye sultân-ı kevneynin ser-i pâki

Çıkıp bir nûr olur arş sâyesinde sâyebân ağlar

(İki cihân Sultânı Hüseyn (a.s.)’in tertemiz başı mızrağa dikildi. Bir nûr gibi yükselip arşın gölgesinde ağlar.)

34. Nihâyet bir sabâhdı Şam’a dâhil oldular âh Şam

O tali’siz misâfirler konuldu hâne hân ağlar

(Nihâyet bir sabah Şam’a girdiler, âh Şam, o talihsiz misâfirler bir hana / konağa/ getirildi. Han ağlar, hane ağlar.)

Daha sonra buraya “Meşhed’un-Nukte” denmiş ve Hüseyn Efendimizin kanının damladığı halının olduğu yere bir türbe inşâ edilmiştir.

35. Yezîd’in askeri oynar güler yapmışdı şehrâyin

Şehir ağlar kûra ağlar yanar deyr içre çân ağlar

(Yezîd’in askeri gülüp oynayarak şenlik yapmıştı. Onlar eğlenirken şehir ve köyler, kilisedeki çan yanarak ağlıyordu.)

36. Benât-ı Ehl-i Beyt’i câriye gönderdiler Rûm’a

Görüp Rûm Kayseri oldu esîr-i nâtuvân ağlar

(Ehl-i beytin kızlarını Rum’a cariye olarak gönderdiler. Rum Kayseri bu çaresiz ve güçsüz esirleri görünce ağladı.)

37. Bahâ-yı hüsnüne bir dilberin bin kişver-i ma‘mûr

Verilse az gelir ikrâh eder de hüsn ü ân ağlar

(Bin tane mamûr belde bir sevgilinin güzelliğinin pahası olarak verilse, az gelir. Buna, güzellik tiksinir de ağlar.)

38. İki meh-peykere dîn-i Mesîhi etdiler teklîf

Dediler sümme-hâşâ tâ-be-mahşer mü‘minân ağlar

(İki ay yüzlüye Hıristiyanlık’ı teklîf ettiler, onlar da “Sümme hâşâ/kat’iyyen olmaz!” dediler, ta mahşere kadar müminler ağlar.)

39. Temennâ-yı visâle mâni oldu gayret-i Mevlâ

Dediler bunlara hîç el sürülmez râhibân ağlar

(/Ehl-i Beyt’in câriye olarak satıldıkları yerde/ Cenâb-ı Hakk’ın gayreti /İlâhî kıskançlığı/ onları alan Hıristiyanlar’ın vuslat arzûlarına engel oldu. Dediler ki bunlara kesinlikle el sürülemez. /Bizim rahipler bunların hâlini yani iffet ve ismetini görseler/ gözyaşlarını tutamazlar.)

40. Mübârek bir gece ol iki meh-rû hasbetenlillâh

Fedâ-yı dîn ü nâmûs oldular hep hûriyân ağlar

(Mübârek bir gece o iki ayyüzlü Allah rızâsı için dîn ve nâmûslarını fedâ ettiler. Buna şâhid olan bütün hûrîler ağladı.)

41. Bu hâle ağlayan gözler görür elbetde dîdârı

Bunun gâfilleri ağlar muhakkak câvidân ağlar

(Bu hâle ağlayan gözler elbette sevgilinin cemâlini görür, bunun gâfilleri muhakkak ebediyyen ağlar.)

42. Belâ-yı Ehl-i Beyt’i yazmağa imkân mı var aslâ

Söz ağlar, söyleyen ağlar, kalem ağlar, yazan ağlar

(Ehl-i Beyt’in başına gelen musibeti yazmaya aslâ imkân yoktur. Bunu anlatan söz ağlar, söyleyen ağlar, kalem ağlar velhâsıl yazan ağlar.)

43. Hüseyn ağlar gözü yaşı olur âlemlere rahmet

Yezîd ağlar gözü yaşı olur la‘net-feşân ağlar

(Hüseyin ağlar, gözyaşı âlemlere rahmet olur. Yezîd ağlar, gözyaşlarıyla etrafa lânet saçar.)

44. Yezîd bir nâm-ı dünyâya değişdi şân-ı ukbâyı

N’idem ol nâm-ı mel‘ûnu kim nâm ağlar nişân ağlar

(Yezîd, âhiretin şânını /gelip geçici ve boş/ bir dünya nâmına değişti. O mel’ûnun nâmını ne yapacağım ki? Nâm ağlar, nişân ağlar.)

45. Evet hazmetmemişdi Âl-ı Süfyân dîn-i İslâm’ı

Resûlün âline yaptıklarına kâfirân ağlar

(Evet, Süfyân oğulları, İslâm dînini hazmetmemişti. Resûlullah’ın ailesine yaptıklarına kâfirler ağlar.)

Ebu Süfyân 561 yılında Mekke’de doğdu. Zengin bir aileye mensûptu. Babası Kureyş’in ileri gelenlerindendir. Hazret-i Peygamber’in davetine icâbet etmeyip ona cephe almış özellikle Uhud ve Hendek savaşında müşriklerin komutanlığını yaparak müslümânları katletmiştir. Müslümânların Mekke’nin fethi öncesinde çocukluk arkadaşı olan Abbâs’ın tavsiyesiyle Peygamberin huzûruna çıktı. Hazret-i Peygamber’in İslâm’a davetini kabûl ederek müslümân oldu. Bazı kaynaklar samîmî bir müslümân olduğunu bildirmelerine rağmen ehlullah bunu şüpheyle karşılamıştır. Ne hikmettir ki hakîkati göremeyen Süfyân’ın Yermuk savaşında bir gözü kör olmuş ve 652 yılında Medine’de ölmüştür. Oğlu Muâviye bilindiği gibi ehl-i beyt muârızlarındandır. O da Hz. Alî (k. v.)’ye isyan edip kendisini halîfe ilan ederek 661 yılında babadan-oğula geçen saltanata dayanan Emevî Devleti’ni kurdu. Oğlu Yezîd de iktidâr hırsı ile Kerbelâ hâdisesinin müsebbibi olmuş ve Ehl-i Beyt’i katletmiştir. Kemâlî Hazretleri Süfyânoğullarının İslâm’ı samîmî olarak kabûllenmedikleri konusunda Hak erenlerce kabûl görmüş umûmî düşünceyi dile getirmektedir.

Niyâzî-i Mısrî Efendimiz de Hak erenleri kabûl etmiş görünen, daha doğrusu hakîkat körü, soğuk nefesli dil müslümânları için “Süfyânî” tâbirini kullanır:

Şol ki Süfyânî artdı tuğyânı

Oldu şeytânî cân gözü kördür

Azdırır halkı bezdirir Hakk’ı

Kizbi çok sıdkı binde bir yokdur

Hakk’a kul ol kul, olasın makbûl

Dil müselmânı şâhid-i zûrdur

Mısrî’nin dînde izzeti zinde

Cümle milletde Hamzavî hordur

46. Alî nûrunu itfâdan garazdı dini mahvetmek

İmâmü’l-Müctebâ’ya verdiler zehri yılan ağlar

(Alî’nin nûrunu söndürmekten maksat dîni mahvetmekti. Seçilmiş İmâma /Hz. Hasan (a.s.)/ zehir verdiler. Zehri aldıkları yılan bile buna dayanamaz ağlar.)

Muâviye Hz. Alî’nin öldürülmesinden sonra iktidâr hırsına kapıldı. Hz. Hasan’a karşı savaş açtı. Bunun üzerine Hz. Hasan müslümân kanı dökülmesin istediyse de bir kısım komutanlar kendisine ihânet etti ve Muâviye ile hilâfeti Muâviye ölünceye kadar kendisine devredeceğini bildirdi. Muâviye hilâfet ordusunun dağıldığını görünce antlaşmayı bozdu ve gasp yoluna gitti. Nihâyet Hz. Hasan, Muâviye tarafından satın alınan eşi tarafından zehirlendi (M. 669).

47. Geçip mihrâb-ı dîne düşmen-i îmân imâm oldu

Bozuldu vahdet-i İslâm namâz ağlar ezân ağlar

(İmân düşmanı /Muâviye/, İslâm’ın mihrâbına geçip imâm oldu. İslâm birliği bozuldu, namâz ve ezân ağlar oldu.)

48. Atıp zindâna Zeyne’l-Âbidîn’i etdiler mahbûs

Cefâ bitmez güneş girmez sebâ etmez vezân ağlar

(Zeynelâbidîn’i zindâna atıp hapsettiler, eziyet bitmez, güneş girmez, rüzgâr esemez, ağlar.)

İmâm Zeynelâbidîn, Hz. Alî (k. v.)’nin oğlu Hüseyin’in oğludur. Kerbelâ hâdisesinde hasta olduğu için kafilede yoktu. Yezid kendisinin Medine’de yaşamasına izin vermişse de Kerbelâ’dan sonra siyâsete girmemekle birlikte- Kur’ân’ın ve Resûlullah’ın öğrettiği İslâm’ı halka anlatıp Emevî siyâsetinin yanlışlığını gözler önüne serdiğinden ötürü yıllarca zindân hayâtı yaşadı ve nihâyet zehirlenerek öldürüldü (ö. 716, Medine).

49. Ezelden ağlarım akdı dü çeşmim kanlı yaşımla

Ne hâbım var ne râhat var yanan cismimde cân ağlar

(Ezelden beri ağlarım, iki gözüm kanlı yaşımla aktı, ne uykum ne de râhatım var, yanan tenimde cân ağlar.)

50. İki göz oldu âmâ ağlarım ey Kurretü’l-ayneyn

Kemâlî sûz-i derdinle nihân ağlar ayân ağlar

(Ey Resûlullah’ın iki gözünün nûru /Hasan ve Hüseyin (a.s.)/ sizin için ağlamaktan iki gözüm kör oldu. Ey Kemâlî! Derdinin yangınıyla görünen ve görünmeyen, gizli ve açık her şey ağlar.)

Osman Kemali Hazretleri / Mustafa Tatcı

YA VAR EKSİK YOK TAM İSE?

Eski Türkçede “barmak” bugün VARMAK dediğimiz kelime idi. B harfi Türk hançeresinde zamanla V’ye dönüyordu. Yâni “varış” ile “barış” aynı kökten gelmekteydi. Barışmak da varışmak!.

*

Hele “VARLIK” ile “VARMAK” ilişkisi üzerinde ne kadar durulsa yeridir. “Var oluş”u bir “varma çabası”na bağlasak ne çıkar?

Varlığı felsefe “ontoloji” diye adlandırıyor mâlum. Buradan Türkçedeki hikmete yeni bir ufukla baksak bize kim karışabilir?

“Varma” çabasının öznesi, durup o gayreti bir “noksan tamamlamak” olarak alsa kezâ!..

Bu varlık yolculuğu üzerinde düşünmeye kim müstağnî durabilir?

Varlığı eksikliğe, yokluğu tamlığa teşbih eden ecdâda hâlâ tepeden bakan yeniyetme ulemâya ise acımalı mı, onlardan dinlenip dinlenip kaçmalı mı, herkes kendi karar versin…

*

Ayır nefsini şeytandan, ki sırlar duyasın candan

A’tâlar ere Sultan’dan, yakîne ere gümânın.

Eğer hep varlığın versen, bu varlıktan seni yursan,

Ana yokluk ile varsan, dîdârın göresin anın…

Eşrefoğlu Rûmî Hz. Dîvan,sh.151

Şehâdetin formülünü anlatmış Eşrefoğlu dedemiz… Tabiî o da biliyor ve bildiriyordu ki “şehâdet” illâ muhârebede can vererek olmazdı. Her mü’min aynı zamanda bir şehîd olmalıydı…

Dr.Sait Başer

Modernizm ve İnsanın Ölümü

untitled-1

 

MODERNİZM VE İNSANIN ÖLÜMÜ

 

Ölüm, yaşamın içinde deneyimlenebilir bir durum olmasa da onu her konuştuğumuzda kaçınılmaz olarak yaşamı konuşuyor buluruz kendimizi. Bu nedenle ölümü konuşmak hayatı konuşmak demektir. Yaşam ve ölüm arasındaki bu geçişkenliğe Jung, “ölüm kaygısının temelinde yaşama korkusu vardır” diyerek işaret eder. Yaşam ve ölümüm bu iç içe geçmişliğini belki de en iyi Heidegger ifade eder. Ona göre “biyolojik olarak yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasına karşın psikolojik olarak iç içedirler. Ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır”. Bu yazının geri kalanını okuyun

Türkler ve Şamanizm

samanlar-kimdir-ne-yerler-ne-icerler_780x515-1

Soru: Türkler’in Şamanist olmadığını iddia ediyorsunuz ve “İslâm’dan önce Türklerin dini”ni Töre kavramıyla açıklıyorsunuz? Bu yazının geri kalanını okuyun

Terör ve Asimetrik Savaş

asimetrik-terör-ve-asimetrik-savaş

Terör görünümlü asimetrik savaş bizi nereye götürüyor?

3. Dünya Savaşı Başladı

Bugün gazetelere baktığımızda 3. Dünya savaşının başladığını görüyoruz. Yalnız bu savaşın silahları farklı, metodolojisi farklı, araçları farklı, hedefleri farklı, yöntemi aynı çok kirli… Böyle bir asimetrik savaş var, metodolojik savaş var. Bu savaşın gayri nizami harp savaşı olduğu için, bu savaşın yöntemlerini bilmek gerekiyor. Gayri nizami savaş tekniklerine uygun psikolojik savaş teknikleriyle buna karşılık vermek gerekiyor. Dünyada düşük yoğunlukla giden terörün şimdi görüyoruz ki bugün manşetlere baktığımızda, terör konusu 3. Dünya savaşı gibi sık sık önümüze gelecek. “Buna karşı ne yapacağız, güç odakları bunu nasıl kullanıyor?” Semboller kullanılıyor asimetrik savaşta, bunu konuşmamız önemli diye düşünmüştük. Bu yazının geri kalanını okuyun

Batı ve Türk-İslam Uygarlığı

12885789_10153854421213673_8590035436145234143_o

Çarpısan iki medeniyet var: Türk-lslam medeniyeti bin yıl fetihler yapmıs, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli basarıları var. ihtiyarlamıs. Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve baska.

Bence en esaslı fark: insana bakıslarında. Türk-İslam medeniyeti için insan uluhiyetin nusha-yi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesadüfi tefavütlerin dısında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu.

Batı evvela kendi insanına karsı zalim. Batının tarihi,bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dısında büsbütün azgınlasıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dıs dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği beserî kıymet yoktur.

Cemil MERİÇ

Tüm Gönül Dostlarıma Sevgilerimle

Tasavvuf ve Bilim

Kaynak: Jurnal 2. cilt sf 202

İnsan Çilesiyle Barışmak Zorunda

Баланс

İnsan çilesiyle barışmak zorunda. O çile bize en uygun terbiyedir. Çilemizle barışmamak, hakkımızdaki “takdir” ile kavga halinde olmak demek. Üstelik o çilelere hemen hemen daima kendimiz talip olduk! Çileni öp başına koy. Halis bir muhatabın bize tahammülündeki o barışıklıktan gelen tevekkülünden, muhabbetinden ibret al! Bu yazının geri kalanını okuyun

Ümmete Çağrı

Untitled-1

 

“İslâm ülkelerinin başında bulunanlara çağrı:
Size sesleniyorum. İslâm ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, kırallar, size sesleniyorum.

Türkiye’nin, Mısır’ın, İran’ın, Suriye’nin, Ürdün’ün, Pakistan’ın, Tunus’un, Cezayir’in, Fas’ın ve diğer İslâm ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum.

Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun, ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan, de Bu yazının geri kalanını okuyun