Kategori arşivi: Gündem

Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken

Modern sanayi uygarlığı dünyayı ateşe vermenin eşiğinde. Toplumsal oluşumların ve toplulukların kökünün kurutulması, insani müştereklerin bağımlı olduğu canlı yeryüzü¨-sisteminin yok edilmesiyle iç içe geçmiş durumda. Artık kapitalizmin en son, “yakıp yıkma” safhasındayız. Askeri bağlamda bu tabir, yenilmiş bir halkın veya yaklaşan bir ordunun faydalanmasını engellemek için hayati kaynakların imha edilmesi anlamına gelir. Daha genel anlamdaysa, bereketli bölgelerin çoraklaştırılıp yenilenme kapasitesini yitirmesine karşılık gelir. Sudan mahrum bırakılmış nehirleri ve yeraltı suları zehirlenmiş havası kirlenmiş toprağı kuraklık ve kimyasal tarımla mahvedilmiş kavrulmuş bir dünya demektir.

Yakıp yıkma kapitalizmi, grup ve toplulukların kendi kendilerini geçindirmesine, kendi kendini yönetmesine veya birbirlerine destek olmasına imkân veren ne varsa imha eder. Bu durum madencilik, ormansızlaştırma ve zehirli atık yığma yoluyla yaşanması imkânsız çorak alanlar ve yoksulların umutsuz iç sürgünler haline geldiği şehirler yaratılan Küresel Güney’de son derece şiddetli yaşanıyor. Hesaplanarak düşük seviyede tutulan savaş hali veya uyuşturucu kartelleri arasındaki çatışmalar, bir zamanlar sivil toplumu andıran her şeyin ortadan kalkmasına neden oluyor…

Bunun karşısında “toplum karşıtı aygıtlara” kul köle olmaktan kurtulma ve pasiflik ile yalıtılmışlığı yeni dayanışma biçimlerine dönüştürme konusunda birliğin ve ortak eylemliliklerin benzersiz bir gücü olduğunu söyleyebiliriz.

Gezegenimizde yaşanabilir, müşterek bir gelecek olacaksa, fişi çekilip 7/24 kapitalizmin dünya-yıkıcı sistem ve operasyonlarıyla bağlantısı koparılmış, çevrimdışı bir gelecek olacak. Dünyadan geriye her ne kalacaksa, bugün içinde yaşadığımız haliyle şebeke, etrafımızı saran enkazın marjinal, kırık dökük bir parçası haline gelecek orada ve yeni topluluklar, insanların kafa kafaya vererek geliştireceği tasarımlar doğacaksa eğer, ancak bu enkaz üzerinde doğacak. Talihimiz yaver giderse, kısa ömürlü bir dijital çağ yerini işbirliği yaparak yaşamanın ve geçinmenin hem eski hem de yeni yollarına dayalı melez bir maddi kültüre bırakmış olacak. Toplumsal ve çevresel yıkımın yoğunlaştıkça yoğunlaştığı şu sıralarda, her düzeyde internet kompleksinin gölgesinde kalan gündelik hayatın belli bir onarılamazlık ve zehirlenmişlik eşiğini çoktan geçtiğinin gittikçe daha çok farkına varılıyor. Gittikçe artan sayıda insan biliyor ya da seziyor bunu; zararlı sonuçlarını sessiz sedasız sineye çekenler onlar çünkü. Halkın kullandığı dijital araç ve hizmetler her yerde ulusaşırı şirketlerin, istihbarat teşkilatlarının, suç kartellerinin ve sosyopat milyarder seçkinlerin iktidarına tabi. Bütün dünya ahalisine dayatılan internet kompleksi, bu ahalinin çoğu için iptila, yalnızlık, boş umutlar, zulüm, psikoz, borçluluk, ziyan edilmiş hayatlar, aşınmış bellekler ve toplumsal çözülme yaratan amansız bir makinedir. İnternetin zararları ve toplumkırıcı (sociocidal) etkileri yanında o ağızlara sakız edilen faydalarının esamisi bile okunmaz, hepsi tali kalır.

İnternet kompleksi, 7/24 kapitalizmin o hesaba gelmez devasa erişim alanından ve küresel ölçekte biriktirme, kaynak çıkarma, dolaşıma sokma, üretme, taşıma ve inşa etme çılgınlığından ayrılamaz hale gelmiştir. Çevrimiçi işlemlerin neredeyse bütün özellikleri, yaşanabilir ve adil bir dünya kurma imkânına düşman davranışları tetiklemektedir. Dijital ağların yapay olarak imal edilmiş iştahlarla daha da körüklenen hızı ve heryerdeliği, elde etme, sahip olma, göz koyma, haset etme ve kıskanmanın tartışılmaz önceliğini en üst düzeye çıkarır; bütün bunlar da dünyayı, yenilenme veya toparlanma imkânı bulamadan durmaksızın işleyen, kendi ısısından ve atıklarından boğulma raddesine gelmiş dünyayı daha da çürütür. Tekno-modernistlerin dev bir yenilik, icat ve maddi ilerleme şantiyesi olarak gezegen rüyası, kendine hâlâ savunucular, mazur-bulucular bulabiliyor. Mebzul miktardaki “yenilenebilir” enerji proje ve endüstrilerinin çoğu da işlerin mutat şekilde yürümesini, o mahvedici tüketim, rekabet ve artan eşitsizlik örüntülerinin muhafaza edilebilmesini sağlayacak şekilde tasarlanıyor. Yeşil Yeni Sözleşme (Green New Deal) gibi piyasa güdümlü tasarılar abes denecek ölçüde işe yaramaz, çünkü 7/24 kapitalizmin körüklediği manasız ekonomik faaliyetlerin genişlemesine, gereksiz elektrik enerjisi kullanımlarına veya küresel kaynak çıkarma (madencilik vs.) sanayilerine son vermek için şalter indirmek gibi bir dertleri yok.

Kitap Üzerine Yorumlar:

İnternetli dünyanın kapitalizme hizmet eden özellikler taşıdığını savunan Crary, egemen güçlerin kontrolündeki internetin başta bilgi tekeli olmak üzere sermayenin küreselleşmesine ve tek-tip insan yaratmaya hizmet ettiğini belirtiyor. Kitabın hemen girişinde Phillippe Sollers’ten bir alıntı yapan yazar, onun sözlerini kitabının ana fikri haline getirmiş: “Gece oldu ve başka bir dünya doğmakta. Haşin, sinik, kara cahil, hafızasız, akla ihtiyaç duymadan dönen bir dünya…”

Bunca bilginin yağmur gibi üzerimize aktığı bir enformasyon ortamında hem hafızasız ve hem de cahil kalmak asıl korkunç olan durum. İnternetin asıl ve gerçek olduğu yanılgısı içindeki toplumlar, bu ortamın özgür olduğunu sanıyorlar. Ama değil.

Jonathan Crary her şeyin internetle yönetildiği evrene “internet kompleksi” adını veriyor ve şu tespiti yapıyor: “Bütün dünya ahalisine dayatılan internet kompleksi, bu ahalinin çoğu için iptila, yalnızlık, boş umutlar, zulüm, psikoz, borçluluk, ziyan edilmiş hayatlar, aşınmış bellekler ve toplumsal çözülme yaratan amansız bir makinedir.”

Crary, internetli dünyanın toplumlar üzerinde kırıcı bir etki yaptığını yani onları pasifleştirdiğini, bu durumun özellikle otoriter devletlerin işine geldiğini kaydediyor. Üstelik sadece otoriterliği beslemekle kalmıyor, küreselleşme adı verilen iştah açıcı bir dünya pazarının en önemli enstrümanı da internettir. Bu özelliğiyle sanal ve yekvücut olmuş dünya birbirine bağlı telefonlar ve bilgisayarlarla finansal kapitalizmin hizmetindedir.

Dijital dünyaya hizmet için üretilen her şeyin doğal dengeyi bozduğunu ileri sürüyor Crary. Elektrikli otomobiller için gereken lityumun, rüzgar türbinleri için gereken neodimin, dijital aygıt ve ağlar için gereken nikelin, molibdenin ve diğer tüm madenlerin çıkarılması için dünyanın yakılıp yıkıldığını belirtiyor. Örnek olarak Peru’da faaliyet gösteren bir Çin şirketinin maden çıkarmak için 4 bin 500 metre yüksekliğindeki Toromocho Dağı’nı dümdüz ettiğini gösteriyor. İnternetin sürekliliği için 8 milyarlık gezegenin kesintisiz elektriğe ihtiyaç duyduğunu, karbon salınımının en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu ifade ediyor. Kitaptan okuyalım: “İnternetin finansallaştırılmasının, bünyesi gereği, gezegenin ısınması ve altyapıda yaşanan çöküşlerin doğurduğu çeşitli etkiler yüzünden zaten sendeleyen ve tehdit altında olan, pamuk ipliğine bağlı bir dünya ekonomisine bağımlı olduğu konusunda neredeyse hiçbir şey söylenmemektedir.”

Modern sanayi uygarlığının dünyayı ateşe attığını yazan Crary, kapitalizmin son safhasında olduğumuzu, bundan sonraki aşamanın ölümcül olacağını vurguluyor. Tıpkı kısa sürede hiçbir işe yaramaz hale gelen dijital araç-gereçler gibi insanoğlu da çok yakında bir kenara atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Başta özgür bir ortam sunan internetin artık tamamen devletlerin kontrolü altında olduğunu ve hiç kimseye ve hiçbir topluluğa özgürlük sunmadığını aktaran Jonathan Crary, sosyal medyanın insanı pasifize eden etkileri yüzünden üzerinde yeniden düşünülmesi gereken bir araç olduğunun altını çiziyor: “Gösteriler, protestolar, yürüyüşler yapılıyor yapılmasına ama aynı anda dijital hayatın atomize edici ayrışmalarına tekrar gömülünüyor. Eylem sırasında tomurcuklanır gibi olan bağlar yok olup gidiyor.”

Çürütülemeyecek bir hakikatı şöyle vurguluyor yazar: “Sosyal medyada devrimci özne yoktur.”

Jonathan Crary bir sanat tarihi profesörü ve editör. Edward Said’in öğrencisi. Lisans eğitimini ve doktorasını Columbia Üniversitesi’nde tamamlamış. Halen hem kendi okulunda hem de başka üniversitelerde dersler veriyor.

Dijital çağın sakıncalarını ve kapitalist evrimin sonrasında neler olacağına odaklandığı bu kitabı Tuncay Birkan’ın başarılı çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıktı.

Dijitalleşmeye, internetin yarattığı sosyal dönüşümlere ve bu dönüşümlerin yarattığı sakıncalara merak salanların okumasında yarar var.

***

7/24 kitabıyla Türkiye’de geniş okur kitlesine ulaşan anti-kapitalist düşünür Jonathan Crary, bu kez Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken maruz kaldığımız dijital ve sosyal hava durumunun kötümser, ancak gelecek uğruna hayli gerçekçi bir özetini sunuyor.

Metis Edebiyatdışı serisinden çıkan kitap, sözde ekolojistlere, burjuva yalakası naylon aydınlara ve can çekişen kapitalizmin ürettiği ‘yeni’ ama tamamen uyduruk kuşaklara karşı da çetin bir uyarı niteliğinde

Tembel ve kibirli dünyanın ‘Yapay Zekâ’yı her şey ve herkesten sorumlu kıldığı şu günlerde, Metis Yayınları’nın ‘Edebiyat Dışı’ serisine de Tuncay Birkan Türkçesiyle popüler olduğu kadar okunası bir çalışma katıldı. Serinin gedikli okurlarının, “7/24 – Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu” başlıklı, Nedim Çatlı çevirisiyle tanıdığı Jonathan Crary’nin Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken üst başlıklı kitabı, bu kez de bizi “Dijital Çağdan Kapitalizm Sonrası Dünyaya” hazırlama gayesinin meyvesi olarak raflardaki yerini koruyor.

Özgün hali 2022 Verso etiketli, Türkçeye Nisan 2023’te kazandırılan kitap, oldukça kötümser, ancak gerçekçi bir manzara üretiyor. Crary’nin kitabı, sosyolojiyi kitlesel bir ‘Adli Tıp’ aygıtı olarak kullanarak, sürekli kıyafet değiştiren anlık kıyametlerin detaylı analizlerini yaparak, okuru yeni kıyamet balolarına soğukkanlı bir kalemle hazırlamayı başarıyor. Tom Verlaine’in “Yok, Kıyamet deme…” sözüyle açılışını yapan, bölümleri boyunca dünyaya iz bırakmış nice isyankâr aydının özdeyişleriyle çerçevelenen yapıt, okura Jean-Luc Godard ve Guy Debord ile randevularının mutluluğunu tattırırken, onlara çatır çatır eleştirisini de sakınmıyor. Örneğin Crary, düşünür, toplum kuramcısı Elena Pulcini’nin (s.18) tabiriyle bizlerin ne gibi bir “narsisist hissizliği”ne kapıldığımızı belirtirken, Debord’un daha 1980’lerin sonlarında “…medyanın kullanım biçimlerinin yaygaracı ve sonsuz bir anlamsızlığı garanti ettiğini” (s.19) tekrarlıyor. Bizi önümüze boşaltılan dijital ağların şirketlerce denetlenen bilgi tekelleri konusunda dürtükleyen eser, esasen ‘teknoloji okuryazarlığı’ denen unsurun, alışveriş, oyun, dizi bağımlılığı ve parasallaşan diğer benzerleri için ne tür bir örtmece tabir olduğunu da mümkün mertebe harfi harfine (s.31) haykırıyor.

Bu sırada alanın piri Frederic Jameson’u da atlamadan, “Modernleşme süreci tamamlanıp, doğa geri dönmemek üzere gittiğinde, elinizde kalan şeydir postmodernizm…” diyen (s.48) kitap, kapitalist aygıt hakkındaki acil tespiti ise şöyle yapıyor:

“…’tercih oluşumunun sinirsel temelleri’ni araştırmak uğruna harcanan milyonların haddi hesabı yok. Bir sözde-sosyoloji, kaçınılmaz olarak kitleselleşmesi istenen homojen tüketim görevlerini tanımlamak için, kuşaklar (X Kuşağı, Z kuşağı vs.) icat ediyor. Gelgelelim, Küresel Güney’le başka yerlerin yoksullaştırılan bölgelerinde gençler kemer sıkma ekonomisi, borçluluk, kıtlık ve devlet terörü yoluyla daha farklı ve daha acımasız mahrumiyetlere tabi kılınıyorlar.

Burada söz konusu olan yetişkinliğe geçişin bir program gözetilerek hızlandırılması değil, uyanık geçirilen zamanın çoğunun, sınıflardaki bilgisayarlar, telefonlardaki sosyal medya, oyunlar ve diğer hareketli görüntüler tarafından kaplanması…” (s.55)

Jonathan Crary’nin kitabında okurun kitabın sayfalarında kaybolmamak adına ellerinden tuttuğu güçlü iki unsur bulunuyor: Kuşku ve farkındalık, kitabın okunma hızını artırıyor. Ama Crary, meslektaşlarının müthiş tespitlerine yaslandığı kitabında yine, okuru, özellikle de yeni kuşakları art arda uyarılarıyla, birer can simidi fırlatır gibi sarıp, sarmalıyor: “…Gençler, filozof Hans Jonas’ın ‘dünyayı ilk kez yeni gözlerle görmek’ diye tarif ettiği, vicdanın ve empatinin doğmasını mümkün kılan duyumsal hayret deneyimine ulaşamayacak biçimde kapatılıyorlar.” (s.56)

İnternetin, ‘Pasifik Okyanusu’ndaki devasa çöp alanının muadili’ olduğunu bağıran (s.57) yazar, şu harika beyanda da bulunmayı unutmuyor: “Sözde bilgi ekonomisinin en önde gelen başarılarından biri, cehalet, aptallık ve nefretin seri üretimidir.” (s.58)

Başta da andığımız gibi, ‘yapay zekâ’nın ürettiği krizlerin yeni yeni farkına vardığımız şu günlerde, Crary’nin kitabında dillendirdiği şu uyarı da, yine bu satıra kadar saydıklarımızla kendini yarıştırır bir açıklık içeriyor: “Teknoloji, insan üretkenliğini çoğaltmak yerine, onun ‘yerine geçince’, kapitalizm sonuna yaklaşır.”

Kitabında İnternet ve dijital kapitalizm refakatiyle “düşüncenin sahipsizleştirilmesi ve eskiden içsellik ve irade olarak görülen şeyin buharlaşması” (s.77) üzerine altı çizilesi bir uyarıda bulunan yazar, bu arada, kimi aydınların, bilim adamlarının da, ekolojik tehlikeler karşısında büyük şirket ve ordularla girdikleri suç ortaklığının kamuflajı için nasıl kullanıldıklarını da yüzümüze vuruyor. “Böyle korkakça yağcılık yapmak, sağcıların cehalet sevgileri kadar zararlıdır. Batı biliminin sınırlarına ve başarısızlıklarına yöneltilen hacimli ve çok yönlü eleştiri görünmez, ağza alınmaz kılındı. Bu esaslı eleştirel düşünce birikimine katkıda bulunanlar arasında, son yüzyılın, hatta daha uzun bir sürenin en izanlı filozofları, bilim insanları, feministleri, aktivistleri ve toplumsal düşünürlerinin bazıları bulunuyor.” (s.82)

Jonathan Crary, dobralığını kendi vicdanıyla sınadığı bu eylem hisli gürültülü çalışmasında, bununla da kalmayarak, adeta burjuvazi paçasında sırıtkan bir tavırla gezinen “yüzeyde kozmopolit sınıf”a da, bilhassa dikkat çekiyor: “…İtaatkãr bağlılık ile duyguları veya empatiyi küçümsemenin kendilerine çeşitli nimetler kazandıracağının farkında olan bu yüzeyde kozmopolit sınıf, en tepedeki seçkinlerle kulluğa benzer bir ilişki kurar. Dünyanın belli başlı şehirlerinin, aşırı zenginliğin şatafatını kent mekânının fiziksel dokusuna işleyecek şekilde yeniden inşa edilmesi de, kişinin bu güzide ortamlarla kurduğu hayali ilişkiyi büyütmeye hizmet ettiğinden, bu hürmetkârlığı daha da güçlendirir.” (s.101)

Netice yerine, bir bölümünün girişinde Alexander Kluge’un “Toplumumuz çözülürken, kamusal alan ile mahremiyet alanı aynı anda dumura uğruyor,” diyerek (s.113) bizi İnternet ‘kültürü’ ve ürettiği post-kapitalist tehditlere karşı ‘bağıra çağıra’ uyaran Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken kitabı, bir kitaptan ziyade, sokakta elinize tutuşturulan ‘kitap biçiminde bir manifesto’ hızıyla okunuyor. Kamusal ve bireysel alanın, soyut ve somut çıkar odaklarınca çoktan ele geçirildiğini, verdiği art arda örneklerle acil ve tutarlı kılan, duvara asılacak ömürlük özdeyişleriyle soğukkanlılığını yitirmeden okur lehine sayfalarını eriten kitap, asıl sınavını ise hemen her kitapta olduğu gibi, kendisini okuduktan sonra okurun alacağı tavırla veriyor.

***

”Evet, gece oldu ve başka bir dünya doğuyor. Sert, alaycı, okuma yazma bilmeyen, unutkan, sebepsiz dönen… Yayılmış, düzleştirilmiş, sanki perspektif ve kaçış noktası ortadan kalkmış gibi… Ve garip olan şu ki, bu dünyanın yaşayan ölüleri önceki dünyaya dayanıyor.”

Philippe Sollers

Çalış, tüket ve sergile… Yaşamımızın yeni döngüsü artık. Zaman ise farklı adlarla hayatımızı gasp ediyor. Çalışma zamanı, tüketim zamanı, pazarlama zamanı… En kötüsü ise tüm bu zamanların boş zamanımızın üzerine çöreklenmiş olması… Amerikalı akademisyen Jonathan Crary de 7/24 çalışan bir toplum haline geldiğimizi (getirildiğimizi) ve boş zamanlarımızda bile aktif olmamızın istendiğini söylüyor Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken adlı kitabında. 1967’de ‘Gösteri Toplumu’ adlı eserinde “gösteri”yi, insanları izin verilen bir dizi rutinin tuzağına düşürmeyi amaçlayan sosyo-kültürel-ekonomik güçler ağının adı olarak tanımlamıştı Guy Debord. Bugün bu ağlar o kadar çok gelişti ve yaygınlaştı ki… Gelecek yeni cihazları nasıl satın alacağımız ve hayatımızı nasıl bunlara göre inşa edeceğimiz üzerine indirgendi. Metalara ve insanlara sürekli erişim sağlamakla övünen bir dünyadayız artık. Ve günümüz kapitalizminin eskisinden daha fazla paraya ihtiyacı var.

Geçmişe göre daha modern evlerde ve daha çok çeşitliliğin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Oysa gerçekte… Sıkışık yerleşim yerlerinde kötü beslenmiş sağlıksız, doğadan kopuk, birlikte yaşama ve dayanışma ruhumuz körelmiş durumdayız. Kapitalizm ise eskisinden çok daha sert davranıyor bize. Geçmişteki tüm sömürü sistemlerinden gelen yoksulluklardan ve aşağılanmalardan bile daha fazla… Bizler de ne sahip olduğumuz teknolojik aletleri çok uzun saatler ve düşük ücretlerle çalışarak üreten o emekçi kesimini… Ne sahip olma dürtümüzle sürekli çalışmaya zorlandığımız ve borçlanan hayatlarımızı… Ne de kesintisiz bir üretim ve tüketim için kaynak çıkartırken dünyaya verdiğimiz hasarları sorguluyoruz.

Sürekli hikâyeler anlatıp duruyoruz fakat o hikâyelerin öznesi değiliz. Elimizde tutunabilir hiç bir şey yok… Anılarımız bile bulut sistemlerinin içinde uzayda salınım halinde. Eşitsiz ilişkiler ağındaki bu eşitsiz toplumda bolluk algısıyla yaşamaya devam ederken bizleri gözetleyen neyi yapıp neyi yapmamız gerektiğini söyleyen o akıllı teknolojiler hayatımızın başköşesini işgal ediyor. Günümüz endüstrisi kendi rahatlığı için çeşitli nedenlerle(ki bu nedenlerin yaratıcıları da onlar) kendi bölgelerinden uzağa taşınan insanları köklerinden kopmuş kendileri için tasarlanan dünyanın içine sokuluyor. En kötüsü de bu insanların bunu kendi rahatlıkları için olduğuna inanmaları… Bu çağ hem toplumsal parçalanmanın hem de çevresel çöküşün çağı… Bizler de onun çevrim içi hizmetkârları… Ve bu çağı uzatmak uğruna gezegenimizi kapitalizm yamyamına teslim etmeye devam ediyoruz. 1955’de Aime Cesaire’ın Avrupa sömürgeciliği ile ilgili tespitleri hala geçerliliğini koruyor. “Onlar ilerlemeden tedavi edilen hastalıklardan, inşa edilen otoyollardan, geliştirilen hayat standartlarından bahsediyorlar bana. Bense özleri boşaltılmış toplumlardan, ayaklar altında çiğnenen kültürlerden, tahrip edilen kurumlardan, yok edilen dinlerden, imha edilen sanat eserlerinden, silinip giden imkânlardan bahsediyorum.”

Tarih boyunca peşine düştüğümüz o amaç ve hedefler… Artık seçtiğimiz amaç ve hedefler olmaktan çoktan çıktı. Bugün hayatımızı kolaylaştırmak için yaptığımız her şey… Yaşanabilir hayat sahamızı her geçen gün daha fazla kirletiyor. Ve yaptığımız yeniliğin süreklilik istediğine inandırıldığımız için de ihtiyacımızdan fazla kaynak tüketiyoruz. Duraklamadan işleyen, yenilenme veya toparlanma olasılığı olmayan, ısısı ve israfıyla boğulan bir dünya burası… Yaratılan dijital ağlar ise bağımlılığın, yalnızlığın, boş umutların, hafızanın aşınmasının ve toplumsal parçalanmanın amansız motoru… Gezegenimizi iklim değişikliği gibi büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Bu çağın patronları bu tehlikeyi ya önemsemiyor, ya da önemsermiş gibi gözüktüklerinde ise gerçekçi çözümler üretmiyorlar. Elektrikli arabaların iklim değişikliğine çözüm olduğunu söylüyorlar fakat bunun için gereken kaynağın dünyaya vereceği zarardan hiç bahsetmiyorlar. Siyaset artık bu çağın akıllı teknolojileri tarafından belirleniyor. Yapılan anketler ve yaptıkları algı yönetimiyle halk uyuşturuluyor. Özgürlük alanı diye sunulan dijital platformlarda biz de tepkilerimizi dile getirdiğimizi zannediyoruz. Oysa… Sadece kendimizi avutuyoruz. Burada devrimci özneye yer yok çünkü. ’Twitter kullanmıyorum artık Threads kullanıyorum.’ Zuckerberg ve Elon Musk’ın ideolojileri düşünmemize ket vurarak pürüzsüz yüzeyler istiyor tüm diğer ideolojiler gibi… Bu sistemin devamlılığı tepkilerin kontrol altına alınmasına bağlı… Bilinçli yaşamak için yola çıkan, varoluşunu arayan o insana ne oldu peki? Tarih boyunca aklıyla övünen… O şimdi… İcat ettiği aletlere akıllı diyor.

Ya geleceği bırakacağımız gençlerimiz? Onlar ise siyasi eylemlilikten uzak, teknolojik uyum ve tüketim taleplerinin yığını altında ezilmiş durumda. Ya ekonomik sıkışmışlığın içinde iş bulamayıp, emeğin sömürdüğü düzende harcanıyorlar. Ya da nasıl kısa sürede para kazanabileceklerini kafalarına dolduran sistemlerle, ağın içine katılıp düzenin devamına yardımcı oluyorlar. Ana akım medyada bize sunulan o mutlu gezegen… Nedense büyük çoğunluğumuza gülümsemiyor. ‘Dünya biziz, her şey güzel olacak’ deniliyor sürekli… Gerçek hiç de öyle değil… Teknoloji okuryazarlığı eğitimleri okullarımıza ders olarak konuluyor. Aslında alışveriş yapma, oyun oynama, dizilerin bölümlerini peş peşe seyretme ve diğer parasallaştırılmış davranışları kazandırmak için ortaya atılan örtmece bir tabir bu Cary’e göre. Kısaca yapılan her şey bu sistemin işleyişinin devamı üzerine kurgulu. Ve hiçbir şey bizim yararımız düşünülerek yapılmıyor. Facebook kurucusu Zuckerberg bile Instagram’da paylaştığı aile fotoğrafında çocuklarının yüzlerini kapatırken kendi tasarladığı sosyal ağların gizlilik politikasına güvenmediğini gösteriyor. Ya bizler… Birbirimize bağımlı olmadığımızı, hayatlarımızın özerk yöneticileri olduğumuzu zannediyor; ilişkilerimizi, çevrimiçi hesaplarımızı nasıl kontrol ediyorsak öyle idare edebileceğimiz inancını taşıyoruz. Ve bir avuç tirana hizmet etmek için yaratılmış bu sahte dünyada art arda takılan görüntüler arasında gezinirken her şeyi silip süpürüyoruz. Doyumsuzluk oburuyuz her birimiz. Ve ulus ötesi şirketler tarafından tasarlanan ve yönetilen sistemlerle hayatlarımızı sürdürebileceğimize inancını devam ettiriyoruz.

Dijital teknolojiyi aynı şekilde kullanmaya devam edebileceğimize inanmak… Çok tehlikeli bir fantezi. Tüm bu teknolojileri eleştirsek de(ki çoğumuz bunu yapmıyoruz) bunları üreten şirketler bizi ‘teknolojiye karşı’ olmakla suçluyor. Bu teknolojilerin dünyada kalmak için zorunlu olduğunu ve sürekli bir şimdiki zaman olan, bir gelecek fikrini kabul etmemizi istiyorlar. ”İnternetin hâkim olmadığı bir dünya kurmak demek, her şeyi değiştirmek demek olacaktır.” Ha şunu bileydiniz!

O nefes alıp veren, içindeki her şeyi ruhunun ritmik nabzıyla birleştiren gezegenimiz… Onu duyarsızlığımızla çoktan ölüme terk ettik. Ama unuttuğumuz ve göz ardı ettiğimiz bir şey var ki… Onun ölümü bizim de sonumuz olacak… Artık yapısal değişikliklere ihtiyacımız var. Hem de hemen… Bir an önce farklı yaşam biçimleri hayal etmek zorundayız. Eğer bunu yapamazsak bu çağın ortaya çıkardığı en büyük sorun olan iklim değişikliği zaten sonumuz olacak. Yapmamız gereken şey çok basit oysa… Yaşanan zamanı zaman olarak iadesini istemek ve kolektif ihtiyaçlarımızı yeniden keşfetmek… Bunu yapabilmek için öncelikle birbirimizle bağ kurmanın, birbirimize dokunmanın sıcaklığını yeniden hissetmek zorundayız. İnsan olmamızı sağlayan unuttuğumuz o duygularımızın… Anlayacağınız fabrika ayarlarına geri dönmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor. Eğer bunu yapmazsak (yapamazsak) kendi kendimizin azmettiricisi olarak hepimiz bu dünyanın katili olacağız.

”Bağımsız özerk kendilik olarak hayattır vazgeçilen.’Bağımsız özerk kendilik olarak hayattır vazgeçilen.

Böylece özne kendini, kendisine yabancı varoluşsal güçlere teslim eder.”

Ludwig Binswanger

Gen Tuzakları / Gen Oyunları

Günümüzde gen oyunları yahut gen tuzakları diyebileceğimiz yeni bir tiyatro ulusların gözü önünde sahnelenmektedir.  Bu arada tıbbi genetiğin ulaştığı noktaları ve insan sağlığına katkılarını göz ardı etmek de mümkün değildir. Günümüzde amniyosentez ve bazı teşhis yöntemleri ile çocuk doğmadan bazı hastalıklar belirlenmektedir. Bu son derece faydalıdır. Genetik hastalıkların teşhis ve sağaltımında bulunan yöntemler inkâr edilemeyecek yüksek seviyelere erişmiştir.  Fakat doğumdan önce veya sonra fark edilen yaşam boyu ilaç alması gereken insanlar sigorta şirketlerince sigortalanmamaktadır. Veri bankalarında bilgiler gizli tutulmaktadır. Bugün halen savaş bölgesine giderken sağlık sigortası yaptırılamamaktadır. Büyük şirketlerce genlerin şimdiden patentleri alınmaya başlamıştır. Gelişmekte olan ülkeler sürekli olarak gelişmiş ülkelere muhtaç edilmektedir. Az gelişmiş ülkelerin çalışma sahaları daraltılmaktadır. 

Popüler genetik diyebileceğimiz bir alanda ise internet sitelerinde birçok insan genetikçiden daha fazla uzman kesilmişlerdir. Bir merak ve araştırmanın ötesine geçerek İngiltere kraliyet ailesinin Peygamber Efendimizin soyundan geldiği gibi her yönü ile siyasî ve tutarsız olduğu belli iddialar da bunlara dâhildir. Geçmiş yüzyıllarda da Napolyon, Bismark gibi  ünlü devlet adamlarını “Şark”ın bazı işgüzarları zorla müslüman göstermeye çalışmışlardır.

 Son yıllarda You Tube kanallarında gençler katılımcı ve izleyicilerin ağız mukozasını alarak yurt dışındaki laboratuvarlara “Tıbbi Etik Kurulları”nın izni olmadan gönderebilmektedir. Gelen laboratuar sonuçlarına göre her ne hikmetse Türk çocukları 70 bin-50 bin sene önceki akrabalarla irtibatlandırılmakta fakat bugünkü Türklük bağları bulunamamaktadır. Sade insanlardan gerçekler laboratuarlar tarafından gizlenmekte birçok konuda olduğu gibi uluslar üstü şirketlerin amaçları ile biyolojik materyallerini( Ağız mukozası, tükürük, kan, idrar vb.) veren insanların safiyetleri farklı istikamette hareket etmektedir. İnsanlara kendileri üzerinde oynanan bu tuzağın birincil nedeni gen patentleri olmakla beraber birçok alt nedenleri de içinde barındırmaktadır. Hâlbuki önce insanlara yürütülen Genom projesinde ulaşılan sonuçlar dürüstlükle açıklanmalıdır. Bırakınız tüm insanlardaki genetik benzerlikleri insanların hayvan ve bitkilerle olan benzerlikleri farklılıklardan kat ve kat yüksektir. “İnsanlar genetik olarak % 99.9 biri birine benzer. DNA’nın sadece % 2 si genleri oluşturur. Şempanze % 98.8 genetik olarak insana; Kedi % 90 genetik olarak insana; İnek % 80 genetik olarak insana; Meyve Sineği % 60 genetik olarak insana; Muz % 60 genetik olarak insana benzer”. Yani genom projesi ile insan toplulukları arasındaki farklar değil yeryüzünde yaşayan tüm canlılar arasındaki benzerlikler ortaya konabilir. Dünyada 5-6 uluslar üstü şirketin laboratuvarlarında yapılan DNA analizlerinin spekülatif (kurgusal) verileri uzun yıllar devam edecek ve görünenin altındaki niyetleri ileride anlaşılacaktır. Bu söylediklerimizi niyet okuma şeklinde düşünen okuyuşlara bu konuda Batının vukuatlı tarihinden örnekler vermek gerekmektedir:

IRKÇILIK

Avrupa’dan başlayıp dünyayı saran ırkçı bakış, sadece Avrupa milletlerine değil, dünyanın dört bir tarafındaki milletlere de kan ve gözyaşı getirmiştir. Avrupa’nın diğer milletlere bakışının esas temeli sömürgeciliğine sözde meşru zemin oluşturmaktır. “üstün ırk” kavramını Avrupalıların ortaya atışı ve bunu sömürge için kullanmaları, yüz yıllardır, yeryüzünde sonu gelmez savaşları ateşlemiştir. Irk kavramı tek başına sömürgecilikten sorumlu mudur? Tabi ki Avrupalının buna yüklediği anlam ve yorumlar tarihin seyrini değiştirmiştir. Bu terimi Avrupa özellikle 17. yy da kendi menfur amaçları için kullanmaya başlamıştır. Bu kullanımda batının tanınmış filozofları ve ahlakçıları; ötekileştirdiklere diğer millet ve halklara acımasız yorumlar yapmışlardır. 

Ünlü Alman Filozofu Kant da dahil olmak üzere birçok düşünür ırkçılık girdabından kurtulamamıştır. Kant 1775’de “Of The Different Human Races” araştırmasında yazdığı ifadelerde genelde gezginlerin kitaplarından aldığı bilgileri kullanmıştır. Irk hakkında konuşmalar yapmış, antropoloji ve fiziki coğrafya konusunda dersler vermiştir. Bu çalışmasında yazdığı bilgiler araştırma ürünü olmayan teorik bilgilerdir. Üstelik biyolojik yorumları günümüzde çocukları bile güldürecek ilkelliktedir. Negroların (siyahiler) tembel, kızıldereliler güçsüz, sarı derililerin safra kanallarının engellenmiş olduğunu  yazabilmektedir (Kant, 1775: 39-41). Herder, Hegel, Gobinea yazdıkları eserlerde sürekli olarak önce beyazlarda zihinin çalıştığını söylemiştir. Bunlara ünlü evrimci Darwin’de dâhildir. Bu bakış açıları sıradan Avrupalı’nın değil Avrupa’ya yön vermiş ahlâkçıların, filozofların görüşleridir. O halde ister Asya, ister Afrika, isterse Güney Amerika olsun kendi kavramlarını oluşturmak zorundadır. 

ÖJENİ (EUGENİ)

İnsan ırkının iyileştirilmesi hareketidir. Eugeni kavramını ilk kez 1883 yılında Darwin’in kuzeni Francis Galton kullanmıştır. En yetenekliler için pozitif eugenidir. ABD 1907, 1932 I. Dünya savaşından sonra 14 milyon Amerikalıyı yani kendi halkını kısırlaştırmıştır. Rockefeller ve Carneige vakıfları Öjeni hareketini desteklemiştir. İkinci Dünya savaşı sırasında öjeni Almanya ve iskandinavya’da artmıştır. Eugeni hareketi özellikle II. Dünya Savaşı’nda Almanya’da yapılan soykırım ile büyük oranda son bulmuştur.  (Karaçay, 2012: 13-14). Yahut son bulduğu düşünülmektedir.

Tıbbi genetik çalışmalarını özen ve dikkatle ayırarak, arkeo-genetik ile diğer soysal ve psikolojik amaçlı genetik çalışmaların ideolojik temellere oturabileceği unutulmamalıdır.  Hatta tıbbî çalışmalarda “tıbbî etik” göz ardı edilirse onun da insanlığın geleceğini tehdit edebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. 

GÜNÜMÜZ POPÜLER GEN ÇALIŞMALARI

IBM & National Geographic 2005 yılı coğrafik genom projesi başlattı. 25. 000 insandan örnek almış, 500.000 kişiye kit ulaştırılmıştır. Bu sayı şimdi milyarların üzerindedir (

https://www.youtube.com/embed/D1TlFvs1PzQ?wmode=transparent). National Geographic Dr. Spencer Wells-Residence Explorer ve ekibi ile Geno 2.0 Yeni Nesil testini piyasaya sürdü. Bunlar iddia edildiğine göre daha yüksek kapasiteli DNA testiydiler. Daha doğru bölgesel soy tayininde kullanılıyor, geliştirilmiş DNA haplogroup aramaları ile ataların hikayelerine ulaşılıyordu. Geno 2.0 Yeni Nesil kiti ağrısız yanak mukazasından DNA örnekleri Türkiye’de dahil IBM & National Geographic laboratuarlarına gönderildi. Bir ticaret görüntüsü altında “Gen haritasında indirim sezonu” başlığında “maliyet ilki 1 milyon dolara sonra 50 bin doların altında, 2010’da rakamın 5 bin dolara gerilediği bugünse daha da düştüğü söylenmektedir. Gen haritası sanayiinin patlama yapması bekleniyor” denildi ve yeryüzünde iki elin parmakları kadar şirket kontrolü ele aldı. 2015’den itibaren analiz fiatları daha da düştü. Bazen ücretsiz de yapılıyor. Çünkü alınan biyolojik materyallerin şirketlere, istihbarat birimlerine ve emperyal devletlerin üniversite ve politikacılarına yapacağı hizmet çok daha büyük getirileri gösteriyordu. 

“NewScientist dergisindeki yoruma göre 2010, hem hastalıklara genetik müdahale yöntemlerinde, hem de ticari gen haritası çıkarma ve tedavi endüstrisinde patlama yaşanacağı bir yıl olmuştu.” Artık gen araştırmalar tıbbî amaçların dışında her konuda manipüle edilebilirdi. Milletlerin kimliği ve aidiyet şuuru, etnik parçalanma ve kontrolü daha birçok akla gelen ve gelmeyen birçok konu uluslar üstü genetik laboratuarlarının kontrolüne geçecekti. Her insan kimliğini sorgulayabilir, ataların izinde kemiklerde yapılacak antropolojik gen örnekleri ile Türk Dünyası, Türkiye örneğinde olabileceği gibi mevcut zayıf kültür ve irfan algısı daha da yıpratılabilirdi. 

Murat D. Mirza’nın “Türk müsünüz?” kitabında ve benzer web sitelerinde (http://www.genomturkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html) okuyucuya sunulan Anadolu’da Türk’ün arkeogenetik (çeşitli moleküler genetik yöntemleri ve DNA kaynaklarını kullanarak insanlık tarihine ait DNA’yı inceleyen bir bilim dalı ) olarak izlerinin bulunamayacağı yahut kendine has genetik mirasının olamayacağıdır (Mirza, 2012: 73). Hâlbuki Türkler destan dönemlerinden beri Dede Korkut Oğuz Namelerinde ifade edildiği gibi “Dede Korkut gelmiş soy soylamış, boy boylamış adı güzel kendi güzel Muhammed’e salâvat getirmiştir”. Bu kısa-öz-derinlikli düşünülmesi ve anlaşılması gereken irfânî cümle “Batı ırk algısına” en güzel cevabı vermektedir. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu (1929-1992): “İnatla girmeyin soy sop faslına/Kurtsa kurt, itse it döner aslına” beyti ile Türk gençlerine “gen tuzak”larını yani henüz bu günleri göremeden şiirsel bir vasiyet bırakmıştır.

Yanlış sorular yanlış sonuçlara götürür:

Acaba insanların ve milletlerin oluşumunda sorular batı düşüncesinin ürettikleri şeklinde mi olmalıdır? Genetik karşılaştırmalarda temel alınan kontrol grubu sayısı bilinçli müdahale ile eksik bırakılmıştır. Sistematik rastgele değil, sistemli örnekler alınmıştır. Irkçılık yapılamaz sonucuna değil, bilakis biyoloji ve genetik ilimleri suiistimal edilerek ırkçılık yapılmaktadır. Batı Düşüncesi çoğu kez diğer uygarlıklara karşı projeksiyon (yansıtma) mekanizması kullanmaktadır. 

DNA çalışmaları üzerinden yapılan bu çalışmalara şu sorular sorulamaz mı?

Evreni oluşturan bileşenler tüm varlıkların ortak plazma havuzudur. Varlıklar canlı cansız ayrılmalımıdır? (Kozmik Organizma) Süpernova patlamalarından gelen metal elementler, Yağmur suları, Bitkilerin oluşturduğu Oksijen, Tüm Bitkiler ve Hayvanların Organizmaların farklı oluşları (DNA –AGCT-) nükleik asit talimatlarındaki değişikliktir. Alyuvar dünün ıspanağıdır. Hemoglobinindeki “Fe” ise yeryüzü oluşmadan süpernovalardan gelen insan ve benzeri canlılarda alyuvarlardaki oksijeni bağlayan ve hayatın devamını sağlayan bir elementtir. Henüz dünyamız yokken “demir, manganez, sodyum, potasyum, klor ve birçok element önce uzayda oluştuktan sonra yeryüzüne serpintiler halinde indiler ve dağıldılar. 

Hücreler Nelerden Oluşur? 1-Atomlar (C, H, Oksijen, Nitrojen, Fosfor), 2- Basit Moleküller, 3-Zincir Moleküller, 4-Strüktürler, 5-Hücreler, 6-Organlar, 7- Organizmalar ve toplam yaklaşık 60 trilyon hücredir. DNA’daki dört harfin değişik bileşimlerinin yan yana gelmesi ile ortaya çıkan ve harf sayısı birkaç binden birkaç yüz bine çıkabilen kelimelere gen denir. Organizmaya ait genlerin tamamına ise genom denmektedir. 

GENOM PROJESİ

Francis Collins, Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün Genom Haritası Projesi’nin lideriydi ve bu görevi nedeni ile bir açıdan ABD hükümetini temsil ediyordu. Craig Venter ise özel bir şirketin kurucusuydu ve özel sektörün temsilcisiydi. DNA’daki bilgi “DNA’nın sentezini “yap” anlamı taşıyorsa, bu bilgi DNA polimeraz adını verdiğimiz enzim olarak ortaya çıkar ve hücre bölünmesinden önce DNA’nın kopyasının yapımında görev alır. Gen haritasının belirlenmesiyle genom projesi sonucunda insanda yaklaşık 25-30 bin civarında gen bulunduğu anlaşılmıştır. Genlerin büyük çoğunluğu protein kodlar.  Bazı genler birden fazla protein de kodlayabilir. Bununla beraber protein kodlamayan genler de vardır. Craig Venter insan gen haritası üzerinde çalışan devlete bağlı üniversite ve araştırma kurumlarının çok yavaş ilerleme kaydettiklerini ileri sürmüş, bu işi onlardan daha kısa sürede bitireceğini  iddia ederek bir anda basında en çok konuşulan kişi olmuştu. Craig Venter, aslında olaya bir işadamı olarak yaklaşmıştı. Celera adlı şirketinde haritayı bir an önce bitirerek DNA dizilimlerine patent almayı ve insanlık tarihinin belki de en büyük servetini kazanmayı düşlemiştir. O nedenle henüz proje % 100 tamamlanmadan, projenin bittiğini ilan etmeye kalkışmıştı. İnsan gen haritasının tamamlanmış olduğunun ilk olarak özel bir şirket tarafından açıklanması, bu projede devletin desteği ile çalışan üniversiteleri ve araştırma merkezlerini zor duruma sokacaktır. Devlet desteğiyle yürütülen çalışmaların daha önce tamamlanması ise milyonlarca dolar harcamış olan Celera’nın planlarını altüst edecektir. Devlet desteği ile yürütülen projede sadece ABD değil, İngiltere, Fransa, Almanya Japonya ve Çin’de bulunan laboratuarlarda onlarca insan çalışmaktaydı. Her gün belirlenen yeni DNA dizilimleri, çok kısa sürede İnternet üzerinden bilim dünyasına açıklanıyordu. Böylece farklı ülkelerde bulunan diğer bilim insanları projedeki gelişmelerden anında haberdar oluyor ve projenin daha hızlı ilerlemesi sağlanıyordu. Craig Venter’in kurduğu Celera adlı şirketin çalışma sonuçları ise büyük bir sır perdesinin ardında şirket kasalarında depolanıyor ve kullanmak isteyenlere ancak belli bir ücret karşılığı temin ediliyordu. Özetle Celera bu işe, elde edilen bilgiyi paraya dönüştürmek amacı ile girişmişti; çünkü yatırımcılarına, gen haritasının tamamlanmasıyla elde edilecek bilgi ile milyarlarca dolar kazanacaklarını vaat etmişti. Burada açıkça ifade edebilirim ki, Celera bu işte biraz kurnazca davranıp devlet desteği ile belirlenen ve sadece bilim dünyasına değil, bilgisayarı ve İnternet bağlantısı olan herkese açık olan veritabanlarına eklenen DNA dizilim bilgilerini de kullandı. Bu veritabanlarına yüklenmiş olan dizilimleri, kendi elde ettikleri DNA dizilimlerine ekleyerek projeyi beklenenden çok daha kısa bir sürede bitirebilmiş, buna karşılık, kendi elde ettiği dizilimleri bilim dünyası ile bile sadece para karşılığı paylaşmıştı. Genom projesi ile çok sayıda farklı organizmanın dizilimleri belirlendi ve bu listeye yeni organizmalar her geçen gün eklenmektedir. Çok sayıda bilim insanı önce güçlü bilgisayarlarla dizilimleri karşılaştırıp benzerlikler bulmakta ve daha sonra laboratuara dönerek, dijital platformda elde ettikleri sonuçları deneysel olarak test etmektedir. Şimdiye kadar elde edilen sonuçlar, bu yöntemin gerçekten çok güçlü olduğunu gösterdi. Farklı organizmaların DNA dizilimleri karşılaştırılarak çok sayıda yeni gen keşfedildi. Laboratuvar şartlarında gen nakavtı yapıları bozulan genlerin, farede ortaya çıkan arazlara bakmak suretiyle, normal şartlar altında ne tür işlevleri olduğu öğrenildi, öğrenilmeye de devam edilmektedir. Sadece protein kodlayan kısımların değil, genomun tamamının belirlenmesi ve türler arası karşılaştırmalar sonucu, genomun protein kodlamayan ve gen “regülasyonunda” önemli rol oynayan DNA dizilimleri hakkında da bilgiler elde etmeye başlanmıştır. Regülasyondan sorumlu kısımlar, bir genin ne zaman, ne kadar ve nerede çalışması gerektiğini belirleyen kısımlardır. Pek çok hastalık, genlerin çalışmasını kontrol eden bu mekanizmalardaki bozukluklar sonucu ortaya çıkar( Karaçay, 2012: 83-89). Genom projesinde kimsenin DNA dizilimi üzerinde telif hakkı olmaması gerektiği belirtilmiş ve kanuni olarak bu tür bir girişimin, yani genlere patent alınarak ticari amaçla kullanılmalarının önlenmesi önerilmişti. Böylece elde edilen bilginin bütün insanlığın hizmetine sunulması garantilenmiş olacaktı. Ancak özellikle ABD’deki patent kanunları ve bu işi kar amacıyla yapmak isteyen sermaye sahiplerinin baskısı sonucu, çok sayıda DNA dizilimi sonraki yıllarda patentlendi. Bu durumdan dolayı ABD dışındaki ülkelerde, ABD’ye karşı haklı olarak negatif bir tutum ortaya çıktı. DNA dizilimlerinin tescil edilmesine kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır. Fakat Gen haritası bilgisi bütün insanlığın malıdır ve öyle de kalmalıdır( Karaçay, 2012: 94). 

GENLERİN PATENTLENMESİ: FELAKETE REÇETE

Patent olayının halk sağlığı açısından ulaşabileceği boyutları açıklamak için Brezilya hükümetinin H IV-AIDS ile savaşta karşılaştığı güçlükleri örnek vermek gerekir. 1990’larda Brezilya’da her yüz kişinden biri HIV kurbanıydı. Güney Afrika’ da o günlerde Brezilya ile aynı olan oran 10 yıl sonra % 25’e çıktığında, Brezilya hala % l ‘i koruyordu. Bunun nedeni, Brezilya hükümetinin mücadelede çok aktif bir şekilde rol alması oldu. Hükümet bütün hastaları bedava tedavi etmeye başladı. Ülke ekonomisine milyonlarca dolara mal olan tedavi, aradan geçen yıllarda ekonomiye çok ağır bir yük olmaya başladı. Çünkü ilacı ABD’den Abbott Laboratories adlı şirket geliştirmişti ve Brezilya hükümeti Abbott’a her yıl milyonlarca dolar ödüyordu. Brezilya hükümetinin defalarca başvuruda bulunmasına rağmen Abbott her defasında ilacın fiyatını düşürmeyi reddetti.  Yılda 170 bin kişinin ilaç masraflarının karşılanması sonucu Brezilya’nın millî gelirinin % 4’ü sadece AIDS ilaçlarına gider olmuştu.  Brezilya hükümeti Dünya Ticaret Örgütü’nün 2001 yılında aldığı bir kararı gerekçe göstererek, eğer Amerikan ilaç şirketleri fiyatı düşürmezse ilacı kendi ilaç şirketlerine ürettireceğini açıkladı. Dünya Ticaret Örgütü’nün kararı, toplum sağlığının acilen tehdit altında olduğu durumlarda hükümetlerin patent sınırlamalarını göz ardı edebilmelerini sağlamak üzere alınmıştı . Brezilya hükümeti AIDS’in ciddi ve acil bir halk sağlığı problemi olduğu nu ileri sürerek bu kararı destekliyordu. ABD ise, bir yandan ilacın yapımcısı Abbott şirketinin ve onun desteklediği lobilerin bir yandan da Ticaret Odası’nın doğrudan hükümete yaptığı baskılar sonucunda, Brezilya’nın patent anlaşmasını bozması (yani ilacı kendi ilaç şirketlerine yaptırması) durumunda Brezilya’ya ekonomik yaptırımlar uygulanmasını sağlamaya çalışıyordu. Buna rağmen Brezilya hükümeti Abbott’a tarih vererek o güne kadar ilacın fiyatını düşürmemesi durumunda kararını uygulayacağını açıkladı. Her yıl milyonlarca dolar kaybetmesi tehdidinin çok ciddi olduğunu anlayan Abbott, sonunda Brezilya’nın “son gün” olarak belirlediği tarihte ilacın fiyatını düşürdüğünü açıkladı. ABD ve Avrupa’da pek çok şirket DNA’yı patentlemek için milyonlarca dolar harcadı ve harcamaktadır( Karaçay, 2012: 94-95). 

Bunun nasıl bir sonuç doğurabileceğini şöyle bir senaryo ile görelim:

Yıl 2023. Mehmet Bey X hastalığına yakalanmıştır. Hastalık, Y genindeki bir mutasyon sonucu ortaya çıkmıştır. Eğer tedavi edilmezse Mehmet Bey’in sağlığı giderek kötüleşecek ve 7 ila 10 yıl içinde hayatını kaybedecektir. Tıptaki gelişmeler, Y genindeki bozukluğu gen tedavisi ile düzeltecek düzeye ulaşmıştır. Mehmet Bey’in Y genindeki bozukluk Akdeniz Üniversitesi Gen Tedavi Merkezi’ndeki imkânlarla tedavi edilebilmektedir. Ancak doktorlar böyle bir tedaviye girişemezler, çünkü tedaviye başlamadan önce Y genini patent altına almış olan Amerikan veya Avrupalı şirkete başvurarak izin almak zorundadırlar. Patentten dolayı önce bu şirkete yüklü bir miktarda para ödenmesi gerekmektedir. Bu parayı dar gelirli Mehmet Bey karşılayamayacağı için ya tedavi edilmeden ölüme terk edilecek ya da Türk hükümeti, sağlık sigortası ile gerekli ödemeyi, patenti elinde tutan Amerikan veya Avrupalı şirkete yapacaktır. Sadece tek bir ilaç için yaptığı ödemelerin Brezilya hükümetini iflasın eşiğine getirdiğini hatırlayalım. İnsanın 25- 30 bin gene sahip olduğu düşünülürse, bunların bozukluğu ile ortaya çıkacak her bir hastalık için, söz konusu genin patentini elinde tutan şirkete ödeme yapılması, gelişmekte olan ülkelerin ekonomisine çok ağır bir yük ve büyük bir darbe olacaktır. Ödeme yapmanın alternatifi de vatandaşların parasızlık nedeniyle o sağlık hizmetinden mahrum bırakılmasıdır. Ülkemizin ve vatandaşlarımızın böyle bir felaketten korunması için zaman kaybedilmeden yasal önlemler alınmalıdır. Sağlık Bakanlığı’nın önderliğinde, kanun yapıcı birimler ile birlikte çalışılarak genlere konulan patentlerin ülkemizde tanınmaması için yasal düzenlemeler yapılmalı ve ülkemizin ekonomisinde çok ağır yaralar açabilecek böyle bir haksız girişim şimdiden önlenmelidir. Genlerimize tekel koymaya hiç kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır.  Bu konu ele alınırken birkaç yıl değil, birkaç yüz yıl sonra ne olacağı düşünülerek karar verilmelidir. İşin başındayken gerekli önlemlerin alınması, gelecekte ortaya çıkabilecek çok büyük problemleri şimdiden önlemek demektir ( Karaçay, 2012: 96-97).

Bildiğimiz gibi yaşam, gezegeni birlikte paylaştığımız sayısız organizma genomu tarafından belirlenir. Her organizma, o organizmanın bir yaşam örneğini inşa etmek ve sürdürmek için ihtiyaç duyduğu biyolojik bilgiyi içeren bir genoma sahiptir. İnsan dâhil çoğu genomlar ve tüm diğer hücresel yaşam formlarının genomu, RNA (ribonükleik asit) genomuna sahip olan  birkaç virüs dışında, DNA (deokisiribonükleik asit)  yapılıdır. DNA ve RNA, nükleotit denilen monomerik alt birim zincirlerinden oluşan polimerik moleküllerdir (Brown, 2015: 3). DNA canlıların her hücresinde bulunan organizmaya ait genetik bilgileri taşıyan çift sarmal moleküllerdir.  Hücre çekirdeğinde ve mitokondride bulunan DNA’lar şeker, fosfat ve dört bazdan oluşur. Bu bazlar: Adenin, Guanin, Sitozin, Timindir. Bazlar ikili olarak eşleşir ve baz çiftleri olarak isimlendirilir (adenin-timinle, guanin-sitozinle eşleşmektedir). DNA da kromozomları meydana getirmektedir. O canlı türüne ait kalıtsal bilgiler DNA’da saklıdır ve DNA üzerinde kalıtsal özellik taşıyan genler bulunmaktadır.Kromozomlar ise DNA’nın özel proteinlerle birleşmesiyle oluşur. DNA hücrenin sentez ve yönetim özelliğine sahip bulunmaktadır.

Tüm çok hücreli hayvanların genomları için tipik olan insan genomu iki farklı kısımdan oluşur:

-Çekirdek genomu, en kısa 50.000.000  ve en uzun ise 260.000.000  nükleotit uzunluğunda, her biri farklı kromozomda yer alan   24 doğrusal moleküle bölünmüş DNA  yaklaşık 3.2000.000.000  nükleotitten oluşur. Bu 24 kromozom  22 otozom  ve 2 eşey (X ve Y)  kromozomundan meydana gelmektedir. 

-Mitokondri genomu,  mitokondri olarak adlandırılan enerji üreten organelde çoklu kopyalar halinde yerleşik olan 16.569 nükleotitlik halkasal bir DNA’dır.  İnsan mitokondri genomu sadece 37 gen içerir. Erişkin insan bedenindeki yaklaşık 1013 hücrenin her biri tamamı ile farklılaşmış halde bir çekirdekten yoksun olan kırmızı kan hücreleri gibi sadece birkaç istisna hücre tipi dışında, kendi genomunun kopya veya kopyalarına sahiptir. Hücrelerin büyük çoğunluğu diploittir ve bu yüzden her bir otozomun iki kopyasına ilave olarak dişiler için XX veya erkekler için XY olmak üzere iki eşey kromozomuyla toplamda tüm hücrelerde 46 kromozom yer alır. Haploit ve her bir otozomdan bir ve bir de eşey kromozomu içeren sadece 23 kromozoma sahip olan eşey hücreleri ya da gametlerin aksine bunlara somatik hücreler denir. Her iki hücre tipi her bir mitokondrisinde on veya daha fazla olmak üzere mitokondri genomunun yaklaşık 8.000 kadar kopyasına sahiptir. Genom biyolojik bilginin deposudur ancak kendi başına bu bilgiyi hücreye salamaz. Genomun içermiş olduğu biyolojik bilginin kullanımı, genom ifadesi olarak anılan kompleks bir seri kimyasal reaksiyona katılan enzim ve başka proteinlerin koordineli aktivitesini gerektirir (Brown, 2015: 4). Coğrafi şartlar iklim göç, hastalık kültürel alışkanlık ve birçok nedenle genlerde değişiklik meydana gelebilir. Erkek eşey hücrelerinde bulunan Y kromozomundaki meydana gelen her genetik değişim bir harf ile kodlanır ve bu her yeni genetik değişikliğe-özelliğe- (mutasyona)  Haplogrup (SNP-Single Nucleotide Polymorphism) adı verilmektedir. 

Haplogrup; aynı SNP mutasyonlarını içerdiği için ortak atadan geldiği bilinen gen serilerinin oluşturduğu gruptur. Y-DNA haplogrubuna bakarak bir insanın baba tarafından nerden geldiği anlaşılabilir. Y-kromozomunda meydana gelen her genetik değişim (SNP-Single Nucleotide Polymorphism) bir harf ile kodlanarak ‘Haplogrup’ adı verilmektedir. Kronolojik olarak ilk SNP değişimi ile BT Haplogrubu oluşmaktadır. Daha sonra birkaç bin yıl geçince bir başka genetik mutasyonla CT haplogrubu oluşur ve bu değişimler bir ağaç dalları gibi çeşitlenerek günümüze kadar devam eder. Anne tarafından ise mitokondrial DNA Hablogrupları dikkate alınmaktadır. 

Genetik bilimi ve bilimsel etik açısından buraya kadar bir sorun görünmemektedir. Bundan sonra mutasyonlar üzerinden yeni etnik gruplar oluşturma veya insanların milliyetlerini mozaik haline dönüştürme, aidiyet şuurunu bulanıklaştırma projeleri başlamaktadır. Ataların izinde programları ile insanların duygularını okşayan ve cazip gelen her teklif ve bunun bedeli daha sonra torunlardan çıkarılacaktır. National Geographic & IBM gibi uluslar üstü kuruluşlara gönderilen DNA örnekleri tek amaçlı kullanılmamaktadır. Bu ve benzeri çalışmaların sadece Avrupa-Türkiye bulgularına göz önüne atıldığında çalışmanın nasıl yönlendirildiği anlaşılmaktadır. 

HAPLOGRUPLARA GÖRE AVRUPA’NIN ETNİK YAPISI:

 Mezolitik Avrupalılar:

I1: Ön-Germen (İskandinav); 

I2b: Ön-Kelt-Germen; 

2a1: Sardunya, Iberia                    

I2a2: Adriyatik, Tuna havzası

 Neolitik göçmenler:    

N1c1: Uralo-Fin, Baltık, Sibiryalı                              

G2a: Kafkasya, Greko-Anadolu

E1b1b: Kuzey Afrika, Yakın Doğu, Balkan

T: Orta Doğu, Doğu Afrika

Bronz çağı göçmenleri:

R1a: Balto-Slav, Germen, Hint-İran 

R1b: İtalo-Kelt, Germen, Hitit, Ermeni 

J1: Kafkasya, Mezopotamya, Semitik 

J2: Greko-Anadolu, Mezopotamya, Kafkasya” (Mirza, 2012: 11)

“Haplogruplara Göre Avrupa’nın Etnik Yapısı” başlığının yorumu Murat D. Mirza’ya göre şu şekilde yapılmıştır: “Örnek olarak R1a haplogrubunu inceleyelim: Yukarıdaki şemaya baktığımızda bu grubun 25 bin yıl önce tahminen Doğu Avrupa veya Güney Asya’da oluştuğunu görüyoruz. Daha çok Slav ve Germen’lerde rastlanan bir haplogruptur. Bugün Rusya, Ukrayna, Polonya gibi Slav ülkelerinde yoğun olduğunu göreceksiniz. Buradan yola çıkarak R1a’nın sadece Rus veya Slav halklarının geni olduğunu söyleyemeyiz. Evet, Slavların ataları R1a haplogrubundandır, ancak 25 bin yıl önce ortaya çıkan bu grup  %19-27 oranında Norveç ve İsveç’te de görülüyor. Demek ki R1a hem Slav hem de İskandinav milletlerinin ortak atasıdır. Bir anlamda bu uluslar barındırdıkları R1a oranı kadar birbirleriyle akrabadır denebilir.  Şimdi bir Avrupa haplogrubu olan R1b’yi inceleyelim. Bu genetik grup İspanya, Fransa, İngiltere gibi Batı Avrupa ülkelerinde yoğun olarak karşımıza çıkıyor. R1b yaklaşık 23 bin yıl önce oluştu, kronolojik şema R1a ve R1b’nin ortak ataları R1’in 28-30 bin yıl önce doğduğunu söylüyor. Bu ne demektir?  Bu demektir ki, 30 bin yıl geriye gittiğinizde Fransız, İngiliz, Rus kalmıyor büyük ölçüde akraba oluyorlar. Eğer 45 bin yıl geriye giderseniz bütün Avrupalılar IJK haplogrubundan olup aynı dedenin torunlarıdırlar” (Mirza,2012: 12). “Türkiye’ye baktığımızda adeta bir gen mozaiği görüyoruz, neredeyse hiçbir haplogrup baskın değil. J1 ve J2 grupları Orta Asya doğumlu değil. Nitekim bu araştırmayı yapan kaynak Türkiye için özel bir not düşmüş: “Türkiye, bu tabloya alınmayan Afrika ve Asya haplogruplarını da (A, ExE1b1b, C, H, L, O, R2) %8.5 oranında barındıran tek ülke…” (Mirza, 2012: 13).

Burada ilginç olan  “R1b: İtalo-Kelt, Germen, Hitit, Ermeni”olarak gösterilerek yaklaşık 28-30 bin yıl öncesine tarihlenen R1b Hablogrup bir biri ile alakasız tarihi toplulukları göstermektedir. Hititlerin; Ermeni ve Germenlere yakın çağlara tarihlenmesi tarih bilmemektir!… Bronz çağı göçmenleri döneminde Ermeni, Germen ismi ve Germen, Ermeni milletleri yoktur. Buna karşın o çağlarda Erken-Türk, Ön-Türk Kavimleri ve Uygarlıkları mevcuttur. Bu ve birçok çalışmada Türkler her zaman göz ardı edilmekte veya melezliğin üst noktası olarak tanımlanmaktadır(!) Hâlbuki bu çalışmalarda iddia edilenin aksine R1b’nin Türklerin atası olan Ön-Türkler olduğu daha başka yayınlarda gösterilmiştir. Osman Çataloluk‘un“Türk’ün Genetik Tarihi” eserindeki tespitlerine göre “Türk’ün dünya milletlerine nispetini ortaya koyacak bir benzetme yaparsak hücrede matriks denen yapı vardır. Bütün organeller bu yapı içinde yerleşir ve görevlerini icra ederken bu yapıdan destek alırlar. Bu yapı olmadan hiçbir organel görev yapamaz ama hiçbir organel de bu yapının içinde faaliyet gösterebildiğinin farkında değildir. İşte matriks’in hücreye nispeti ne ise Türk’ün de dünyaya nispeti odur. Dünyada Türk’ün kan vermediği hiçbir kabile ve hiçbir millet yoktur. İşte bu yüzden Türk dünyası(Aslında rahatlıkla R Dünyası  denebilir) alabildiğince geniş ve farklıdır. Bu dünya Türk olduğunu bilen R1a ve R1b’lilerle Türk olduğunu bilmeyen R1a ve R1b’lilerden oluşmaktadır (Çataloluk, 2012;25). Bununla beraber birçok Türk boyu R1a ve R1b Haplogrupu içinde değerlendirilemeyeceği için genetik bir sınıflama ve sınırlama her milleti olduğu gibi Türk milletini de zora sürükleyebilecektir. Bunu Ermeniler denemeye çalışmışlar ve başarısız olmuşlardır. Şu da unutulmamalıdır ki Türk Milleti bir gen mozaiği değil bir ekinin (kültür’ün) ebru desenidir. Ebru deseninin en belirgin özelliği bir birinden ayrılmaz ve birlikte şekillenerek hareket etmesidir. 

ERMENİ DNA PROJESİ VEYA ERMENİLERİN “TÜRK ÇIKMA” KORKUSU

Hovann Simonyan bir Ermenidir, Beyrut’ta doğdu, ikamet
ettiği yer İsviçre, bazen Avrupa’da da yaşıyor, bazen de Amerika’da. Birkaç dil biliyor, son yıllarda çok ilginç projelere imza atmış. Son projesi DNA testleridir, yani insanların hangi millete, hangi halka ve ırka ait olması ile ilgili araştırmalar yapıyor. Yani
çağdaş teknolojinin sağladığı imkânlardan yararlanarak laboratuar
analizleri yapmaktı bu projenin temel amacı…(Mehdiyev, 2015: 77) Hovann Simonyan ve onun ortakları bu alanda uzman olmasalar da çok uyanıklar ve kendi milletlerinin yararına bir şeyler yapmak için bundan da yararlanmayı düşünmüşler. Bu çalışmanın gerekli veya gereksiz olduğu ile ilgili hiçbir fikir yürütmeden böyle bir kanaate varabiliriz ki, Hovann Simonyan çok akıllı bir Ermenidir. Kendi taslağını öyle yerlerde, öyle ülkelerde hayata geçirmeye çalışıyor ki, oradaki insanlar görünüşte biraz Ermeni’ye benzerler. Eğer test belli ederse ki devletin, halkın ve toplumun veya bir milletin kökünde de bir Ermenilik yatıyor, derhal bu ortaya çıkarılır, yalnız o zaman proje yöneticileri hesap edecekler ki hedef doğru seçilmiş amaca ulaşılmıştır. Düşünün ki, örneğin, İspanya’nın başkanı veya başbakanı birdenbire, Hovann Simonyan’ın projesindeki testin sonucuna göre Ermeni çıkıyor(Mehdiyev, 2015: 77). Ve yahut ABD’de önemli bir görevde olan birisi birdenbire anlıyor ki onun kökeninde bir Ermenilik yatıyor. Bu kişi bir akşam İspanyol, ya da İngiliz olarak yatıyor, sabahleyin Ermeni olarak uyanıyor. Veya aksine. Bu proje sayesinde Ermenilerin sayısı da önemli ölçü­de çoğalıyor. Bazı Ermenilerin böyle bir iddiası mevcut. Ermeniler dünyada bilinenden fazladır. Hatta iki katıdır söyleyenler var. Bakın amaç budur: Ermeni olup kendisini başka bir milletten zannedenle­ri geri döndürmek gerekiyor! (Mehdiyev, 2015: 78) Hovann Ermeniliğe ve kendi halkına bundan iyi daha nasıl hiz­met edilebilir ki… Ermeniler bu fırsatı hiçbir zaman kaçırmazlar, onlar biliyorlar ki, artık dünya öyle bir döneme yetişti ki, herhangi bir şahsın hangi millete, soya ait olmasını belirlemek çok da zor iş değil. Kendi ulusal kimliğinden kuşku duyanlar dünyada mevcut DNA uzmanlarına başvurabilirler. En azından bu işin propaganda­sı yapılacak. Çok ilginçtir ki, dünyada bu işi yürüten ve götüren kurumların ve şahısların çoğu Ermeniler. Avrupa ve Amerika’nın DNA testlerini dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştiren National Geografıc Society veya Family Tree DNA kurumlarının yöneticileri ve orada çalışanların neredeyse tamamı da Ermeniler (Mehdiyev, 2015: 78)

ARKEOGENETİK

Günümüzde tıp, hastalıkları daha sağlıklı tanımlamak ve bulguların ışığında yeni tedavi yöntemleri ve ilaçlar geliştir­mek için yaşayan insanların genomlarından yararlanırken; arkeogenetikçiler insan genetiği konusundaki gelişmelerden faydalanarak arkeolojik buluntuları -eski kemik, diş veya toprak örneklerini- analiz ediyor, DNA sonuçlarına dayanarak ölmüş insanların kökenlerini saptamaya çalışıyorlar. Böylece arkeoloji için yepyeni kapılar açılıyor. Arkeoloji bu za­mana dek olanın aksine artık teorilere ve yorumlara mahkûm olmaktan kurtuluyor. Örneğin genetik analiz sonuçlarına dayanarak göç dalgalarını alışık olmadığımız bir doğruluk içinde kanıtlıyor. DNA’nın çözümlenmesi, arkeoloji için en az geçen yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan teknolojik ge­lişmeler kadar önemlidir. O dönemde arkeolojik bulguların yaşlarının belirlenmesi, radyokarbon metoduyla tamamen yeni temeller üzerine oturtulmuştu. Bu sayede insanlığa ait kalıntılar, her ne kadar tam yılı saptanamasa da ilk kez gü­venli biçimde tarihlenebildi. Arkeogenetik ise iskelet parça­larının okunmasını, kim oldukları bilinmeyen kişilere ait olan kemikler arasında bağlantılar kurulmasını mümkün kılıyor. Bundan on binlerce yıldan beri toprak altında kalmış insan kalıntıları, böylece bize geçmişten çok değerli bilgiler aktaran haberciler haline geliyor. (Krause&Trappe, 2021: 16-17) Arkeogenetik çalışmaların görünen yüzü kadar ilerde siyasi, demografik, ideolojik birçok gizli amacının da olabileceği unutulmamalıdır. Genlerin yolculuğu ile birçok virüs ve bakterinin de yolculuğu düşünüldüğünde biyolojik silahlar içinde bir gizli ajanda tutulduğu bir köşeye yazılmalıdır.

Çok uzun zaman önce ölmüş insanların DNA’sının keşfedil­mesinin yanında, son dönemlerde başka bir arkeoloji dalı ilgi odağı haline geldi. Yapılan iş, hastalığa yol açan mikropların eski DNA’sının analiz edilmesiydi. İnsanların göçü ve halk­ların yer değişimi insanlığın bugünkü durumuna gelmesin­de, gelişmiş ve küresel ağlar kurmasında büyük rol oynadı. Ancak bu hareketliliğin bir de bedeli olması gerekiyordu. Bu bedel bulaşıcı hastalıklardı. Binlerce yıl boyunca milyonlar­ca insan, birbiriyle bağlantılı iki muazzam eğilimle ortaya çıkan bakteriler ve virüsler nedeniyle hayatını kaybetti. Bi­rinci neden dünya üzerinde giderek kalabalıklaşan yerleşim birimlerinde hastalık mikroplarının insanlar arasında kolayca yayılabilmesi ve onları yok etmesiydi. İkinci neden, halklar arasında giderek yoğunlaşan ticaret sektöründeki mübadele­lerdi. Mikropların dünyanın yeni bölgelerine yayılması bü­yük olasılıkla bu mübadeleler sırasında gerçekleşti. Tarih, Kuzey Amerika sakinlerinin Avrupalıların gelişiyle beraber çiçek hastalığı ve kızamıkla tanıştıklarını ve buna kar­şılık Avrupalıların da buradan aldıkları, 20. yüzyıla dek ana­karadan büyük acılara ve birçok insanın ölümüne yol açan frengi mikrobunu ülkelerine taşıdıklarını yazıyor. Birkaç yıl önce Batı Afrika’dan gelen Ebola virüsü, hastalığın diğer böl­gelere de sirayet edebileceği endişesiyle epey panik yarattı.

Bir süreden beri erken tarihli göç dalgalarının bulaşıcı has­talıklara neden olduğu konuşuluyor. Bu bağlamda günümüz Rusya’sının güneyinde, insanların kitleler halinde Orta Avru­pa’ya göç ettikleri, yerel nüfusun giderek azaldığı bölgelerde, bundan 5200 yıl önce veba salgınları görüldüğüne dair kanıt­lar var. Daha öncesinde, bölgeyi kasıp kavuran bir mikrobun insanları öldürdüğü, onların yerlerini bu virüse karşı bağışık­lık kazanmış kişilerin aldığı söylenebilir mi? Elimizdeki ka­nıtlar, gerçeğe hiç de uzak olmayan bir senaryonun varlığına işaret ediyor. Bundan yaklaşık 3000 yıl önce, Avrupalıların genetik yol­culuğu tamamlandığında mikroplar, anakara üzerinde son yüzyılın bitimine kadar büyük huzursuzluklar yarattı. Bu kü­çük canavarların evrimini açığa kavuşturmak arkeogenetik ve tıp bilginlerini epey terletecek gibi. İnsanoğlu, yeryüzündeki en başarılı ve seyyar yaratık olabilir, ancak bakteriler ve virüsler binlerce yıldan beri onun genetik gelişimini engelle­yen en büyük baş belası olmaya devam ediyor (Krause& Trappe, 2021: 34-35).

Burada tekrar vurgulamak gerekiyor; tıp dâhil etik ilkelerden çıkıldığında nasıl sonuçlara sebep olacağı tahmin bile edilemeyebilir. Werner F. Kümmel’in Tıp ve Nasyonal Sosyalizm’de anlattığı gibi: Nasyonal Sosyalist-Biyo politikasının temel bir bölümü olarak tıbbın hedefleri,  Nasyonel Sosyalist rejiminin ırksal homojen toplum yaratmak için aldığı tedbirlerin iki yönü vardır. Bu tedbirler bir yandan Yahudi ve Arî olmayan Çingene ve Slav gibi Nazilere göre ‘düşük değerli’ ırka (Bunun içinde Türkler ve birçok ulus da vardır. Fakat Türkistan lejyonlarından ve Türkiye’den bu bilgiler her zaman gizlenmiştir -Hilmi Özden-) ait olanlara diğer yandan ruhsal ve bedensel irsi hastalara, engelliler ile toplum değerlerine uymayan homoseksüeller, hırsızlar, topluma ayak uyduramayanlar, işten kaçanlar ve diğerlerine yöneliktir. Nasyonel Sosyalist bakış açısına göre farklı nedenlerle Alman toplumunun yüzde ondan daha fazlası düşük değerli sayılmaktadır. Kamuoyunda bir yandan yoğun propagandalarla bu insan gruplarının bakımının çok masraflı olduğu gözler önüne seriliyor diğer yandan da sözüm ona az değerli kişiler uzun vadede çok değerlilerden daha fazla çocuk sahibi olacaklarından dolayı toplumun dejenere olma tehlikesi vurgulanmaktadır. Nasyonal Sosyalist rejim halk bedeninin temizlenmesi için birçok yöntem belirlemiştir. 

-Meslekten men etme (uzaklaştırma) ve Almanya’dan ihraç, 

-Zoraki kısırlaştırma, 

-Evlenme yasağı, 

-Öldürme (Ötenazi ve Holocaust-soykırım) (Kümmel, 2018: 21)

Toplama ve imha kamplarındaki hekimlerin yapmış olduğu deneyler ise Tıp tarihinin utanç sayfaları arasına yazılmıştır. Mayıs 1942’de Hitler’in “Eğer devletin refahına olacaksa, prensip olarak insan üzerinde deney yapılabilir” şeklinde vermiş olduğu karar unutulmamalıdır. Bu hususta toplama kampları hekimlere deney yapma açısından o zamana kadar hayali dahi olmayan imkân ve serbestlikler sağlamıştır. Bu nedenle birçok Kampta tıbbi deneyler uygulanmıştır. Deneylerin çoğu da askeri amaçlara yönelik olmuştur (Kümmel, 2018: 46).

Tekrar Ermenilerin DNA projesine dönersek: Dünyada bazılarının Ermeni olduğunu gün yüzüne çıkarmak için, en azından bazı gerçekleri belirlemek “görevini” ilk kez üsle­nen de Mark Arslan (Arslanyan) isimli bir Ermeni kökenli Amerikan vatandaşı olmuştur. Bu şahıs henüz 2002 yılında Ermenistan’ın Geği bölge­sinde bu işe başlamıştı. Fakat kısa bir zamanda proje durdurulmuştu. Nedeniyse burada yaşayan Ermeniler soy köklerinin “belirsizliği”ni gerekçe göstermişlerdi. Ermenistan basınında o zaman böyle bir yazı yayınlanmıştı; “Geğililer Ermeni çıkmasalar bunun suçlusu kim olacak? “İlkin test tespitlerine göre, Geği’den olan Ermenilerin bir­çoğu Ermeni değildiler, demek onlar kök, soy itibari ile Ermeni de­ğillerse, acaba hangi millete mensuplardı? Bunu açıklamak çok zor olacaktı. Ermeni olmamak onları genel Ermeni halkından ayıracak mıydı? (Mehdiyev, 2015: 78) Bu soru uzun zaman basında yer aldı, tartışıldı. Gerçek odur ki, Geği ahalisi Ermeni çıkmadı. Acaba onlar kimdiler? Türk mü? Aysoru mu? Süryani mi? Yezidi mi? Neden bu saklandı? Onlar Türk değil de adı geçen diğer başka bir millete ait olsaydı saklan­mazdı. Bu proje yöneticilerinden olan Mark Arslan’ın fikridir. Mark Arslan (Arslanyan) o zaman kendi kökeni için de test yaptırmıştı ve kendisi de dörtte bir Ermeni çıkmıştı, oysa Arslan’ın dedeleri 1915’te Ermenilerin Doğu Anadolu’dan tehcir ettirilme­si sırasında Türkiye’nin Erzurum şehrinden Halep’e, oradan da Amerika’ya göç etmişlerdi. Öncelerde Arslanyan soyadını taşıyan Mark’ın soyu “saf” Ermeni çıkmalıydı. Zavah Geği köyü sakinlerini aslında kınamak olmazdı. Ermenistan’da böyle bir iddia var ki, her bir Ermeni’nin kökünde mutlaka bir Türklük yatıyor (Mehdiyev, 2015: 79). Hâlbuki bu projeyi yönetenlerin iki amacı vardı: 

Birincisi, Ermeni halkının genetik geçmişini öne çıkarmakla bu halkın daha yüksek ırka mensup olduğunu ispat etme yönü. Ermeni halkının hayatında yaşanan yer değişmelerinin, göçle­rin, işgallerin ve açılımların tarihi etkisi araştırılarak ortaya böyle bir “ürün” bırakılmaları, Ermeni halkının Armenlerin, Hititlerin, Hayların, Haykların, Hurilerin, Mitanilerin, Urartuların, Frigler’in vb. izleri vardır ve en eski dönemlerde Ermeniler yaşadığı topraklar­da işgal sonucunda bulunmuş uluslar; Asurlular, Kimmerler, Keltler, Yunanlılar, Partlar, Romalılar, İskitler, Makedonyalılar, Medler, Persler Ermeni halkının oluşumunda önemli rol oynamıştır.

İkincisinin bu “soy biliciler” Ermeni diasporası temsilcilerinin yoğun olduğu ülkelerde tarihi belgeleri de ortaya koyarak nüfus sa­yımlarını, vatandaşlık kayıtlarını dikkate alarak Ermeni soyundan olanları araştırıyorlar. Örneğin adı, soyadı ve tüm delilleri ile İngiliz olan bir kişiyi test ederek onu “Ermeni” yapmak istiyorlar. Proje­yi hayata geçirenlerin görüşüne göre tarih boyunca böyle Ermeni ailelerinin sayısı belki de şimdiki tüm Ermenilerin sayısına eşittir. Elbette şu an Ermenistan’ın yardıma ihtiyacı var. Bazı “önemli” ül­kelerin Ermeni devlet adamları bilseler ki onlar gerçekten köken olarak Ermenilerdir, kuşkusuz kendi halkına ilgileri değişecek ve anavatan Ermenistan’a onların da bir yardımı, katkısı olacak. Proje­de yer alan diğer bir kişi olan Peter Hraçdakyan diyor ki; I. Dünya  Savaşı döneminde ve ondan sonra birbirlerini kaybetmiş Ermeni akrabalar bu test aracılığıyla birbirlerine kavuşacaklardır. Baba ve anne tarafından birbirine akraba olan kişilerde bu testler farklı yön­temlerle yapılacak (Mehdiyev, 2015: 80-81).

Projede temel figürlerden biri olan Hovann Simonyan Ermeni diasporasında çok önemli figürdür, Ermeni tarihi, tarihi coğrafya, Ermeni kültürü alanlarında faaliyet göstermiş birisidir. O, bu test analizlerinin yapılması ve bazı konuların aydınlatılmasının Ermeni tarihinde yararlı bir araç olacağına inanmaktadır. Ermeni tarihinde rolü olan meşhur ailelerinin de test edilmesi amaca uygun görülü­yor. Belli ki, tarihte Ermeni soylu olarak bilinen bazı ailelerin de Ermeni olmadığı konusunda çok ciddi iddialar var. Örneğin, Dağ­lık Karabağ’dan olan Melik soylu aileler, Orbelyanlar, Arqutyanlar, Bagratyanlar vb. Bu proje onları kesin olarak “Ermeni etmelidir.” Ünlü kişilerin Ermeni olmadığına dair ileri sürülen görüşleri Erme­ni DNA test projesi ile yalanlamak istiyorlar. Adı geçen bu ailelerin temsilcileri artık test edilmiştir. İlginç şu ki bu sonuçlar ilan edilmi­yor. Demek bu şahıslar da Er­meni çıkmamıştır. Eğer Ermeni çıksalardı çoktan basında gürültü koparılmıştı (Mehdiyev, 2015: 81) Projenin yöneticileri Türkiyede kripto-Ermeniler “aramaya çıkmak” fikrindeler. Onlar defalarca bu amaçla Türkiye’ye gelerek gönüllüler aramışlardır. Bu test çalışmalarında çoğu zaman “ari ırktan” saymak istediği aile veya kişiler Türk çıkıyor. Buna göre Hovann ve proje arkadaş­larını Ermenistan’da hiç sevmiyorlar. Neden? Çünkü bu proje baş­ladığından bu yana Ermenileri her an “Türk çıkma” korkusu sarmış durumdadır (Mehdiyev, 2015: 82). Genlerle milliyet ispatlama merakı görüldüğü gibi her milleti sarmış durumdadır. Fakat bu işin yan etkileri Ermenilerde ve diğer uluslarda da görülecektir. Daha önceki yüzyıllarda antropoloji ile milliyet merakı nasıl iflas etti ise genlerle milliyet iddiaları da bu yola doğru dönüşecektir. 

SONUÇ

Genom projesinin insanlığa katkısı olabilecek yönleri unutulmadan siyasî ve ideolojik çerçeveden bakılırsa böl-parçala-yönet veya yeni uluslar oluşturma (devlet ve ulus inşaları) düşüncesinin küresel güçlere hizmet aracıdır. Gün geçtikçe çevre, sağlık, nüfus vb. sorunların arttığı bir dünyada ahlakî değerlerden uzaklaşmış küresel sermaye sahipleri acımasızca gen tuzaklarını devreye koymaktan çekinmeyecektir. Hangi ırkların veya bireylerin yaşama şansı olduğuna onlar karar verecektir. Bizim saf-temiz kalpli, art niyetsiz gençlerimiz ile ulusalcı (milliyetçi) insanlarımız da ağız mukozalarını ve üstüne dolarları da vererek atalarının genlerini öğrendiklerini zannedecektir: Hayır! Verilen ağız mukozası değil gelecekte kimlerin torunlarının yaşayacağı veya yok olacağı sorunudurAmin Maalouf’un Uygarlıkların Batışıeserinde söylediği gibi çağımızda “Zamanın Ruhu” (Zeitgeist): “eşitsizlikleri meşrulaştırma” “dijital-mekanik-kuzenler” ve “küresel egoizm”dir. Şu anki dünya bir gemi ise kaptanlarına ve yardımcılarına bakılması gerekir. Bu kaptanlar gemiyi (dünyayı) kıyıya çıkarırlar mı? Bu çağın görünen sorunları:  etrafınızdaki küresel ısınma,  salgın hastalıklar, kimyasal biyolojik tehditler, nükleer denemeler, doğayı yok eden teknoloji, savaşlarda sivil halka yönelik imha hareketleri, soy kırımlar, ezilen yok olan çocuklar, aç sefil, sağlıksız insanlar ile ayrıcalıklardan (seçilmişler!) başka diğer insanlara ve canlılara hayat hakkı tanınmamasıdır. Bu geminin kaptanı Hz. Nuh (Selam olsun) değil. O halde ön görülerimizi yeni baştan gözden geçirmemiz gerekmektedir.

Gen Tuzakları(Oyunları) satırlarını Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden okul arkadaşım, akademik sahasında yetkin “Tıbbî Genetikçi” bir Hocamızın sözleri ile bitirmek istiyorum: “Niçin ve ne amaçla alındığını bilmediğiniz hiçbir vücut-biyolojik- materyalinizi (ürününüzü) değil kan, ağız mukozası; tükürüğünüzü bile bu uluslar üstü laboratuarlara vermeyiniz”. 

Prof.Dr. Hilmi Özden

Türkiye, ya “Büyük Türkiye” Olacak ya da Yok Olacak!..

Yeni bir Kuva-yı Milliye Ruhu’na ihtiyacımız var… Bu ruh halinde; halkını potansiyel bir düşman olarak görmeyen, onun kutsallarıyla oynamayan, onlara saygı gösteren bir devlet anlayışı, milli ve birikimli bir teşkilatlanma (milli entelijansiya) var. Gerçek milliyetçiliği kendisine şiar edinmiş, entelektüel hareketlere ihtiyacımız var. Unutmayalım, bu üzerinde yaşadığımız toprakları da Kuva-yı Milliye hareketiyle kurtardık.

***

– Öncelikli olarak, Siyaset felsefesinin konusu olan ve eski Yunan’dan bu yana sürekli tarif edilen “devlet” kavramını tanımlayalım. Mantık silsilesi içersinde anlatmak istediğimiz meselenin iyice anlaşılması için bunun gerekli olduğunu düşünüyorum. İşin felsefesine girmeden yalnız Aristo’nun bahsettiği “ideal devlete” vurgu yaparak, olması gereken devleti açıklayabilir miyiz?..

– Aristo’nun bahsettiği “ideal devlet”e vurgu yapacak olursak; bu çok mücerret bir kavram. Çünkü onun bahsettiği devlet kusursuz bir devlet mekanizmasını işliyor. Tek kusuru vardır; o kadar mükemmeldir ki, yeryüzünde gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Ancak buna rağmen bazı temel prensiplere riayet edilmesi şartıyla bu devletin gerçekleştirilebileceğini Platon, “Devlet” isimli eserinde söylemektedir. Nedir onun kastettiği devlet, kısaca söyleyecek olursak, “devlet yönetiminin filozofların yönetiminde olmasını öngören bir düşünce”dir, Bunun dışında ideal devlet tanımları da yapılmıştır. Ancak konuyu uzatmadan asıl söylenmesi gerekeni söylersek, “ideal devlet, mümkün olduğunca yönetim kusurlarından arındırılmış devlet manasına gelmektedir” diyebiliriz. Tabii bu bağlamda, akla şöyle bir soru gelebilir, acaba şu ana kadar böyle bir devlet modeli geliştirilebilmiş midir? Yaşanmış veya yaşanmakta olan bir örneği var mıdır? İdeal devlet imparatorluk mudur, monarşik veya oligarşik bir yapılanma mıdır, yoksa ulus-devlet midir? Konferedasyon mudur?.. Onlarca soru sorularak cevap aranabilir. Hatta ideal devlet, “Bir kamu mutabakatı sonucunda oluşturulan ve devlet yönetiminin doğrudan doğruya topluma karşı sorumlu olduğu, adına ‘enstrümantal devlet’ denen, bütün plan-proje, hukuk sisteminin devlet elitleri tarafından değil de ‘toplumun erki’ tarafından belirlendiği devlet midir?” diye bir soru sorulacak olursa buna da çok kısaca şu cevabı verebiliriz, ki, bu benim kişisel yorumumdur: İdeal Devlet, vatandaşını mutlu eden, taşımış olduğu kimliğiyle, bayrağıyla onur duymasını sağlayan, rencide etmeyen, “emreden değil hizmet götüren” ve “meşruiyetini vatandaşından alan” devlet yapısıdır. Bunun da en iyi örneği demokrasidir. Demokrasi tabiatıyla çok uzun bir tartışma konusudur. Şu kadarını söyleyecek olursak, demokrasi, yönetimin “demos”ta yani “halkta” olması demektir.

İyi bir devletin mutlaka sahip olması gereken en önemli prensiplerden birisi kanaatimce hem tarihe hem de istikbale karşı sorumluluğu olduğunu hisseden, tüm mekanizmalarıyla bu sorumluluk bilincini birincil derecede göz önünde bulunduran bir devlettir. Böyle bir devlet, “ölülerin diriler üzerinde hakkı bulunduğunu, bu ülkenin miras alındığını ve tarihi sürekliliğini devam ettirmek zorunda olduğunu, gelecek nesillere de devralınan devletten daha iyi bir devlet daha iyi bir vatan, daha müreffeh bir toplum bırakmak gibi bir sorumluluk içersinde olduğunu,” bilir. Çünkü tarih bir sürekliliktir. Devletler, her sabah kalktığımızda yeniden kurulmaz. Her devlet mutlaka tarihi bir derinliğe oturur.

– Şimdi meseleyi “millet” mefhumuna getireceğim. Ve burada, “Millet mi devleti, yoksa devlet mi milleti oluşturur?” diye bir soru soracağım. Çeşidi etnik kimliklerin, kuru kalabalıkların, grupların ayrı ayrı oluşturulmaya çalışıldığı bu günler de bu kavramları tekrar yerli yerine vasıflarıyla birlikte oturtmamız gerekiyor…

– Efendim, tarihi hiyerarşi içersinde adeta “Tavuk mu yumurta dan, yoksa yumurta mı tavuktan çıkmıştır?” muhabbetine benzer “Devlet mi yoksa millet mi daha önceliklidir?” şeklinde ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Şurası muhakkak ki, devlet adını taşısın taşımasın, devlete benzer, devletin fonksiyonlarım ifa eden organize olmuş siyasi kurumlar, insanlığın en eski dönemlerinden beri vardır. Çün kü siyaset iki kişinin bir araya geldiği anda oluşan bir olgudur. Tarih boyunca devlet yönetiminin devlet organizasyonu şeklinde örgütlenmesinin, toplumun teşekkül etmesiyle aşağı yukarı eş zamanlı olduğunu düşünebiliriz. Ancak, devlet şeklindeki siyasi örgütlenmelerin bariz bir şekilde ortaya çıkışı toplumların teşekkülünden sonra karşımıza çıkmaktadır. Ancak, milletin içtimai varoluşu için mutlaka devlet şarttır. Millet, halktan, ahaliden, veya yığınlardan farklı olarak çok daha örgütlü, organize, temasını kapsayıcı bir kimlik al tında toplayabilen içtima bir organizasyondur. Millet kavramı, halk kavramının üstünde olan bir kavramdır. Tarihi bir derinliği vardır. Bu tarihler içerisinde “milletin devlet tarafından inşa edilen bir sosyal varlık” olduğunu görüyoruz. Yani devleti olmayanların millet haline gelmesi mümkün değildir. Millet tarih içersinde devlet tarafından inşa edilir…

-Peki, devletin yapısını, şeklini, ufkunu millet mi çizer; yoksa milletin yapılanmasını, reflekslerini bir plan altında devlete hakim olan değişken iktidarlar mı? Yani kim kime nasıl şekil verir?..

-Tek taraflı bir etkileşimden ziyade, karşılıklı fonksiyonel bir iletişim olduğunu gözlemliyorum. Toplum devleti meydana getirir, fakat, zaman içersinde o toplum millete dönüşür. Mesela biz Türklerin millet haline gelişinin en önemli sebebi devletimizin oluşudur. Bizim dışımızda diğer devletler için de bu geçerlidir. Zira, Çin devleti olmasaydı Çin milleti olmayacaktı. Çin halkları olabilir, Çince konuşan insanlar olabilir, ama bunlara Çin milleti diyemeyiz. Aynı şey Türkler ve bir başka millet için de geçerlidir. Biraz evvel milletlerin oluşma sürecinde devletin çok belirgin bir rolü olduğunu söylemiştik. Ayrıca, devletini kaybeden toplumların ileriki zamanlarda bu kaybettiği devleti yeniden tesis edemedikleri takdirde tarihten silindiklerini binlerce örnekten biliyoruz. Mesela eski Mısırlılar çok yüksek bir medeniyet kurmuş, çok uzun ömürlü bir devlet olmuşlardı. Ancak, Mısır devletinin ortadan kalkışından sonra bir daha bağımsız bir devlet olarak toparlanamadıkları için Mısır halkı çok radikal bir değişime uğrayarak soyunu, dilini dahi kaybetti. Zamanla Arapça konuşmaya başlamışlar ve Araplaşmışlardır. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, devlet mi millet mi daha ehemmiyetli şeklindeki bir soruya kesin bir cevap verilemez. Her ikisini de ayrılmaz bir bütün olarak sosyal bir bütünlük içersinde değerlendirmek gerekir.

-Anladığım kadarıyla “devlet” ve “millet” kavramları içeriğiyle birlikte “su”yu oluşturan elementler gibi. Hidrojeni ayrıştırdığınızda oksijen, oksijeni ayrıştırdığınızda, hidrojen ortada kalıyor ve su gibi bir “hayatiyet maddesi” ortadan kalkıyor… Peki bu ayrılmaz bütünlük içersinde “vatan”ın yeri neresidir?

-Vatan, milletin ve devletin oluşmasında fiziki bir şarttır. Çünkü insanlar balıklar gibi sularda yaşamıyorlar. Vatan, dünyadaki kara parçalarından biri olup, belirli bir hududu, bu hudutlar içersinde devlet müeyyidelerinin uygulandığı, içersinde milletin yaşantısını idame ettirdiği birçok açıdan kutsiyeti olan toprak parçadır. Ama eğer ehemmiyetler hiyerarşisi bakımından, devlet ve millet kavramlarının yanında yeri nedir derseniz; benim felsefeme göre devlet vatana göre daha ehemmiyetlidir. Devletin önemi ise millete yapışıktır. Devlet kesinlikle vatana göre daha önceliklidir.

Devletsiz Bir Millet Tarihin Mezarlığında Gömüdür

Efendim bu hayati kavramları bir yere düğümlememiz gerekiyor; çünkü ortak aklımızdaki (millet şuuru) yerine sarsılmaz bir mantıkla otursun. O amaçla biraz karmaşık gözükse de sormak istiyorum: “Devletsiz bir millet, vatansız bir devlet, hem vatansız hem de devletsiz bir millet olabilir mi?..

– Devletsiz bir millet olabilir, ama bu tarihi süreç arz eden bir durum değildir. Evet, var olan bir devletin çeşitli sebeplerden ortadan kalkmasıyla tebaası olan millet bir anda ortadan kalkmaz. Eskisi kadar olmasa da bir müddet aidiyet duygusu içersinde varlığını devam ettirebilir; ancak üstünü bin kere çizerek söylüyorum: “Devletsiz bir millet tarih içersinde yaşayamaz.” Devletsiz kalan bir millet eğer devletini yeniden tesis edemezse tarihi süreç içersinde silinir. Milletsiz bir devlet zaten düşünülemez. Çünkü devlet dediğimiz şey sosyolojik olarak insanlardan ve insani ilişkilerden teşekkül eder. Haliyle bu varlık ortadan kalkacak olursa tabiatıyla devlet de ortadan kalkacaktır. Ancak, tek bir milleti olmayan devletler vardır. Mesela imparatorluklar, mültinasyonel dediğimiz çok milletli bir siyasi yapı taşırlar, bu siyasi yapıda bir imparatorluğun bünyesinde muhtelif milletler yaşayabilir ve bunların birkaç tanesinin ortadan kalkmasıyla o devlet ortadan kalkmaz. Ama onların bütününün ortadan kalkması gibi bir durum söz konusu olduğunda devlet de kendiliğinden yok olacaktır. Çünkü devlet boş arazide kendiliğinden biten tek başına ağaç değildir.

Küreselleşme: Milletin Elinden Vatanını Alma Oyunu

Buradan “vatansızlık” meselesiyle alaka kurmak için küreselleşme konusuna geçecek olursak, küreselleşmenin birkaç veçhesi var ki, bunlardan biri, milli devletleri ciddi manada tehdit ediyor. Çünkü küreselleşme “sınırsız bir dünya” ve “bir “tek dünya” devleti tasarımına kadar götürülebiliyor. Malezya Başbakanı Mahatır Muhammed’in bir konuşmasında söylemiş olduğu çok dikkat çekici bir cümle vardır. Diyor ki: “Küreselleşme, bize sınırsız bir dünya vaat ediyor, aslında bu üstü kapalı çok ciddi bir tehlike. Eğer, benim vatanımın sınırları olmayacaksa haliyle bu benim ülkem de olmayacak demektir.” Hasılı kelam küreselleşmenin, böyle, tehditten öte yıkıcı bir durumu var. Ayrıca küreselleşmenin ne derece tehditkar olduğunu ifade etmek amacıyla kullanılan birkaç kavram daha var. Bunlardan birisi “saldırgan küreselleşme, yırtıcı, agresif küreselleşme” türüdür ki, bugün küreselleşmenin bu safhası tatbik ediliyor. Bugün bu tür küreselleşmenin başını, liberal-kapitalist bir düzenle hareket eden endüstrileşmiş ülkeler tatbik ediyor. Bu kolonyalist birkaç ülke, dünyada siyasi ve ekonomik oyunlarla geri bıraktıkları ülkelerin maddi ve manevi zenginlikleri yağmalıyorlar. Onları kültürel olarak deforme ederken, ciddi manada ortadan kaldıracak kadar ileri gitmektedirler. Sırf bu sebeple dahi olsa, her milli kimlik taşıyan hareketin, bu küreselleşmenin önünde durması milli bir görevdir, diye düşünüyorum.

“Atlantik Çatlağı” Global Yağmacıları Birbirine Düşürecek

-Yeri gelmişken bu konuda söylenen “laf oyunlarına” değineyim. Deniyor ki: “Milli devletler, milli kültürler ortadan kalkacak. Dünya, ‘tek dünya” hakimiyetine girecek ve milli bayraklar da dahil olmak üzere ‘milli kimlikler’ birer ‘folklorik’ malzeme haline gelecek.”

– Küreselleşmenin en uç noktalardaki hedefi tahakkuk edebilir mi?.. Bunu ben iki âlem gözüyle de mümkün görmüyorum. Her halükârda Cenabı Hakk’ın bütün küre-i arzı bir tek kişinin veya gücün eline vereceğine sanmıyorum. Bu, yaratılış kanunları dediğimiz “fıtrat kanunları”na uygun değil. Ayrıca, fizik âlemde de mümkün değil. Zaten, “küreselleşme, son gelişmeler incelendiğinde, tek merkezden idare edilmekten de çıkıyor ve farklı küreselleşme merkezleri doğuyor.” Bu küreselleşme merkezleri çok dikkatli bakabilen araştırmacılar tarafından fark edilebiliyor. Bu durum ileride çatışma alanlarına dönüşecektir. Bu çatışma alanlarıyla ilgili olarak en ciddi analizlerden birisi Huntington’un “medeniyetler arası çatışma” nazariyesidir. İkincisi de yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan ve “Atlantik Çatlağı” kavramı adı altında yaşanan gelişmelerdir. Bu kavramla kastedilen ise şu: Biliyorsunuz ikinci Dünya Harbi’nden sonra Avrupa bir güç birliğine giderek Avrupa Birliği’ni oluşturdu. Bu birlik ile ABD, Rus tehdidi karşısında birlikteliğe gitti ve adına “Atlantik İşbirliği” denen bir kuvvetler birliği gerçekleştirildi. Ancak, Rus tehdidinin ortadan kalmasıyla haliyle Soğuk Savaş dönemi de nispeten sona erdi. Adına Atlantik İşbirliği denen bu kuvvetler birliği de ortak çıkarların ortadan kalkmasıyla yavaş yavaş içlerine attıkları bazı sorunları dillendirmeye başladılar. Böylelikle buzdolabından çıkarılıp masaya konulan bu ihtilaflar gün geçtikçe ABD ile Avrupa ülkeleri arasında şu anda kontrollü ama zamanla kontrolsüz olabilecek sürtüşmelerin doğmasına sebep oldu ki, bugün bu duruma “Atlantik Çatlağı” adı veriliyor…

Ve “Batı’nın Sonu”

“Atlantik Çatlağı” terimi, Jeoloji ilminden alman bir terimdir. Bu konunun ciddi manada üzerine giden yayınlar da var. Bunlardan biri Kupchan’ın makalesi. Kupchan, “BATI’NIN SONU” başlıklı bu makalesinde özellikle şöyle diyor: “Huntington ve benzeri düşünürler, Batı ve dışındakiler arasında bir ‘medeniyetler çatışması’ öngörmekteyken, bizler ise bu çatışmanın Batı ve dışındakiler arasında değil de Batı ve içersindekiler arasında olacağını düşünüyoruz.” diyor.

Şahsi fikrimi söyleyecek olursam; hakikaten bu durum böyle olacağı gibi bana göre işin içersine bir de ABD girecek. Batı ve Batılı devletler hatta halklar kendi aralarında birbirleriyle hesaplaşacakları gibi işin içersine ABD de girecek ve hepsi bir arada yeni bir çatışma dönemini, hesaplaşma dönemini başlatacaklar. Neticede bugünkü saldırgan küreselleşmenin getirmiş olduğu özel bir durum var; bu durum da: “Dünyanın Yağmalanması.” ilk defa 1960’larda gündeme gelen ve sonradan da popüler bir kavram olarak kullanılan “global köy”, içersinde gizlediği asıl anlamına rücu ederek “global yağma”ya dönüşmüştür. Şimdi dünyada global bir yağma var…

Biliyorsunuz, fakir dediğimiz endüstriyelleşememiş ülkelerin büyük yeraltı ve yerüstü zenginlikleri var. Ormanlarından tutun da doğal kaynaklarına, petrollerine, uranyum, bor madenlerine kadar adı duyulmuş veya duyurulmamış binlerce zenginlik Avrupa ülkeleri ve ABD tarafından 18. yüzyıldan bu yana hayvanlarda dahi olmayan bir hırsla yağmalanıyor. İşte bu global yağma hırsı, “19. yüzyılda kolonyolistler arasında dünyanın kolinize edilmesi, paylaşımı sırasında çıkan çatışmaya benzer yeni bir çatışma ortamı doğuracaktır.”

AB’den “Avrupa Birleşik Devletleri”ne

Avrupa Birliği, İkinci Dünya Harbi’nden sonra darmadağın olan Avrupa’nın prestijinin korunması, toparlanması için kurulmuştur. Siyasi bir düzenlemesi, bir tarihi, bir felsefesi vardır. Bu projeyi önemli ölçüde gerçekleştirdiler. Muhtemelen, kısa bir zaman sonra da adı “Avrupa Birleşik Devletleri” olarak ilan edilecektir. 15 ülkenin katılımıyla nüfusu takriben “500-550 milyon”a çıkacak, milli gelir olarak “ABD ile atbaşı” olacak, belki de onu geçecek; “7,5 milyon kilometrekare yüzölçümü” ve şimdiden temelleri atılan “2 milyon askere” sahip Avrupa Birliği Ordusu’na sahip bir Avrupa Birliği, koloniler yağmasında ABD ile çatışmaya girecektir.

– Az evvel bir “düşünceye” binaen, “Devlet, Millet, Vatan” kavramlarını irdelemenizi istemiştim. Bugün, Avrupa Birliği kapısında bekletilen bir Türkiye var ve “AB dayatmaları” ülkemizde vatan, millet ve devlet kavramlarını sorgulatır hale getirdi. Şimdi de, kendi içinde ve ABD ile çatışmaya girecek bir AB’den bahsediyorsunuz. Yani Türkiye, şimdilik bir güçmüş gibi görünen ama birkaç yıl sonra birbirine düşecek bir AB’ye mi sürükleniyor. Yani “mandacılar” için de çok hevesli bir durum ortada yok demeye getiriyorum…

– Bir kere şunu iyi belirlemek lazım… Türkiye’nin AB’den umduğu ne? Belirsiz!.. Evet belirsiz… Türkiye’nin politikasına yön veren insanların “derin bir cehalet”, hatta “hıyanet” içersinde olduklarını söyleyebilirim. Bunu açıklıkla söyleyebilirim! Dış mihraklı ve “örtülü gövdeye” göre yön çizen medya organları vasıtasıyla Türkiye politikaları belirleniyor. Türkiye ne umuyor Avrupa Birliği’nden?.. Eğer umduğu bir şey varsa, Türkiye siyasetine yön veren insanların yazılarından, beyanatlarından, dış ve iç ilişkilerinden bunu anlamamız, görmemiz lazım. Hayır!., Niye hayır, Türkiye’nin en cahil insanları siyaset haremine dolmuş da ondan. Adeta küçük çocukların “lolipop” sevdası gibi “Avrupa Birliği’ne girersek bize para gelecek, Türkiye de refah toplumu olacak” şeklinde kalıbı çıkarılmış cümlelerin dışında ortada bir şey yok. Tabii Avrupalılar aptal, çalışıp Türklere yedirecekler! Bu cehaletten de adi bir görüş. Halbuki bu zatı namuhteremler, şöyle bir tarihe dönüp bakabilseler – nerede o entelektüel bakış – Avrupalıların hiçbir zaman almadan vermediklerim göreceklerdir. Avrupa kolonyolisttir, sömürücüdür… Avrupa Türkiye’ye 10 milyar dolar verirse mutlaka karşılığında 100 milyar dolar alır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi tam manasıyla bir intihar girişimidir.

Alt Kimlik Olmak “Uşak Zihniyetliler”e Yakışır

Lütfen kimse beni kibir ve enaniyet içersinde biri olarak görmesin, buna hakları yok… Şahsım, yıllardır Avrupa Birliği’ni inceleyen, bu konuda incelenmeye layık eser bırakmamaya çalışan biri olarak, bırakın akademisyenliği, en azından bu canım vatanın bir vatandaşı olarak sorumluluğumu yerine getireceğim ve düşüncelerimi ifade edeceğim. Avrupa Birliği’nin içersine giren her devlet bağımsız kimliğini, hürriyet ve istiklalini zaman içersinde yitirecektir. Türkiye için de aynı son kaçınılmazdır. Bu kapsamlı, elitist, jakoben siyaset projesi içersinde her gün eritilen bir Türkiye görmek istemiyorum. ABD’de bir eyalet ne anlama geliyorsa Türkiye de AB içersinde bağımlı ve güdümlü bir eyalet haline getirilecek. Ve Türk milleti de mevcut plan içersinde oluşturulmaya çalışan sözde “Avrupa Milleti” içersinde bir alt kimlik olarak yaşamak zorunda bırakılacaktır… Türkiye, AB’ye üyelik belgesini imzaladığı an kendi eliyle bağımsızlığını da teslim etmiş olacaktır.

– Bakın efendim, az evvel bir mantık silsilesi içersinde meseleleri tam “anlayabilmek” ve “anlatabilmek” amacıyla devletini kaybeden milletlerin zaman içersinde yok olmasından bahsetmiştik. Devletsiz bir milletin tarihten silindiğini söylemiştiniz. Şu anda da, AB içersinde “alt kimlik” olarak yaşatılacak Türk milletinin düşünülen müstakbel akıbetinden bahsediyoruz…

– Bu konu o kadar derin ki… Şimdi, AB’ye girmiş bir Türkiye dediğimizde: “Tarihin en derinliklerinde başlayan Selçuklularla dallanan, Osmanlılarla zirvelere ulaşan, binlerce yıl Türklüğün ve İslamlığın bir tek vücutta temsilcisi ve taşıyıcısı olmuş, bugün de Türkiye Cumhuriyeti devletiyle Edirne ve Ardahan’a sıkışan bir devin yüzüstü yere kapanmasından bahsediyoruz, demektir; ama bu geleneğin devamı olarak Türklüğü ve İslamlığı yücelten ve onları kolonyollere karşı müdafaa eden, Türk devletinin ve Türklerin tarihin sonuna gelmelerinden bahsediyoruz. Ve bu coğrafyalarda bir daha dirilmemek üzere uyuşmaya ve akabinde uykuya geçmesi” demektir. Yapılmak istenen açıkça budur.

Türkiye ya “Büyük Türkiye” Olacak ya da Yok Olacak

– Peki, aydın-ulema dediğimiz, “fizik ve metafizik âlemin” derinliklerini kavramış, ataların tabiriyle “hikmet” verilmiş, meseleleri bir arşın önceden hisseden ve analiz eden insanların yönetimde olduğu 21. asır Türkiyesi neler yapabilir?..

– Şimdi şöyle söyleyeyim. Türklerin yeniden büyük bir millet olarak “var olma ile yok olma çizgisinin” tam ortasında olduğunu düşünüyorum. Türkiye şu anda Ergenekon’dan çıktığından bu yana tarih içersinde karşılaşmış olduğu en güçlü krizle karşı karşıyadır. Ne Moğol İstilası, ne Haçlı Seferleri ve ne de Birinci Dünya Harbinin sonunda işgal edilmiş Anadolu bu kadar feci bir durumdaydı. Bugün bu canım ülke, 1919’un şartlarından daha ağır şartlar altında, üstüne üstlük duyarsızlıklar içersinde bir mücadele veriyor. Neden böyle ağır konuşuyorum. Bana bazıları şöyle diyor: “Hocam bunlar komplo teorileri değil mi?” Ben onlara şunu diyorum, sizin keyif içersinde meselelerin farkına varmadan yaşadığınız anlarda biz bu komplolarla karşı karşıya kalıyoruz. Ayrıca kapınızın önüne gelen felaketi görüp, anlamamak ve korkmamak aptallıktır. Yerinde korku iyidir. “Basiretsiz hayvanlar korkmaz, basiretli insanlar korkar. Korkmalıyız sevdiklerimizi kaybetmekten korkmalıyız, vatanımızı kaybetmekten korkmalıyız. Ayıplı durumlara düşmekten, binlerce yıl dalgalandırdığımız şehit kanlarının boyadığı bayrağımızın folklorik bir flama yapılmasından korkmalıyız.” Ancak, bu korkular insanı tedbire ve uyanık kalmaya mecbur eder.

Tabii ki korkacağım, Türkiye Avrupa Birliği’ne yamandığı an milli bütünlüğünü kaybetme sürecine girdi demektir. Hele Türkiye’yi bu mecraya sürükleyenlerin vaziyeti vahametini idrak edemediklerini görünce endişelerim bin kat daha artıyor. Hatta askerlerin bir kısmı dahi olayın vahametini yeterince algılamış değiller. Çekilmeye çalışıldığımız cendere, yarını, kültürel, siyasi fikirlerle hazırlanmış bir Avrupa Birliği projesi! Bu siyasi projeye girmiş Türkiye, eninde sonunda yok edilecektir.

– Peki girmediği takdirde ne olabilir?..

– Peki girmediği takdirde ne olacak? Bunda da gerçekçi tahlillerimiz var bizim. Pembe bir Türkiye vaat etmiyoruz kimseye. Her türlü tahliller gerçekçi olmak zorundadır, girmediği takdirde Türkiye şu olacaktır; “ABD’nin karşısında bir numaralı güç olan, 550 milyon nüfusa, binlerce dolar milli gelire ulaşmış, 2 milyon tam donanımlı askeri bulunan bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin hedefi olacaktır.” Yani Türkiye Avrupa Birliği’ne girse de girmese de AB’nin en büyük hasmı olacaktır. Bu da bizim çok derin düşünmemizi gerektiriyor. Bir de şu durum var ortada… Neden Türkiye’nin mücadelesi bugün 1919’un şartlarından daha ağır?.. Evet 1918 Kasımı’nda Mondros Mütarekesi imzalanmış, dört yıl süren bir Cihan Harbi’ nin sonunda binlerce vatan evladı şehit ve gazi olmuş, devlet işgal edilmişti… “Şimdi hudutlarımız belli, kurumlarımız çalışıyor, o günlerle kıyaslanabilir mi?” diyorlar. Ben diyorum ki; “Söylediklerinizin hepsi doğru; ancak o zaman kaba bir düşman ve o düşmanın karşısında çelik gibi bir milli irade vardı.” Şimdi düşman kana karışmış derecede kurum ve kuruluşlara nüfuz etmiş ve karşısında direnen milli bir irade de bulmadan hareket ediyor. O zaman milli bir matbuat vardı, şimdi dış mihrakların yerli işbirlikçisi, partilerin, şirketlerin günlük çıkarların hesabıyla hareket eden matbuatlar var. Bugün Amerikan çıkarlarının savaşı olacak Irak Savaşı’nın borazanlığını yapmak amacıyla satın alınan mahfiller, gün geliyor cepleri Batı tarafından doldurulduğunda AB’yi cennet olarak tarif etmeye başlıyorlar. Milliyetçilik, millet, devlet, vatan da neymiş diyerek bayraklarla alay ediyorlar.

Bayrakla Alay Edenler Flamalarla Kundaklanıyor

– Ama uluslararası kan emici tröstlerin flamalarını en mahrem yerlerine diktiriyorlar…

– Tabii, onların zehirlerini topluma akıtıyorlar. Ve toplumu istenilen yere kanalize ediyorlar. Şu anda toplumun bilinci kilitlenmiş durumda. İşte tehlikenin büyüğü burada. 1919 yılında Kuva-yı Milliye Ruhu Türkiye’nin her yanını sarmıştı. 1919’un kahramanları şu anda alay mevzuu ediliyor. Benim korkum şu, birkaç gün önce komplolar sonucu Kıbrıs’ta yaşanan alçakça mitinglerin yakında Türkiye’de tertipleneceği. Ve olacaktır da bu. Hasılı şunu söylüyorum; Türkiye, keşke 1919’da olduğu gibi kaba bir düşman saldırısına maruz kalsaydı, kaba düşman itici bir düşmandır.

En azından hedefini belli eder, merttir…

– Mert veya değil kaba… Şok bir tesir yapar. Ve kendimize geliriz. Şu anda Türkiye, namusunu satarak yaşamaya çalışan müptezel insanlara benziyor. Türkiye neyi sattığının farkında değil. Acilen, fedakar ve şuurlu insanların örgütleyeceği yeni bir Kuva-yı Milliye Ruhu’nu tüm Türkiye’de diriltmemiz lazım. Zira, Anadolu coğrafyası çok tehlikeli bir coğrafyadır, asla zayıflık kabul etmez. Bu coğrafyada zayıf, dirayetsiz bir devletin ayakta kalmasına asla izin yoktur. Bakın, Fransa bin 500 yıldan beri aynı Fransa’dır, İngiltere aynı İngiltere’dir. Ama Anadolu coğrafyasına şöyle bir bakın sadece milattan bu yana eski Frigler’i, Hititler’i, İyonlar’ı, bu topraklardan gelip geçen İskenderleri düşünün, dört cihan impatorluğunu, Büyük Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nu düşünün, bunlar sadece bakışlarıyla bile dünyayı sarsarken ne kaldı geriye? Bugün, ayaklarının üstüne durmak için IMF’ten, AB’den para dilenen, mahrem teknolojilerini (tanklarını, F4-F5 uçaklarını) İsrail’de modernize ettiren, endüstrisi olmayan, tarımı baltalanan, ancak dünyadaki siyasi dengelerden bir yere yaslanarak ayakta durmaya çalışan, devletiyle milleti arasında güven yerine güvensizlik ihsas eden politikaların hakim olduğu, devletin milleti potansiyel düşman, milletin de devleti kutsallarıyla uğraşan zalim bir düşman olarak gördüğü bir durumda, Türkiye batağa saplanmış bir vaziyettedir. Bu derece güçlü imparatorlukları yutmuş Anadolu, böyle yaşamaya çalışan Türkiye’yi adeta yalamadan yutar. Türkiye’nin yutulması demek Orta Asya’nın, bin yıldır müdafaa edip, bayraktarlığını yaptığı Müslüman âleminin de yutulması demektir.

Türkiye’yi bu hale düşürecek olanlar bu milleti Avrupa’nın alt kimliği olarak, “jandarması, lejyoneri, muhbiri, ajanı” olarak kullanmayı hedeflemektedir. Bu milletin evlatları Avrupa’nın paralı askerleri olarak savaşacaklar. Anzak askerleri gibi emperyalist çıkarlar uğruna masum milletlerin kanına girecek tetikçiler olacaktır. Ve bir zaman sonra kızgın kumun üstüne serpilmiş bir kova su gibi buharlaşacaktır. Bir tek örnek bile yeter; Kuızey’den gelen eski amca çocukları Hunlar, Avarlar, Bulgar Türkleri’nden geriye ne kaldı?..

Topyekûn Kuva-yı Milliye Ruhu

– Hakeza, İsrail’deki “Eşkenazi” denilen Yahudilerin, kim bir zamanlar Hazar Türkü olduklarını iddia edebilir ki? Aslından kesilen süt gibi dünyanın başına zehir oldular.

– Evet, aynı akıbete uğrarlar. Avrupa Birliğî’nin bir kuşak sonrasını düşünün. O yüzden yeniden çok şuurlu bir Kuva-yı Milliye Ruhu’na, halkını potansiyel bir düşman olarak görmeyen onun kutsallarıyla oynamayan, onlara saygı gösteren bir devlet anlayışıyla, milli birikimli, çok birikimli, çok kapasiteli, omurgalı bir teşkilatlanmaya sahip bir milli entelijansiyaya ihtiyacımız var. Beş paralık parti jargonlarıyla değil gerçek milliyetçiliği kendisine şiar edinmiş entelektüel hareketlere ihtiyacımız var. Unutmayalım bu üzerinde yaşadığımız toprakları da Kuva-yı Milliye hareketiyle kurtardık. Türkiye, bu durumdan daha fazla küçülemez ve milletin meclisinde kanla yazılmış olan “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” sözünü tatbik etmesi gerekenlerin, bunu yapmadıkları takdirde kendi meşruiyetlerini kendi elleriyle yok edeceklerini bir Türk aydını olarak ifade etmek.

Durmuş HOCAOĞLU

Deli Gömleği

“Akıl susmuş ve mefhumlar cehennem! Bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları. İdeolojiler yol gösteren birer harita değil, idrâke giydirilen deli gömlekleri. Aydın dilini yutmuş; namlular konuşuyor. Bir kıyametin arifesinde miyiz acaba? Dünyayı Şeytan mı yönetiyor? Düzeni büyücüler mi bozdu? Bu kördüğümü çözecek İskender nerede?”

Cemil Meriç

YENİ ORTAÇAĞ

alexandriai_konyvtar

YENİ ORTAÇAĞ

Yeni Ortaçağ: Organize sistemlerin ortadan kalkması, her türlü merkezin yok olması, kaypak dayanışmalar, kararsız ve bulanık bir ortam. Belirginsizlikler. Her türlü otoriteden yoksun biçimde büyüyen gri alanlar. Mafya ve çürümüşlüğün gittikçe egemen olduğu bir düzen. Mantığın ilkel ideolojiler önünde gitgide zayıfladığı bir dönem. Kriz, sarsıntı, spazm gibi olayların günlük dekorun birer parçası haline geldiği bir dünya. Belirli bir düzenden çıkıp, analiz kabiliyetimizi ve icra yöntemlerimizi gittikçe tesirsiz kılan ve nüfuz edilemeyen birçok alan ve şirket. İşte bütün bu olaylar, tespitler ve teşhisler bizi bu tabiri kullanmaya itiyoruz.

Tarih bir trajedi midir, bilmiyorum ama öyle olmaması için öyleymiş gibi davranmak gerektiğine inanıyor ve dünya kamuoyunu, büyük bir hızla üzerine çökmekte olan bu tehlikeye karşı uyarıyorum. Bu yazının geri kalanını okuyun

Terör ve Asimetrik Savaş

asimetrik-terör-ve-asimetrik-savaş

Terör görünümlü asimetrik savaş bizi nereye götürüyor?

3. Dünya Savaşı Başladı

Bugün gazetelere baktığımızda 3. Dünya savaşının başladığını görüyoruz. Yalnız bu savaşın silahları farklı, metodolojisi farklı, araçları farklı, hedefleri farklı, yöntemi aynı çok kirli… Böyle bir asimetrik savaş var, metodolojik savaş var. Bu savaşın gayri nizami harp savaşı olduğu için, bu savaşın yöntemlerini bilmek gerekiyor. Gayri nizami savaş tekniklerine uygun psikolojik savaş teknikleriyle buna karşılık vermek gerekiyor. Dünyada düşük yoğunlukla giden terörün şimdi görüyoruz ki bugün manşetlere baktığımızda, terör konusu 3. Dünya savaşı gibi sık sık önümüze gelecek. “Buna karşı ne yapacağız, güç odakları bunu nasıl kullanıyor?” Semboller kullanılıyor asimetrik savaşta, bunu konuşmamız önemli diye düşünmüştük. Bu yazının geri kalanını okuyun

Batı ve Türk-İslam Uygarlığı

12885789_10153854421213673_8590035436145234143_o

Çarpısan iki medeniyet var: Türk-lslam medeniyeti bin yıl fetihler yapmıs, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli basarıları var. ihtiyarlamıs. Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve baska.

Bence en esaslı fark: insana bakıslarında. Türk-İslam medeniyeti için insan uluhiyetin nusha-yi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesadüfi tefavütlerin dısında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu.

Batı evvela kendi insanına karsı zalim. Batının tarihi,bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dısında büsbütün azgınlasıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dıs dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği beserî kıymet yoktur.

Cemil MERİÇ

Tüm Gönül Dostlarıma Sevgilerimle

Tasavvuf ve Bilim

Kaynak: Jurnal 2. cilt sf 202

Makina Hegemonyası

yapay-zeka-ve-biz

Son on yılda, bir parça yavaşlamasına rağmen, Yapay Zeka arayışı, bilim ve teknolojinin bugüne kadar ki en yüksek zirvesine doğru ilerlemektedir. Yapay Zeka’nın başarılması, insan ırkının eylemlerinde, kültüründe ve kendisini algılayışında köklü bir değişim anlamına gelecektir; bunu, bu doğrultuda şu ana kadar katedilen mesafeden rahatlıkla anlayabiliriz.

Marvin Minsky, on yıl önce, beyni, etten müteşekkil 1 ya da 1.5 kiloluk bir bilgisayar olarak tanımlamıştı ve bu tanımlama o günden beri Churchill’ler ve benzeri diğer Yapay Zeka teorisyenleri
tarafından tekrarlanmaktadır. Bilgisayar insan aklını veya beynini çağrıştıran bir metafor olarak hizmet etmeye devam ediyor; öyle ki, kendimizi birer düşünen makina olarak görme eğilimi sergiliyoruz. Zihinlerimizdeki sözcük hazinesine sızan mekanik terimleri bir hatırlasanıza. Bu yazının geri kalanını okuyun

İnsan Çilesiyle Barışmak Zorunda

Баланс

İnsan çilesiyle barışmak zorunda. O çile bize en uygun terbiyedir. Çilemizle barışmamak, hakkımızdaki “takdir” ile kavga halinde olmak demek. Üstelik o çilelere hemen hemen daima kendimiz talip olduk! Çileni öp başına koy. Halis bir muhatabın bize tahammülündeki o barışıklıktan gelen tevekkülünden, muhabbetinden ibret al! Bu yazının geri kalanını okuyun

Ümmete Çağrı

Untitled-1

 

“İslâm ülkelerinin başında bulunanlara çağrı:
Size sesleniyorum. İslâm ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, kırallar, size sesleniyorum.

Türkiye’nin, Mısır’ın, İran’ın, Suriye’nin, Ürdün’ün, Pakistan’ın, Tunus’un, Cezayir’in, Fas’ın ve diğer İslâm ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum.

Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun, ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan, de Bu yazının geri kalanını okuyun