ANADOLU MAYASI

Anadolu mayası’ kavramlaştırması ile neyi kastediyorsunuz?

İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini

bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya, esastır, özdür. Mayasını, aslını esasını bilen, gönlüne

gelen, gönlüne çalınan kelamı bilen kendini bilir. Kendini bilmenin insan olmanın esası mayadır.

Anadolu maya demek öz demek. Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile

kastedilen Anadol u’ya Türkistan’dan gelen kelam’dır.

Bu kelam Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır. Bu kelam olmadan

beşerden insan olarak bahsedemeyiz. Anadolu’nun esası özü bu mayadır. Mayadır ne yapar.

Nasıl yoğurt yaparız. Mesela yoğurdun bir mayası vardır. Sütü uygun koşullarda ısıtır ve maya

çalarız. Maya çalındığı şeyi, sütü dönüştürür neye, yoğurda dönüştürür. Yani çalınan şeyin

kimliğini değiştirir. Kimlik nasıl değişir. Özünü değiştirir. Özünü değiştirmek yoluyla değiştirdiği

şeye birlik verir. O birlik itibariyle mayalanmış şey, dönüşmüş bir şeydir. Esası özü de o

dönüşmüş şeyin ona çalınan mayadır.

Kültür ile maya arasındaki fark nedir?

Mesela yoğurt mayalamakla, ıspanak ekmek arasında bir ayrım yaparak anlatabiliriz. Ziraat,

tarla kültürüdür. Kültürel örnek vermek istersek bunun güzel örneklerinden birisi ziraattir.

Tarlaya mesela ıspanak tohumu ekeriz. Uygun koşullarda bu tohumlar yeşerir, ıspanak olur.

Ispanakları devşiririz. Devşirmediklerimiz, tohumlarını verir. Vakti zamanı gelince de bunlar ölür

veya tarladan söker alırız. Bu süreç bir kültür sürecidir. Bu süreç itibariyle bir kimlik değişmesi

ortaya çıkmaz. Tarla tarla olarak kalır. Ispanağın tarlada yetişmesi yetiştiği ortamı dönüştürmez.

Ona yeni bir kimlik vermez. Kültürü kabaca ifade edersek, esasa, öze dair bir kimlik oluşturmaz.

Halbuki maya öyle değildir. Süte yoğurt mayası çaldığımızda ve tuttuğunda yoğurt olarak

dönüşmüştür artık geriye süt kalmaz. Sütün kimliği değişmiştir. Başka bir şey olmuştur. Maya bu

itibarla çalındığı şeyi dönüştürür. Ama nasıl dönüştürür? Farklı farklı şeyler olarak değil, birlik

vererek. Mesela inek sütünü, keçi sütünü karıştırıp mayalarsak ortaya çıkan yoğurt keçi, inek,

koyun yoğurdu değildir. Bir tek yoğurttur. Birliği de bu şekilde düşünebiliriz. Ama kültürde bu

manada bir birlik düşünemeyiz. Kültür daha ziyade dışsal koşullarla alakalıdır. Dışsal

değişimlerle alakalıdır. Maya içle alakalıdır. Asıl maya ile kültür arasındaki asli fark da budur.

Mayanın içe mahsus olması, kültürün dışa mahsus olması. Bu bakımdan Greko-Latin-Kilise

dediğimiz diyarın esası dışa mahsustur. Anadolu’nun esası ise içe mahsustur.

Cümle varlığın birliği ve beraberliğidir Anadolu mayasının esası? Değil mi?

Çünkü Anadolu mayasının esası Türkistan’dan gelen kelamdır. Kelam söz değildir. Önce bu

ayrımı dikkatli bir şekilde yapmamız gerekiyor. Söz, konuştuğumuz dile, lisana mahsustur.

Fikirdir, düşünceye mahsustur. Düşünceye bağlıdır. Halbuki kelam gönle mahsustur. Gönül

işidir. Mahalli gönüldür. Gönülde gelir, gönüle iner. Fikrin, düşüncenin, sözün, dilin mahalli

zihindir. Buradaki ayrım gönül ve zihin ayrımı olmuş oluyor.

Kelam ve söz ayrımı önemlidir. Kelam ve söz ayrımını anlamadan mayanın ne olduğunu

anlayamayız. Ne olduğunu anlamadan da insanın ne olduğunu bilemeyiz. Bu bakımdan ayrımı

dikkatle yapmamız gerekiyor. Demin onu söyledim. Söz dile mahsustur, düşünceye mahsustur,

kelam gönüle mahsustur. Ancak bizim anladığımız manada dilsel unsur değildir kelam. Kelam

cevherdir de diyebiliriz ama bunu dikkatli şekilde açmamız gerekir. Bu da çetin bir meseledir.

Anadolu’yu mayalayan ‘kelam’ın kaynağının Türkistan olduğunu söylüyorsunuz…

Kelam, Anadolu’ya mahsustur. Kelamın, Anadolu mayasının kaynağı Türkistan’dır.

Türkistan’da Yesi’de yetişmiş, büyümüş bir yüce insana mahsustur. Bu kelamın kaynağı kadim

demde hatem olan kelamdır. Yani ilk demde son olan kelamdır. Bu itibarla araya başka bir

safha koyamayız. Kelamdan bu şekilde bahsetmez isek, kelamı esas, asıl, öz, cevher olarak

düşünemeyiz. Dolayısıyla kadim demde hatem olan kelam, kadim demde hatem olana

mahsustur. Ona aittir. Ona gelmiştir ve söz olarak o söylemiştir. Bu itibarla esası bakımından

herhangi bir sosyolojik unsura da tabi değildir. Kelamın sosyolojik hiçbir yanı yoktur. Kelamı biz

beşeriyetin herhangi bir safhasına bağlamak istersek, kelamın esasına uymayan şeyler

söylemiş oluruz. Kelam zamana tabi değildir. Aksine zamanın tamamını kuşatır. Yani diyemeyiz

ki kelam şu tarihte geldi. O tarihte söylenen kelamın sözüdür. Tarihe bağlı olan kelam ile alakalı

sözdür. Onu kadim demde hatem olan söz olarak telaffuz etmiştir. Söz olarak telaffuz etmesi de

sadece ona mahsustur. Bu sebeple, kelamın sözünü, kelamın sahibinin telaffuz ettiği tarihe

bağlayabiliriz. Ama kelam zamana bağlanamaz. Bu bakımdan da kelamdan kadim demde

hatem olan kelam diye bahsederiz. Ne önceki bulunur ne sonrası bulunur. Bu şekilde de

söyleyebiliriz. Bu bakımdan beşerin düşünmek ve söylemek yoluyla idrakinin ötesindedir kelam.

Çünkü beşerin sözü ve söylemi zamana tabidir. Zamanın kaydı altında şekillenir. Oysa kelamı

bu manada bir kaydın altına alamayız. Alır isek o zaman kelam olmaktan çıkartırız. Tabi bunun

çok sıklıkla yapıldığını ve Aristoteles’in etkisinde yüzyıllar boyunca, demin anlattığım manada

kelama büyük zararlar verildiğini görüyoruz. Ayrıntılı olarak da açabiliriz, anlatabiliriz. Bu

bakımdan söz zamanın kaydı altındadır. Düşünceye ve idrake bağlıdır. Kelam bunların hiçbirinin

kaydı altında değildir. Ve sadece sahibine mahsustur. Kelamın sözünü kelamın mahalli söyler.

Kelam kime gelmiş ise eksiksiz olarak o sözü teşkil eden söze, dile döken kelamın mahallidir bu

anlamda.

Mahal ile yer farklıdır. Yer, herhangi bir şeye mahsus değildir. Bir yerde sandalye vardır,

sandalyeyi oradan alırsınız oraya bir masa yerleştirirsiniz. Dolayısıyla yer yerleştirilene tabi bir

şey olarak düşünülemez. Halbuki mahal, kelama tabidir. Yani kelamın indiği yere bir başka şey

yerleştiremezsiniz. Sadece kelama mahsustur. Onu oradan aldım, yerine bunu koydum

diyemezsiniz. Bunun da anlamı şudur. Kadim ve hatem olan sahibidir kelamın, anlamı budur.

Batı dediğimiz şeyin esası iki dildir : Biri Grekçedir, öbürü Grekçedeki kavramların geliştirilmesi

ve genişletilmesi sonucunda oluşturulan Latincedir. Bu iki dilde konuşanların, yazanların,

düşünenlerin, söyleyenlerin ürünlerinin kiliseyle çerçevelenmesi, kiliseyle zarflanması ki buna

Greko-Latin-Kilise diyarı demekteyiz. Bu diyarın esası fikriyattır. Sözdür. Bu diyarda kelam

bulunmaz. Halbuki Anadolu’nun esası mayadır yani kelamdır. Yani Greko-Latin-kilise

diyarındaki, bol bol düşünür, bol bol konuşur yazar, çizer ama özü yoktur. Anadolu’da

mayalanan konuşursa çok az konuşur, söylerse çok az söyler. Çoğu defa hiç söylemez. Ama

özü vardır. Aradaki fark bu şekilde anlatılabilir.

Batı insanı ile Anadolu insanını kıyaslar mısınız?

Batıda insan yoktur. İnsan olmak için özünü kelam kılmak gerekir. Kelamdan doğmak

gerekir. Ana hatlarıyla söylersek iki doğuş düşünebiliriz. Birisi biyolojik doğuştur ana babadan doğuş.

Öbürü de maya itibariyle söylersek asli doğuştur, kelamdan doğmaktır yani insan olmaktır.

Kelamdan doğmayan Anadolu anlamında insan olamaz. Yani eli vardır, ayağı vardır kaşı gözü

vardır ama bu öz itibariyle insan olmak demek değildir. Öz itibariyle insan olmak demek özünü

kelama bağlamak demektir. Kelamdan doğmak demektir. Batıda bu anlamda ne öz vardır,

batıdan kastettiğim tekrar söyleyeyim Greko-Latin-Kilise diyarında ne bu anlamda öz vardır ne

de Anadolu’daki anlamında insan vardır. İnsan Anadolu’ya mahsustur. İnsan olmanın esası kelam ile mayalanmaktır. Bu Anadolu’dadır. Benzeri başka hiçbir diyarda bulunmaz. Anadolu’ya mahsus bir iştir.

Nasrettin Hoca’nın göle maya çalmasının anlamı nedir?

Nasrettin Hoca kelam ile Anadolu’yu mayalayanlardandır ama anlayabilene, ama

mayalanabilene. Hem güleriz hem mayalanırız. Yani Nasrettin Hoca’nın sözünü gönlüne maya

edebilen elbette ki Anadolu’da mayalanır. Hoca’nın işi de budur.

Nasrettin Hoca düşünce ile gönül arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Anadolu gönül

üzerinden yürür. Nasrettin Hoca’nın yaptığı gündelik hayatın içinden gelen manzaralar yoluyla

kelama mahsus hakikati anlatmaktadır. Güldürmek tarafından. Ağlatmak yoluyla da olur.

Merkebe niye ters biner. Gösterir. Görün bakın der. Merkep sizin düşüncenize benzer. Siz

düşündüğünüzde aynen merkebe ters binmiş biri gibi gidersiniz önünüzü görmezsiniz sadece

katettiğiniz yolu görürsünüz, etrafı göremezsiniz. Düşünce böyle çalışır ama gönül başka türlü

çalışır. Gönlün esası farklıdır. Düşüncenin esası farklıdır. Gönül söze gelmez. Düşünceye

kapalıdır. Yani düşünmek yoluyla, dil yoluyla analitik olarak gönlü açamazsınız. Eğer bunu

açmak mümkün olsaydı, Greko-Latin-Kilise diyarının düşünürleri, mütefekkirleri Anadolu’ya

gönül ehli olurlardı. Oysa bu manada hiçbir mütefekkir Anadolu’ya gönül ehli değildir. Çünkü

düşünmek yoluyla, analiz yoluyla, rasyonalite yoluyla hakikati çerçeveleyemezsiniz. Kelamı

kuşatamazsınız, zaptedemezsiniz o anlamda.

Dil nedir?

Teologyanın Esasları kitabımda anlattım dilin ne olduğunu. Dilin ne olduğunu dile bakarak

açamazsınız. Dilin ne olduğunu anlayabilmek için nazariyata bakmak gerekir. Nazariyat nedir

sorusunun cevabını aramak gerekir. Dil bu itibarla bakacak olursak nazariyattan düşenin

seyretmek aracıdır. Dil bir seyretme işidir, manzara seyretme işidir.

Türkçe şunun için önemlidir. Türkçe kimliğimizin omurgasıdır. Sebebi, Türkistan’dan gelen

kelam Türkçe gelmiştir. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Türkistan’dan

Türkçe gelen kelam, kadim demde hatem olan kelamın Türkçe’ye tercümesi, tefsiri meali olarak

düşünülemez. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kelamın gönlünde açıldığı yüce insana

mahsustur. Kadim demde hatem olan kelamdır ve Türkçe olarak açılmıştır. Bu tefsir değildir,

tercüme değildir, meal değildir. Ve bu açıdan da Anadolu kimliğinin esasıdır. Anadolu kimliğinin

omurgasının Türkçe olması etnografik bir düşünce şekli olarak düşünülemez.

Kelamın etnografyayla hiçbir alakası yoktur. Irkla, cinsle hiçbir alakası yoktur. Kelam geneldir. Umuma

mahsustur. Herhangi bir ayrım gözeterek kelam inmemiştir. Ancak açılışı Türkçe’dir. Bu kelamı

Anadolu’da Türkçe ifade edenler doğup yaşamışlardır. Bu kelamın Türkçe olarak açılmış

olması, tercüme yoluyla asla ve esasa bağlanabilecek bir husus da değildir. Bunu rasyonel

olarak, analitik olarak, bir dil analizi yaparak çözümleme yaparak aslına geri götüremezsiniz.

Bir yapı nasıl esere dönüşür?

Yapıyla kastettiğimiz herhangi bir manada malzemenin birbirine bağlanmasıdır. Bir bireşim

içerisinde ürüne dönüştürülmesidir. Bu manada; bir evden, bir besteden, bir edebi metinden, bir

matematik teoreminden bir mantık teorisinden birer yapı olarak söz edebiliriz. Kastettiğimiz ise

insandan gelen izdir. Dolayısıyla soru şunu sormaktadır. Bağlanmış malzeme ile insandan

gelen arasındaki fark nedir? İnsandan gelen iz ile kastedilen gönüle mahsus olandır. Yani kelam

ile, maya ile, öz ile alakalı olandır. Siz bir malzemeyi diyelim, taşı, tuğlayı, demiri statik hesaplar

yaparak doğru bir şekilde yapıya dönüştürebilirsiniz. Bu yapının kendi parçaları itibariyle

tanımlanan, içi vardır, dışı vardır. Kendi parçaları itibariyle zemini vardır. Duvarları vardır ancak

yapının doğru, kurallara uygun şekilde yapılmış olması bunun eser olması anlamına gelmez.

Mesela gotik mimariyi düşünelim. Gotik mimaride unsurlar malzeme olarak ustaca birbirine

bağlanmıştır ve bir bütünlük tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bir yapıdır ama ortaya çıkanın bir eser

olabilmesi için- demin söylediğimiz- iç-dış ayrımının giderilmiş olması gerekir. Esere

dönüşebilmesi için yapının aşılması gerekir. Yapının aşılması demek, yapı üzerinden yapıyı

kuranın gönlüne temas edilmesi demektir. Mimar Sinan’ın bir eserini seyrederken siz Mimar

Sinan ile birlikte olduğunuzu hissederseniz. O yapının ne içi, ne dışı kalır ortada, taş da kalmaz

ortaya bir eser çıkar. Yani ustanın gönlünden gelen iz çıkar. Bu tarzda bir ayrım

Greko-Latin-Kilise diyarına mahsus estetik kuramlarında bulamayız. Çünkü o diyara mahsus

estetik kuramlarının esası özetle söylersek subjektif hissiyattır. Yani sizde uyandırdığı beğeni

duygusudur. Sizde ne ölçüde duygulara yol açtığıdır. Halbuki eserin bu manada duyguyla bir

alakası yoktur. Eser bir görüştür. O izin görüşüdür.

Kelamın olmadığı yerde eser olmaz. Eser, insanın olduğu yerde vardır. İnsan kelamın olduğu

yerde vardır. Her ne yerdir ki orada kelam yoktur, orada insan da yoktur. İnsanın olmadığı yerde

usta da yoktur, ustanın olmadığı yerde gönülden gelen iz olarak düşündüğümüz eser de

bulunmaz. O sebeple Batıda yani Greko-Latin-Kilise diyarında seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz bu

manada eser değildir. Yani şu vardır Batıdaki yapı kurallarına uygun yapılmıştır. Yani

müzikolojinin kurallarına, harmoninin kurallarına, mimarinin, estetik anlayışın, simetri kurallarına

uygun bir şekilde inşa yapılır. Ancak bunların hiçbirisi yapıyı esere dönüştürmez. Yapının

düzgün, doğru, sağlam bir yapı olmasını temin eder. Ama bunların hiçbirisi eser için yeter şart

değildir. Bir yapının eser olabilmesi demin dediğim şartlara bağlıdır.

Kelamın olmadığı yerde insan olmaz, insanın olmadığı yerde usta olmaz, ustanın

olmadığı yerde de eser olmaz.

Eser Anadolu’ya mahsustur. Greko-Latin-Kilise diyarında eser yoktur. Düzgün yapılar

vardır ama o düzgün yapılar kastettiğimiz manada eser değildir.

Mimar Sinan’ın bu kadar muhteşem eserler yapmasının sebebi nedir? Mimar Sinan Anadolu’da

mayalanmıştır. Mimar Sinan bir insandır. Mayası olan, kelamdan gelen bir insandır. Ve büyük

bir ustadır. Bu iki özellik yoluyla eser ortaya koymuştur. Eser ortaya kaymak, bir yapıyı kurallara

uygun şekilde inşa etmek demek değildir. Siz bir yapı inşa edebilirsiniz. Düzgün bir yapı olarak

ortaya koyarsınız. Bu matematikte bir teorem olabilir, mantıkta bir teori olabilir. Bir ikametgah,

bir ibadethane, bir şiir olabilir. Bağlamak birlik vermek değildir. Esere dönüşenin birliği vardır.

Birliğin kaynağı da kelamdır. Kelam olmadan yapıya, yani bağlanmış malzemeye birlik vermek

mümkün değildir. Birliğin kaynağı o yapıyı kuran ustanın kelam ile olan alakasıdır. Burada

subjektif duyguların falan hiçbir etkisi yoktur. Ne zaman ki o birliği verir ve o çokluk tekliğe

indirgenir ve siz o teklik içinde farkları kaldırırsınız ortada ne iç kalır, ne dış kalır Mesela Mimar

Sinan’ın Şemsi Paşa Camiinde ne iç vardır ne dış vardır. Ne deniz vardır, ne kara vardır.

Hepsiyle bir bütündür. Bir birliktir. Baktığınızda her şeyiyle bir tek görürsünüz. Şemsi Paşa’yı

çeker ordan alırsanız Üsküdar’ı bitirirsiniz. Yani sanki yaratılıştan o orda imiştir. Eser odur. Ama

yapı, yapı öyle değildir.

Tefsir nedir?

8., 9. yüzyıldan itibaren başlayan bir fikri faaliyet alanı değildir. En az birkaç bin yıllık geçmişi

vardır. Bu itibarla bir diyara mahsusen tefsiri düşünemeyiz. İkincisi belli bir zamana mahsus

olarak düşünemeyiz. Ama tefsirden bahsettiğimizde kastedilen düşünceye bağlı bir açma

faaliyetidir. Anadolu mayasında anlattığım şekliyle, özetle birkaç cümleyle söyleyecek olursam

tefsir, yerden mahalle giden yolu düşünce esasında arama faaliyetidir. Yani sözün mekanından

kelamın mekanına düşünmek yoluyla bir geçiş aramaktır. Böyle bir geçiş imkanı maalesef

bulunmaz. Eğer bulunsaydı o zaman kelama gerek kalmazdı. O zaman Greko-Latin-Kilise

diyarının mütefekkirleri Anadolu’ya kelam ehli olurdu. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu

ilahiyatçılara çok kötü dokunuyor ama ne yapayım. Yani tefsirin esası özü budur. Yer ile mahal

arasındaki farkı düşünce yoluyla gidermek faaliyetidir. Bu çok genel bir ifade şeklidir. Yani hem

Greko-Latin-Kilise diyarındaki felsefe fikriyatı kuşatır, hem kabalayı kuşatır, hem daha sonraki

dini metinleri ve teolojiyi kuşatır. Özü budur tefsirin.

Anadolunun mayalanması Anadolu’da yaşamış kavimlere ait kültürlerin antropolojik sentezi

olamaz.

Kelam ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelam. Ve her daim bizatihi

kendisidir. Her daim bizatihi kendisi olan ve zamanın kaydı altına girmeyen hiç bir şekilde bir

başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur. O

doğduğu şekliyledir. O doğduğu ahvalindedir ve hep öyle kalır. Yani, sabittir, tek bir şeydir.

Kendisiyle hep aynıdır. Bu itibarla Anadolu’dan birçok kavimler geçmiştir binlerce yıl boyunca.

Bu binlerce yılın geriye bıraktıkları vardır. Bu geriye bırakılanlar sentezlenmiştir. Terkibe

girmiştir. Genişlemesine yol açmıştır Anadolu’daki kavimlerin. Sonra gelen önce gelenden bazı

şeyleri miras olarak almıştır. Ama bu miras olarak alınanların hiçbiri kelam değildir. Senteze tabi

olan, zamana tabi olan değişmeye, dönüşmeye tabi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır.

Kelam kültür değildir. Aksi takdirde kelamın inmesinden önceye mahsusen kelamın izini

bulabilmemiz gerekirdi. Böyle bir izin bulunmasından bahsedemeyiz. Dolayısıyla bir an vardır. O

iniş anıdır. O geliş anıdır. Doğuş anıdır ve onun ne öncesi o anda kayıtlıdır ve mevcuttur ne de

o an doğan önceden bir şey almıştır. Farklı bir yerden gelmiştir. Böyle söyleyelim, teşbih olsun

diye.

Endülüs mayasının uğradığı kırımla, Anadolu mayasının karşılaştığı yok olma, yok edilme

tehlikesi aynı mıdır?

Aynıdır tabi. Endülüs’te bir maya var idi. Ve modernitenin başlatılması, Endülüs mayasının o

topraklardan çıkartılmasına bağlanmıştır. Ve o mayayı ayakta tutanlara bir kırım uygulanmıştır.

Ve o Kırım’ı uygulayanlar Greko-Latin-Kilise diyarıdır. Aynı kırımı Anadolu’ya da uygulamak

istiyorlar. Çünkü Greko-Latin-Kilise diyarının bekası Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok

edilmesine bağlıdır. Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Kendi haliyle kendi

ahvaline göre. Anadolu mayası yok edilirse Greko-Latin-Kilise diyarı sökülüp atılmış olduğu bu

coğrafyaya yeniden gelecektir. Papa bunun için gelmiştir. Burası benim diyarım demek için

gelmiştir Anadolu’ya. Ve ne yazık ki, Papanın yanında konuşanlar ve Anadolu’yu temsil etmek

durumunda olanlar gereken şeylerin asgarisini dahi söyleyememişlerdir. Papa sadece onun için

gelmiştir. Anadolu kilisenin yeşertildiği coğrafyadır. Türklerin öncesinde. Onun için söylemiş ima

etmiştir kendisi de. Burası benim ikinci vatanım demiştir. İnşallah bunları muhakkak idrak

edenler, görenler vardır ve buna göre davranacaklardır. Arabistan’daki Vahabiler Anadolu’da da

damar sürmüştür. Vahabiliğin esasıyla kilisenin esası aynıdır. Esas iktidardır. Başka hiçbir esas

yoktur. Ve bu iktidar esasında ele geçirmektir. Hükümran olmaktır. Tabi Vahabiyle kastettiğimiz

teoloji açısından söyleyecek olursak geniş anlamda Sodom ve Gomore’yi kastederiz.

Kadim demde hatem olan kelamın söze döküldüğü ki, o zamanın kaydı altındadır. Tarih

öncesinde Arabistan’da yaşamış olup da dökülen sözün şartlarına dış kabuk esasında uyup,

ama sözü dökülüş öncesi itibariyle kendi esaslarını muhafaza edenlerdir Vahabiler. Dolayısıyla

davranış ve kabuk bakımından siz zannedersiniz ki söze dökülen kelamın gereğini esasını

yerine getirirler. Bu böyle değildir.

Modernleşme mayayı ne ölçüde etkilemiştir?

Batılılaşma, modernleşme mayayı hiçbir şekilde etkilememiştir. Nasıl etkilesin ki. Batılılaşma,

modernleşme zemini esası fikriyat olan, söz olan kültür olan bir faaliyetten ibarettir. Değişkendir.

Kılık değiştirir. Ancak, kelam öyle değildir. Kelam etkilenmez. Ama terk eder gider. Onun için

dikkat etmek gerekiyor. Anadolu’yu terk etmesin diye.

Kitabın sonunda bundan kısmen bahsettim. Eğer sözü ağırlıklı hale getirirsek, fikriyatı ağırlıklı

hale getirirsek kendi öz kimliğimizi, kendi esasımızı, kendi öz mayamızı açamaz isek, bilemez

isek, birliğimizi bozar isek o zaman kelam bu coğrafyada durmaz, buradan gider. Ama kelamın

etkilenmesini düşünemeyiz. Mesela batı yani Grek-Latin-Kilise diyarına mahsur düşünürlerden

Kant diyelim Schopenhauer’i etkilemiştir. Schpenhauer Kant’ı okuyarak, Kant’ı hareket noktası

alarak yeni bir fikriyat geliştirmiştir. Bu fikriyatın bir kısmı Kant’ın söylediklerine uygundur, bir

kısmı ise Kant’ın fikriyatının reddedilmesine dayanır. Dolayısıyla Schaupenhauer üzerinde

Kant’ın etkisinden bahsedebiliriz. Benzer olarak Schopenhauer’ın daha sonraki yıllarda,

günümüze daha yakın dönemlerdeki düşünürler üzerindeki etkilerden de sözedebiliriz. Fikriyat

ve kültür etkileşme içerisinde ilerler ve devam eder. Ancak kelamdan, kelamın etkilenmesi

demek, kelamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi demektir. Böyle bir şey mümkün değildir. Esas

itibariyle mümkün değildir. Kelama temas edemezsiniz ki onu değiştirebilesiniz. Etkilediğiniz ve

değiştirdiğinizi zannedebileceğiniz şey ancak kelamın belli bir kültür içerisindeki tezahürüne

mahsus unsurlardır. Bizatihi kelamın kendisi değildir. Kelamdan hiçbir şey çıkartamazsınız,

nokta dahi ekleyemezsiniz. Öyledir, o kadardır, sabittir, zamanın kaydı altında değildir. Ve

sadece inene mahsustur. Fikir konuşanlara mahsustur. Aktarabilirsiniz. Ama bu manada kelamı

bir fikir olarak aktaramazsınız. Düşünerek fikir oluştururusunuz. O fikri savunursunuz. Bazıları

kabul eder, bazıları etmez, bazıları kısmen kabul eder ama düşünerek kelam oluşturamazsınız.

Düşünmek yoluyla dolayısıyla dil esasında kelam tesis edemezsiniz. Kelamın sözü vardır.

Kelamın sözünü sadece kelamın sahibi söyler. Ve sadece ve sadece o sözü dinleriz veya

okuruz. Ama ona ne bir şey katabiliriz ne ondan bir şey eksiltebiliriz. Ne de onun üzerinde bir

muhakemede bulunabiliriz. Çünkü kelamın sözü üzerinde muhakemede bulunmak demek bir

şekilde o söze katmak, eklemek demektir. Halbuki kelamın sözüne katmak eklemek yapabilecek

olan kelamın sahibidir. Dolayısıyla neresinden bakarsak bakalım kelam etkilenmez. Kelam

etkiye tabi bir şey değildir. Fikir etkilenir. Düşünce etkilenir,. Ama kelam mahiyeti itibariyle

etkilenecek bir şey değildir.

Kelamın olmadığı yerde insan da olmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz.

Dolayısıyla bir Batı medeniyetinden söz edemeyiz. Bunlar hep afaki, hayali fikirlerdir Batı

medeniyeti diye. Medeniyet insana mahsustur. İnsanın olduğu coğrafyaya mahsustur. Bu

manada batıda insan bahsetme imkanımız bulunmaz. Kimin insanından bahsedeceğiz.

Kilisenin insanından mı? Kilisenin insanı mı vardır? Dante’nin insanı mı vardır? Niçe’nin

insanı mı vardır? Batı insansızdır. Bizim anladığımız manada insan teşkil olunamamıştır.

Yığın vardır. Batının bireyi yığınsaldır. Yığının bir unsurudur. Halbuki Anadolu’nun bireyi

ferttir. Ferdi bireydir. Sebep, Grek-Latin-Kilise diyarındaki bireyin dayanağı yığının

esaslarıdır. Yani kilisedir. Anadolu’daki ferdi bireyin dayanağı Türkistan’dan gelen

kelamdır. Yani bizatihi kendi özüdür, kendi esasıdır. Yığına dayanılarak ferdi birey

olunmaz. Ferdi birey olunmadan insan olunmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet

olmaz. Medeniyet Anadolu’ya mahsustur. Teknoloji ile medeniyeti karıştırmamak gerekir.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesinin yolu nedir?

Kelamdan doğan insan ne kendisine acı verir ne de başkasına. İnsan olan için cümle yaratılmış

birdir. Kurdun, kuşun, böceğin, otun, çöpün ötekiler bir, ayrı gayrı söz konusu değildir ama insan

olan için. Biyolojik olarak doğarak insan olunmaz. İnsan olmak için Anadolu’da Türkistan’dan

gelen kelamdan doğmak gerekir. Türkistan’dan gelen kelamdan doğarsanız Anadolu’ya insan

olursunuz, Anadolu’da mayalanırsınız o vakit cümle varlığın birliği nedir o yolla anlarsınız. Ama

bu düşünerek, analiz yapılarak, muhakemeye tabi kılınarak anlaşılacak bir şey değildir. Olsaydı

Batıda görürdük Greg-Latin-Kilise diyarında görürdük böyle bir şey söz konusu değildir.

Medeniyet içindeki kriz nedir? Bundan çıkmanın yolları nelerdir?

Anadolu mayası bir krizle karşı karşıya değildir. Kelamın krizi olmaz. Kriz topluma mahsustur.

Bireye mahsustur. Bu krizin esası da kimliğin doğru şekilde açılamamasıdır. Anadolu Türk

Kimliğinin esaslarının ortaya konamamasıdır ve Anadoludaki bireyin Grek-Latin-Kilise diyarına

teba yapılmak istenmesidir. Toplumun krizi buradan kaynaklanmaktadır. Bu krizi aşmanın yolu

da okumaktır, çalışmaktır, dil öğrenmektir. Esaretten kurtulmaktır. Bireysel özgürlüğü

kazanmaktır. Doğru düzgün düşünmeyi öğrenmektir. Alınteri dökmektir. Ama teba olmak

değildir. Grek-Latin Kilise diyarının tebası değiliz. Eğer o yöne saparsak kelam Anadolu’dan

gider, o zaman Anadolu yok olur. Anadoluyu Anadolu yapan Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu

kelamın burada kalması da mayalanmaya bağlıdır. Kim ki mayalanır o kelamı sağlam tutar.

Mayalanma düşünme, öğrenme, konuşma değildir. Mayadan doğmaktır.

Sadece Batı değil, Arabistan kimliğine dönerseniz de kendi kimliğinizi yok edersiniz. Bu tek

taraflı değildir. Anadolu Türk Kimliğinin esası ne Arabistan kültürüdür ne de Grek-Latin-Kilise

diyarıdır. Kendi özümüzü, kendi mayamızı açabildiğimiz takdirde bunu görürüz. Bunu

gördüğümüzde anlarız ki, ne Arap kültüründe ne Grek-Latin-Kilise diyarında bizim esasımıza

dair herhangi bir şey bulunmaz. Kadim demde hatem olan kelam Arap kültürüne mahsus

değildir. Aksi takdirde kelamın belli bir döneme ait olduğunu söylemiş oluruz. Bunu söylersek

kelamı göndereni inkar etmiş oluruz. Çünkü kelam kainattadır. Ne belli bir zamana ne belli bir

zümreyedir. Sözdeki açılış itibariyle öyleymiş gibi görünür cevher olması cihetinden durum

farklıdır. Zamanın kaydı altına girer o zaman da cevher olmaktan çıkar yani kelam olamaz.

Dolayısıyla kelam olabilmenin şartı, genelidir, umumadır. Hiç bir ayrım gözetmeden. Aksi halde

kelam olmaz.

Arap kültürüyle alakalı değildir Anadolu’daki Türk kimliği, yani Anadolu Mayası (bu herhangi bir

düşmanlık değildir) Çünkü Türkistan’dan gelen kelamın esası birliktir. Varlığın birliğidir

dolayısıyla ayrı gayrı yoktur. Arap dünyasını da Grek-Latin-Kilise diyarını da ayrı gayrı tutmaz.

Grek-Latin-Kilise diyarı kendi varlığının devam edebilmesi için düşmanlık eder. Kelam ile

mayalananın kelamın indiğiyle bir düşmanlığı olabilir mi? Olamaz. Esası birliktir. Ama

Grek-Latin-kilise diyarında kelam bulunmaz. Esası fikriyattır. Kilisedir. Bu itibarla da kendini

dönüştürebilecek olan şeye can düşmanlığı eder. Bu bakımdan bizim Arap kültürüyle de

alakamız bulunmaz özümüz esasımız aslımız Türkistan’dan gelen kelamdır. Anadolu’da neye

baksak o kelamın izini görürüz. Otunda, çöpünde, kuşun ötüşünde, yağmurunda, karların

eriyişinde bu kelamın izi vardır. Batılı gibi olmak komikliktir. Kayboluş ayağa kalkmayış söz

konusudur. Batının esası esarettir. Anadolu mayasının esası özgürlüktür. Bu özgürlük

parlamentoda kanun çıkartılarak tesis edilen bir özgürlük değildir. Birey olmanın şartıdır ve

hakikati, özü bulmakla alakalıdır. Bu ayrım son derece önemlidir. Anadolu Mayasının esası

özgürlüktür, hürriyettir. Anadolu ferdi bireyi hürdür. Grek-Latin-Kilise diyarının en derin

mütefekkiri daha esarettedir.

Aşk olsun Anadolu’daki mayaya

Aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara

Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara.

Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara

Ve can verenlere ve vereceklere…

Prof.Dr. Yalçın Koç / Sadık Yalsızuçanlar

07 Eylül 2023 tarihinde Bilim, Felsefe, Tarih, Tasavvuf içinde yayınlandı ve , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin. Yorum yapın.

Yorum bırakın