Blog Arşivleri

Osmanlı Tarihinin Mirası

osmanli-donemi-manzara-deniz-sandallar-gemiler-camiler

Osmanlı tarihinin bugünkü Türk insanına mirası nedir?

Yarını inşaa ederken tarihi vasıflarımızdan ne ölçüde faydalanabiliriz?

Maziden gelen temayüllerimize dayanarak nasıl bir istikbal insa edebiliriz? Baska bir tabirle Türk insanı kapitalizme mi sosyalizme mi yatkındır?

Bu yazının geri kalanını okuyun

Ümmete Çağrı

Untitled-1

 

“İslâm ülkelerinin başında bulunanlara çağrı:
Size sesleniyorum. İslâm ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, kırallar, size sesleniyorum.

Türkiye’nin, Mısır’ın, İran’ın, Suriye’nin, Ürdün’ün, Pakistan’ın, Tunus’un, Cezayir’in, Fas’ın ve diğer İslâm ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum.

Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun, ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan, de Bu yazının geri kalanını okuyun

SÖMÜRGECİLİK VE ANTROPOLOJİ

malinowski-1024x599

SÖMÜRGECİLİK VE ANTROPOLOJİ

Antropoloji, Avrupa’nın imal ettiği bir ‘bilgi dalı. Kelime hem İslâm düşüncesinin hem de Osmanlının yabancısı. Çağdaş antropologlara göre, sosyal antropolojinin tarifi; insan toplumlarının ilmi. Ama tarih gösteriyor ki, bu toplumlar incelenirken boyuna ad değiştirmişler; İlkel, yabanî, arkaik, geleneksel. Bu vasıfların hepsi üçüncü dünyanın bütünü veya parçaları için kullanılmış. Üçüncü dünya konuşmamış şimdiye kadar, bu sessizlik döneminden yeni yeni çıkıyor» Yani kıtalar arasında bir diyalog olmamış. Üçüncü dünya neresi? Batının sömürgecilik iştihanı kabartan geniş ve dağınık bir ülkeler bütünü.

Antropoloji, Avrupa dışı toplumların belli tarihi şartlar içinde yorumu idi, onun ilkel, geleneksel, yabani, arkaik diye damgaladığı toplumların ortak özelliği: sömürgeleşmiş olmak. Çok defa sömürge olmağa elverişli oldukları için ilkellikle damgalandılar. Antropolojinin sömürgecilikle ilgisi, üçüncü dünyanın sömürgelikten kurtuluşu ile belli oldu açıkça. Sömürgeci emperyalizmle antropoloji çağdaş. İkisi de ondokuzuncu asrın ikinci yarısında doğdu. Bunun içindir ki evrimci antropoloji müspet bir ilimden çok Batı’nın çıkarlarım maskeleyen bir ideolojiydi.

Türk aydını, bu yeni ilimle uzun zaman ilgilenmemiş. Neden ilgilensin? Antropolojinin konusu da değil: başka kavimlere yutturmak istediği yalanlar da yok. Antropoloji çok yakın bir dönemde üniversitelerimize kabul edildi ama hangi merhalelerden geçtiğini, hangi cinayetlere gerekçe diye kullanıldığını hâlâ bilmiyoruz.

Şöyle diyelim: önce Viktorya çağının emellerini dile getiren bir antropoloji var. Bu dönemde alan inceleyen ile nazariyeçi kendi toplumları ile kaynaşmış kimselerdi. Hakikati araştırmaktan çok, kendi dünyalarının, kendi medeniyetlerinin üstünlüğünü kabul ettirmek istiyorlardı. Evet ama az çok rasyonel bir temele de dayanmak zorundaydılar. Bu temel, toplum içinde yaşayan insanın ayniyetidir. Morgan, «Eski Toplum» adlı eserinin ilk sayfalarından itibaren şöyle der:«insanoğulları aynı babanın çocuklarıdır, aynı ilerleme konaklarında aynı ihtiyaçları duyarlar, aynı sosyal şartlar”içinde kafalarının işleyişi de aynıdır.» Avrupa, bir yandan böyle derken, bir yandan da ilkel dediği kavimleri insafsızca kırıp geçirir. Şimdilik bu çelişkinin altını çizmekle yetinelim. Evrimcilik, insanın değerini tarihe dayanarak verir. Tarih, insanoğlunun kucağında yaşadığı tekdüze bir ortamdır. Gerçi, Comte’un Spencer’in Marx’ın tarih anlayışları birbirinden çok farklıdır ama hepsi de insanın birliği inancına dayanır. İnsanlar arasındaki farklar belli bir tarihî durumun eseridir. Bütün toplumlar aynı aşamalardan geçerler. Tek yönlü evrimciliğin anahtarı bu tarihi aşamalar yahut evrim aşamaları kavramıdır. Belli şartlar içinde ve belli bir coğrafyada bir araya gelen insanlar belli iktisadî, sosyal ve kültürel bütünler yaratır. Antropolojiye göre, medeniyetleri yaratan, maddî istihsal münasebetleridir. Her toplum belli bir anda, teknik ve ekonomik bir aşamayı temsil eder. İnsanlar hayvanca bir kalabalıktan yabaniliğe, yabanilikten barbarlığa, barbarlıktan medeniyete geçerler. Sanayi devrimi çağında, evrim merdiveninde yükseliş ölçüsü: teknolojidir. Zeka ilkelde de, barbarda da, medeni insanda da var. Bunun içindir ki insanlık, benzer şartlar içinde, aynı aletleri ve araçları yaratabilmiş, benzer müesseseler kurabilmiştir. 18. asır, Avrupa’nın inançlarına ters düşen herşeye, bâtıl inanç diyordu. Yeni antropoloji için, bunların hepsi de belli gelişme derecelerinde izahı yapılabilen alışkanlıklardır. Bugün bize saçma gelen bir çok âdetler, kaybolan bir toplumdan kalma artıklardır.

Geri kalmış ülkeler için rahatlatıcı bir ideolojiydi bu. Nasıl olsa onlar da kalkınacak, onlar da ayni istasyonlardan geçerek, batının refah seviyesine ulaşacaklardı. Yapılacak iş, sabır ve tevekkül içinde tarihin akışını beklemekten ibaretti. Evrimci antropoloji ile muarefeleri olmayan Cumhuriyet sonrası aydınlarımızdan bir çoğu Avrupa’nın sunduğu bu teseliyetkâr düşünceleri, tarihi maddecilik adı altında kolayca benimsediler. Fakat sömürgecilik düzeni yine de çöküyordu, hiç değilse Avrupa ilminin namusunu kurtarmak, kıtanın entellektüel hâkimiyetine gölge düşürmemek lazımdı. Bu sefer de fonksiyonalizm imdada yetişti…

Denildi ki eskiden antropolog kütüphanede çalışan soyut bir nazariyeci idi, alan araştırıcısı ise bir bilgi sağlayıcısı. Oysa şimdi antropolog, hem alanı inceler, hem de kendine özge kavramlarla alanın tasvirini yapar, yani hem araştırıcıdır, hem nazariyeci. Çağdaş antropolog, Viktorya dönemindeki meslektaşları gibi sömürgeciliğin destekleyicisi değildir, daha geniş, daha cihanşumül değerlere gönül vermiştir. Fonksiyonalizmin kurucuları için Avrupa, insanlığın bütünü olmadığı gibi en mükemmel temsilcisi olmak vasfından da uzaktır. Bir Malinowski’yi, bir Radcliffe-Brown’u hatırlayalım.

Malinowski’ye göre, antropolojinin amacı, yalnız başka kültürleri nazari planda sigaya çekmek değil, Avrupa medeniyetini de yargılamaktır. Şöyle der; «İnsanları robotlaştıran teknik terakkinin, insan dışı ve çılgın mahiyetini vurguladım diye karamsarlıkla suçlandım, iyi ama bir çoğunuz benim gibi düşünmüyor mu? Modern makinalaşmanınamaçsız hamleleri bütün ruhî ve sanatkârane değerler için bir tehdit değil mi? … Antropoloji, hiç olmazsa benim için, standartlaşmış medeniyetimizin dışına kaçıştır, bir nevi romantik kanat açıştı.»

Viktorya dönemi için antropoloji, medeniyet öncesi toplum biçimlerinin incelenmesi idi, amaç bu toplumları modern dünya ile kaynaştırmaktı. Malinowski için mesele çok daha çapraşık;  antropoloji batı kültürünün bambaşka kültürlerle teması sonucu doğmuştur, bu başkalık çabucak giderilebilecek mahiyette değildir. Böyle bir karşılaştırmanın nazari ifadesidir antropoloji ve önceleri bilimsel değildir. Antropolog, karşılaştırmalı frenskler çizeceğine, uzun zaman «alan»da yaşamalıdır, toplumu «içerden» anlamanın tek yolu bu. Eskiden bunun tam tersi olmuş, Frazer, totemizm üzerine oniki ciltlik bir deneme yazmış: «Altın Dal». Üstada sormuşlar: gidip gördünüz, mü yabanileri? ‘Ne münasebet’ demiş, ‘Allah saklasın. Bir başka antropologa (Lowie) sorarsanız, evrim aşamalarının tek çizgi halinde birbirini izlediği, palavradır. Gerçeği inceleyenler bilirler ki, sosyal gelişme hep aynı çizgiyi takip etmez, çeşitli ırklar çok eskiden ve hızla başka başka istikametlere yönelmiş ve birbirinden ayrılmıştır.

Her alanda basitten çapraşığa, insan topluluklarında ise aşağı düzeyden üst düzeye geçildiğini ileri süren nazariye hiç bir esasa dayanmıyordu, demek. Şu halde Avrupa’nın üstünlük iddiası da lâftan ibaretti. Bir toplumun teknik ve ekonomik alanda daha ileri olması, sosyal ve ahlaki bakımından da ileri olmasını gerektirmez. «İktisadî kalkınma gerçekleşince toplumun üyeleri arasında daha kâmil münasebetler kurulmaz mutlaka. Ne bilgelik artar, ne adalet şuuru. Belki aksi olur, zira (iktisadî gelişme ile insanın insanı sömürmesi daha da keskinleşir.» Kısaca, toplumların ilerleyişini yalnız ekonomik ve teknik seviyeye, başka bir deyişle, altyapıya bakarak değerlendiremeyiz. Daha doğrusu tek ölçü bu değildir. Medeniyetin bütün alanlarda üstünlüğü diye bir şey olamaz, olsa olsa teknolojik bir üstünlük, tabiat üzerinde egemenlik söz konusudur.

Çağdaş antropolojiden çok şeyler öğrenebiliriz ama hep ihtiyatlı olmak, iddiaların arkasındaki gerçek maksatları gözden kaçırmamak, Avrupa’nın her ileri sürdüğünü mutlak hakikat saymamak, hatta bunun tersine düşünmek şartıyla. Antropoloji İslâm dünyasını ciddi olarak ele almamıştır, alamaz da. Fakat çağdaş ilmin bütün buluşlarından yararlanmak İslâm dünyasının yan çizemiyeceği bir görevdir. Unutmayalım ki, hikmet müslümanm kaybedilmiş malı. Çağımız ilmi de, hikmetin bir parçası olduğu ölçüde dikkatle incelenmelidir.

Cemil MERİÇ

Tüm Gönül Dostlarıma Sevgilerimle

SufiCan

 

Rilke ve Hz Muhammed

Untitled-1741

HZ MUHAMMED VE RİLKE

Asıl adı “René Karl Wilhelm Johann Josef Maria Rilke” olan Rainer Maria Rilke, 4 Aralık 1875’te Böhmen’in Avusturya-Macaristan’a ait olduğu zamanlarda Prag’da doğdu. Zayıf karakterli ve hiçbir şeyden memnun olmadığı söylenen babası askerî kariyerini tamamlayamadı ve demiryolları memuru oldu. Annesi Sophie bir fabrikatör kızıydı ve etrafındaki insanlara hükmetmeyi seviyordu. Aradığı sosyete hayatını bulamadığından 1884’te kocasından boşandı.

Bu yazının geri kalanını okuyun

Çağdaş Bir Biliminsanı Biruni

Adsız

Çağdaş Bir Bilim İnsanı Biruni

 

Bîrûnî, 973’te Harezm şehrinde doğdu. Fars kökenli İslam bilgini. Tam adı Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûnî. Batı dillerinde adı Alberuni veya Aliboron olarak geçer. Gökbilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki çalışmalarıyla tanınır. Küçük yaşta babasını kaybetti. Harizmşahlar tarafından korundu, sarayda matematik ve astronomi eğitimi aldı. Buradaki hocaları İbn-i Irak ve Abdussamed bin Hakîm’dir. Bu dönemde daha 17 yaşındayken ilk kitabını yazdı. Harizmşah Devleti Me’mûnîler tarafından alınınca Bîrûnî de İran’a giderek bir süre burada yaşadı. Daha sonra ise Ziyârîler tarafından korunmaya başlandı. El Âsâr’ul Bâkiye adlı kitabını Ziyârîlerin sarayında yazmıştır. İki yıl da burada çalıştıktan sonra memleketine geri döndü ve Ebu’l Vefâ ile gök bilimi üzerine çalışmaya başladı.

Bu yazının geri kalanını okuyun

SEFALET

1011x726

SEFALET

Türlü sefaletlerle ihtirasların parça parça böldüğü hasta bir vücudu andıran İslâm dünyası, en bedbaht devirlerinden birini yaşıyor ve her İslâm memleketinde ruhlar birbirinden ayrılmış, birbirlerine saldırıyorlar.

Bu yazının geri kalanını okuyun

Nurettin Topçu

Ekran Alıntısı

Nurettin Topçu

Nurettin Topçu, 1909 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Osman Nuri Topçu’dur. Nurettin Topçu’nun babası Topçuzâde Ahmet Efendi Erzurum’lu, annesi Fatma hanım ise Eğinli (Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin eski adı) ’dir. Topçu ailesi Topçuzâdeler diye tanınmaktadır. Dedesi Osman Efendi, Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında Türk ordusunda topçuluk yapmıştır, bu lâkap da oradan gelmektedir.

Bu yazının geri kalanını okuyun

Tekniğin Hükümranlığını Aşabilir miyiz?

Adsız

Tekniğin Hükümranlığını Aşabilir miyiz?

  Jacques Ellul’un tekniğin aşılabilirliği konusundaki ümitsizliğine karşın,  Martin Heidegger varlığa dair teknolojik kavrayışımızı değiştirebilirsek, nihilizmden kurtulabileceğimiz düşüncesinde.

Öte yandan, ,Erich Fromm, insan doğasını anladığımız takdirde neyin iyi neyin kötü olacağını bulabileceğimizi söyleyerek meselenin çözümünü bilinmez bir tarihe bırakıyor. İsmet Özel ise, “Üç Mesele”de, “Batı tekniğinin” reddini ve tekniğe müslümanca bir yaklaşımı öneriyor. Bunu açımlamada onun da çok net olmadığını düşünsem de, yaptığı bir analojiyi ilginç buldum. Batı tekniğini, Firavun’un Hz. Musa’nın karşısına çıkardığı sihirbazların oyunlarına benzetiyor.

Bu yazının geri kalanını okuyun

Her Şey O’nu Anlatıyor

maxresdefault

Her Şey O’nu Anlatıyor

Aşk Hakk’ın hangi yüzünün tecellisidir ki, insan O’na erdiğinde benliğini yitirir?

“Aşk” kelimesi Türkçe’de “Sarmaşık” kelimesinden geliyor. Sarmaşık nasıl bir evin etrafını sarar ve evi yok ederse, Aşk’ta insan gönlüne girdiği zaman orada nefsanî arzu istek, her türlü kötü huyları yok eder çünkü Aşk’tan boyun eğilir, “hiçlik” ortaya çıkar, kendi varlığından insan geçer. Aşk Hakk’ın sıfatıdır ve insana bu sıfat zuhur ettiği zaman yaratılışın sebebi aşikâr olur çünkü Allah “İstedim ki bilineyim, arzu ettim ki bilineyim” lütfuyla bizleri mazhar kılmıştır, dolayısıyla da Aşk’la insan insan yokluğa erer. Bir Ayet-i Kerime’de, “Bir Padişah bir ülkeye girdiğinde, oradaki diğer Padişahların başını keser” buyuruyor Allahu Azimüşşan. Hz. Mevlana bunu açıklarken, bu Padişah’ın “Aşk” olduğunu ve kalbe girdiğinde orada kendinden başka güç ve kudret bırakmadığını söylüyor. İşte Aşk sardığı zaman benlik, kibir, kötü huylar yok olur gider. Allah cümleye nasip etsin.

Bu yazının geri kalanını okuyun

Goethe ve İslam

files

Goethe ve İslam

 

En önemli Alman edebiyatçı Johann Wolfgang von Goethe, 1749 yılında Frankfurt’ta başlayan yaşamına, 1832’de veda etti, Edebiyat, resim ve doğabilim alanlarında başarı ve yeteneğini ortaya koyarak, ayni zamanda politika alanında dükalık bakanı olarak çalıştı. Eserleri ise, Dünya edebiyatındıa yankılanmaya devam etti. Meslektaşı Kestner, onun için; “Goethe, muhteşem hayal gücüne sahip bir dehadır, asil düşünce tarzı ile, tam bir karakter adamıdır, tüm zorluklar ise ondan korkmaktadır” der.

Goethe’nin evrim teorisi ile ilişkilendirilmesi ve buna olan katkısının tartışılması, doğabilime olan yakınlığı ile başlar. 1780 yılında, Anatomi profesörü Loder ile ortak çalışarak, insan embriyosundaki, ara çene kemiği hakkındaki savı ortaya çıkarması, hayvanlar ile bir akrabalığın kanıtı anlamında değerlendirilmiştir.

Memeli hayvanlardaki ara çene kemiği, insanlarda yoktur çünkü, doğumdan önce, üst çene kemiği ile birleşmektedir. Oysa bilinmelidir ki, bu durum bize konuşma yeteneğimizi bahşeder. Ara ve üst çene kemiğinin doğumdan önce kaynaşabilmesi, bütünü ile, insanın çene yapısının değişimini engellemeye yöneliktir.

Goethe’nin doğa bilimsel çalışmaları, ve bilimadamları ile yazışmaları çok çeşitlidir. Goethe’nin, önceleri hareket ve sürekli değişim konusundaki araştırmaları, yine Evrim Teorisi’nin başlangıcı gibi addedilmiştir. Birçok çevrede ise, İslam dinine olan yakınlığı, bu gibi  nedenlerle inkar edilmektedir.

Bu yazının geri kalanını okuyun