Blog Arşivleri

Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine

Untitled-1

Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine

 

Bu kürsüde tek başıma durmuyorum. Etrafımda sesler var, yüzlerce ses… Sesler her zaman benimle, çocukluğumdan beri.

 

Çocukken köyde yaşıyordum. Biz çocuklar sokakta oynamayı seviyorduk, ama akşamları, yorgun argın ninelerin -bizim orada nasıl derler- konuşlandığı banklar, mıknatıslıymış gibi bizi kendilerine çekiyordu. Hiçbirinin kocası, babası, erkek kardeşi yoktu. Savaştan sonra köyümüzde erkek olduğunu hatırlamıyorum. Savaş sırasında her dört Belarusludan biri, cephede veya partizanların yanında savaşırken öldü. Bu yazının geri kalanını okuyun

SÖMÜRGECİLİK VE ANTROPOLOJİ

malinowski-1024x599

SÖMÜRGECİLİK VE ANTROPOLOJİ

Antropoloji, Avrupa’nın imal ettiği bir ‘bilgi dalı. Kelime hem İslâm düşüncesinin hem de Osmanlının yabancısı. Çağdaş antropologlara göre, sosyal antropolojinin tarifi; insan toplumlarının ilmi. Ama tarih gösteriyor ki, bu toplumlar incelenirken boyuna ad değiştirmişler; İlkel, yabanî, arkaik, geleneksel. Bu vasıfların hepsi üçüncü dünyanın bütünü veya parçaları için kullanılmış. Üçüncü dünya konuşmamış şimdiye kadar, bu sessizlik döneminden yeni yeni çıkıyor» Yani kıtalar arasında bir diyalog olmamış. Üçüncü dünya neresi? Batının sömürgecilik iştihanı kabartan geniş ve dağınık bir ülkeler bütünü.

Antropoloji, Avrupa dışı toplumların belli tarihi şartlar içinde yorumu idi, onun ilkel, geleneksel, yabani, arkaik diye damgaladığı toplumların ortak özelliği: sömürgeleşmiş olmak. Çok defa sömürge olmağa elverişli oldukları için ilkellikle damgalandılar. Antropolojinin sömürgecilikle ilgisi, üçüncü dünyanın sömürgelikten kurtuluşu ile belli oldu açıkça. Sömürgeci emperyalizmle antropoloji çağdaş. İkisi de ondokuzuncu asrın ikinci yarısında doğdu. Bunun içindir ki evrimci antropoloji müspet bir ilimden çok Batı’nın çıkarlarım maskeleyen bir ideolojiydi.

Türk aydını, bu yeni ilimle uzun zaman ilgilenmemiş. Neden ilgilensin? Antropolojinin konusu da değil: başka kavimlere yutturmak istediği yalanlar da yok. Antropoloji çok yakın bir dönemde üniversitelerimize kabul edildi ama hangi merhalelerden geçtiğini, hangi cinayetlere gerekçe diye kullanıldığını hâlâ bilmiyoruz.

Şöyle diyelim: önce Viktorya çağının emellerini dile getiren bir antropoloji var. Bu dönemde alan inceleyen ile nazariyeçi kendi toplumları ile kaynaşmış kimselerdi. Hakikati araştırmaktan çok, kendi dünyalarının, kendi medeniyetlerinin üstünlüğünü kabul ettirmek istiyorlardı. Evet ama az çok rasyonel bir temele de dayanmak zorundaydılar. Bu temel, toplum içinde yaşayan insanın ayniyetidir. Morgan, «Eski Toplum» adlı eserinin ilk sayfalarından itibaren şöyle der:«insanoğulları aynı babanın çocuklarıdır, aynı ilerleme konaklarında aynı ihtiyaçları duyarlar, aynı sosyal şartlar”içinde kafalarının işleyişi de aynıdır.» Avrupa, bir yandan böyle derken, bir yandan da ilkel dediği kavimleri insafsızca kırıp geçirir. Şimdilik bu çelişkinin altını çizmekle yetinelim. Evrimcilik, insanın değerini tarihe dayanarak verir. Tarih, insanoğlunun kucağında yaşadığı tekdüze bir ortamdır. Gerçi, Comte’un Spencer’in Marx’ın tarih anlayışları birbirinden çok farklıdır ama hepsi de insanın birliği inancına dayanır. İnsanlar arasındaki farklar belli bir tarihî durumun eseridir. Bütün toplumlar aynı aşamalardan geçerler. Tek yönlü evrimciliğin anahtarı bu tarihi aşamalar yahut evrim aşamaları kavramıdır. Belli şartlar içinde ve belli bir coğrafyada bir araya gelen insanlar belli iktisadî, sosyal ve kültürel bütünler yaratır. Antropolojiye göre, medeniyetleri yaratan, maddî istihsal münasebetleridir. Her toplum belli bir anda, teknik ve ekonomik bir aşamayı temsil eder. İnsanlar hayvanca bir kalabalıktan yabaniliğe, yabanilikten barbarlığa, barbarlıktan medeniyete geçerler. Sanayi devrimi çağında, evrim merdiveninde yükseliş ölçüsü: teknolojidir. Zeka ilkelde de, barbarda da, medeni insanda da var. Bunun içindir ki insanlık, benzer şartlar içinde, aynı aletleri ve araçları yaratabilmiş, benzer müesseseler kurabilmiştir. 18. asır, Avrupa’nın inançlarına ters düşen herşeye, bâtıl inanç diyordu. Yeni antropoloji için, bunların hepsi de belli gelişme derecelerinde izahı yapılabilen alışkanlıklardır. Bugün bize saçma gelen bir çok âdetler, kaybolan bir toplumdan kalma artıklardır.

Geri kalmış ülkeler için rahatlatıcı bir ideolojiydi bu. Nasıl olsa onlar da kalkınacak, onlar da ayni istasyonlardan geçerek, batının refah seviyesine ulaşacaklardı. Yapılacak iş, sabır ve tevekkül içinde tarihin akışını beklemekten ibaretti. Evrimci antropoloji ile muarefeleri olmayan Cumhuriyet sonrası aydınlarımızdan bir çoğu Avrupa’nın sunduğu bu teseliyetkâr düşünceleri, tarihi maddecilik adı altında kolayca benimsediler. Fakat sömürgecilik düzeni yine de çöküyordu, hiç değilse Avrupa ilminin namusunu kurtarmak, kıtanın entellektüel hâkimiyetine gölge düşürmemek lazımdı. Bu sefer de fonksiyonalizm imdada yetişti…

Denildi ki eskiden antropolog kütüphanede çalışan soyut bir nazariyeci idi, alan araştırıcısı ise bir bilgi sağlayıcısı. Oysa şimdi antropolog, hem alanı inceler, hem de kendine özge kavramlarla alanın tasvirini yapar, yani hem araştırıcıdır, hem nazariyeci. Çağdaş antropolog, Viktorya dönemindeki meslektaşları gibi sömürgeciliğin destekleyicisi değildir, daha geniş, daha cihanşumül değerlere gönül vermiştir. Fonksiyonalizmin kurucuları için Avrupa, insanlığın bütünü olmadığı gibi en mükemmel temsilcisi olmak vasfından da uzaktır. Bir Malinowski’yi, bir Radcliffe-Brown’u hatırlayalım.

Malinowski’ye göre, antropolojinin amacı, yalnız başka kültürleri nazari planda sigaya çekmek değil, Avrupa medeniyetini de yargılamaktır. Şöyle der; «İnsanları robotlaştıran teknik terakkinin, insan dışı ve çılgın mahiyetini vurguladım diye karamsarlıkla suçlandım, iyi ama bir çoğunuz benim gibi düşünmüyor mu? Modern makinalaşmanınamaçsız hamleleri bütün ruhî ve sanatkârane değerler için bir tehdit değil mi? … Antropoloji, hiç olmazsa benim için, standartlaşmış medeniyetimizin dışına kaçıştır, bir nevi romantik kanat açıştı.»

Viktorya dönemi için antropoloji, medeniyet öncesi toplum biçimlerinin incelenmesi idi, amaç bu toplumları modern dünya ile kaynaştırmaktı. Malinowski için mesele çok daha çapraşık;  antropoloji batı kültürünün bambaşka kültürlerle teması sonucu doğmuştur, bu başkalık çabucak giderilebilecek mahiyette değildir. Böyle bir karşılaştırmanın nazari ifadesidir antropoloji ve önceleri bilimsel değildir. Antropolog, karşılaştırmalı frenskler çizeceğine, uzun zaman «alan»da yaşamalıdır, toplumu «içerden» anlamanın tek yolu bu. Eskiden bunun tam tersi olmuş, Frazer, totemizm üzerine oniki ciltlik bir deneme yazmış: «Altın Dal». Üstada sormuşlar: gidip gördünüz, mü yabanileri? ‘Ne münasebet’ demiş, ‘Allah saklasın. Bir başka antropologa (Lowie) sorarsanız, evrim aşamalarının tek çizgi halinde birbirini izlediği, palavradır. Gerçeği inceleyenler bilirler ki, sosyal gelişme hep aynı çizgiyi takip etmez, çeşitli ırklar çok eskiden ve hızla başka başka istikametlere yönelmiş ve birbirinden ayrılmıştır.

Her alanda basitten çapraşığa, insan topluluklarında ise aşağı düzeyden üst düzeye geçildiğini ileri süren nazariye hiç bir esasa dayanmıyordu, demek. Şu halde Avrupa’nın üstünlük iddiası da lâftan ibaretti. Bir toplumun teknik ve ekonomik alanda daha ileri olması, sosyal ve ahlaki bakımından da ileri olmasını gerektirmez. «İktisadî kalkınma gerçekleşince toplumun üyeleri arasında daha kâmil münasebetler kurulmaz mutlaka. Ne bilgelik artar, ne adalet şuuru. Belki aksi olur, zira (iktisadî gelişme ile insanın insanı sömürmesi daha da keskinleşir.» Kısaca, toplumların ilerleyişini yalnız ekonomik ve teknik seviyeye, başka bir deyişle, altyapıya bakarak değerlendiremeyiz. Daha doğrusu tek ölçü bu değildir. Medeniyetin bütün alanlarda üstünlüğü diye bir şey olamaz, olsa olsa teknolojik bir üstünlük, tabiat üzerinde egemenlik söz konusudur.

Çağdaş antropolojiden çok şeyler öğrenebiliriz ama hep ihtiyatlı olmak, iddiaların arkasındaki gerçek maksatları gözden kaçırmamak, Avrupa’nın her ileri sürdüğünü mutlak hakikat saymamak, hatta bunun tersine düşünmek şartıyla. Antropoloji İslâm dünyasını ciddi olarak ele almamıştır, alamaz da. Fakat çağdaş ilmin bütün buluşlarından yararlanmak İslâm dünyasının yan çizemiyeceği bir görevdir. Unutmayalım ki, hikmet müslümanm kaybedilmiş malı. Çağımız ilmi de, hikmetin bir parçası olduğu ölçüde dikkatle incelenmelidir.

Cemil MERİÇ

Tüm Gönül Dostlarıma Sevgilerimle

SufiCan

 

Martin Heidegger-Varlık ve Teknik

Adsız

Martin Heidegger-Varlık ve Teknik

Marx’ı nasıl Hegel’e göndermede bulunmadan anlamak mümkün değilse, Martin Heidegger’i de Edmund Husserl’a göndermede bulunmadan anlayamayız. Heidegger, Husserl’da zirveye ulaşan kartezyen felsefenin özne-nesne, algılayan-algılanan, düşünen-düşünülen dualizmine karşı çıkan çok farklı bir varlık felsefesi geliştirmiştir.

Husserl’a göre gerçekte şeylerin var olup olmadığı hususu felsefenin açıklığa kavuşturamadığı (ve belki de kavuşturamayacağı) bir konudur. Emin olabileceğimiz tek şey, algılayan bir bilincimizin ve bilincimizin yöneldiği fenomenlerin bulunduğudur. Yani bir anlamda, ontolojik problem paranteze alınabilir veya bir tarafa bırakılabilir. Fenomenler bilincin nesneleridir. Bunları bilincimizin nesneleri olmaları bakımından araştırabiliriz. Deneyimlenen şeyi, kendi özünde ne olursa olsun, deneyimimizin bir nesnesi olarak sistematik bir analize tabi tutabiliriz.

Heidegger bu fikirde değildir. İnsanın şeylere fiilen bağlanma şekli, temelde özne-nesne ilişkisi biçiminde gerçekleşmez. Özellikle, farkındalık ve bilinç hiçbir şekilde önkoşul değildir. Bunu bir örnekle açıklar. Bir demirci ustası elindeki çekici sallarken onun farkında bile olmaz. Çekiç, vurması gereken yere sanki kendiliğinden inip kalkar. Demirci işini yaparken, bir başkasıyla çok ciddi bir konuyu rahatlıkla konuşabilir. Araba kullanan bir insanın, vites atmak için bu olayı bilincinde canlandırma gereği duymaması da bu kabildendir.

Bu yazının geri kalanını okuyun