Kategori arşivi: Tasavvuf

ANADOLU MAYASI

Anadolu mayası’ kavramlaştırması ile neyi kastediyorsunuz?

İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini

bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya, esastır, özdür. Mayasını, aslını esasını bilen, gönlüne

gelen, gönlüne çalınan kelamı bilen kendini bilir. Kendini bilmenin insan olmanın esası mayadır.

Anadolu maya demek öz demek. Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile

kastedilen Anadol u’ya Türkistan’dan gelen kelam’dır.

Bu kelam Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır. Bu kelam olmadan

beşerden insan olarak bahsedemeyiz. Anadolu’nun esası özü bu mayadır. Mayadır ne yapar.

Nasıl yoğurt yaparız. Mesela yoğurdun bir mayası vardır. Sütü uygun koşullarda ısıtır ve maya

çalarız. Maya çalındığı şeyi, sütü dönüştürür neye, yoğurda dönüştürür. Yani çalınan şeyin

kimliğini değiştirir. Kimlik nasıl değişir. Özünü değiştirir. Özünü değiştirmek yoluyla değiştirdiği

şeye birlik verir. O birlik itibariyle mayalanmış şey, dönüşmüş bir şeydir. Esası özü de o

dönüşmüş şeyin ona çalınan mayadır.

Kültür ile maya arasındaki fark nedir?

Mesela yoğurt mayalamakla, ıspanak ekmek arasında bir ayrım yaparak anlatabiliriz. Ziraat,

tarla kültürüdür. Kültürel örnek vermek istersek bunun güzel örneklerinden birisi ziraattir.

Tarlaya mesela ıspanak tohumu ekeriz. Uygun koşullarda bu tohumlar yeşerir, ıspanak olur.

Ispanakları devşiririz. Devşirmediklerimiz, tohumlarını verir. Vakti zamanı gelince de bunlar ölür

veya tarladan söker alırız. Bu süreç bir kültür sürecidir. Bu süreç itibariyle bir kimlik değişmesi

ortaya çıkmaz. Tarla tarla olarak kalır. Ispanağın tarlada yetişmesi yetiştiği ortamı dönüştürmez.

Ona yeni bir kimlik vermez. Kültürü kabaca ifade edersek, esasa, öze dair bir kimlik oluşturmaz.

Halbuki maya öyle değildir. Süte yoğurt mayası çaldığımızda ve tuttuğunda yoğurt olarak

dönüşmüştür artık geriye süt kalmaz. Sütün kimliği değişmiştir. Başka bir şey olmuştur. Maya bu

itibarla çalındığı şeyi dönüştürür. Ama nasıl dönüştürür? Farklı farklı şeyler olarak değil, birlik

vererek. Mesela inek sütünü, keçi sütünü karıştırıp mayalarsak ortaya çıkan yoğurt keçi, inek,

koyun yoğurdu değildir. Bir tek yoğurttur. Birliği de bu şekilde düşünebiliriz. Ama kültürde bu

manada bir birlik düşünemeyiz. Kültür daha ziyade dışsal koşullarla alakalıdır. Dışsal

değişimlerle alakalıdır. Maya içle alakalıdır. Asıl maya ile kültür arasındaki asli fark da budur.

Mayanın içe mahsus olması, kültürün dışa mahsus olması. Bu bakımdan Greko-Latin-Kilise

dediğimiz diyarın esası dışa mahsustur. Anadolu’nun esası ise içe mahsustur.

Cümle varlığın birliği ve beraberliğidir Anadolu mayasının esası? Değil mi?

Çünkü Anadolu mayasının esası Türkistan’dan gelen kelamdır. Kelam söz değildir. Önce bu

ayrımı dikkatli bir şekilde yapmamız gerekiyor. Söz, konuştuğumuz dile, lisana mahsustur.

Fikirdir, düşünceye mahsustur. Düşünceye bağlıdır. Halbuki kelam gönle mahsustur. Gönül

işidir. Mahalli gönüldür. Gönülde gelir, gönüle iner. Fikrin, düşüncenin, sözün, dilin mahalli

zihindir. Buradaki ayrım gönül ve zihin ayrımı olmuş oluyor.

Kelam ve söz ayrımı önemlidir. Kelam ve söz ayrımını anlamadan mayanın ne olduğunu

anlayamayız. Ne olduğunu anlamadan da insanın ne olduğunu bilemeyiz. Bu bakımdan ayrımı

dikkatle yapmamız gerekiyor. Demin onu söyledim. Söz dile mahsustur, düşünceye mahsustur,

kelam gönüle mahsustur. Ancak bizim anladığımız manada dilsel unsur değildir kelam. Kelam

cevherdir de diyebiliriz ama bunu dikkatli şekilde açmamız gerekir. Bu da çetin bir meseledir.

Anadolu’yu mayalayan ‘kelam’ın kaynağının Türkistan olduğunu söylüyorsunuz…

Kelam, Anadolu’ya mahsustur. Kelamın, Anadolu mayasının kaynağı Türkistan’dır.

Türkistan’da Yesi’de yetişmiş, büyümüş bir yüce insana mahsustur. Bu kelamın kaynağı kadim

demde hatem olan kelamdır. Yani ilk demde son olan kelamdır. Bu itibarla araya başka bir

safha koyamayız. Kelamdan bu şekilde bahsetmez isek, kelamı esas, asıl, öz, cevher olarak

düşünemeyiz. Dolayısıyla kadim demde hatem olan kelam, kadim demde hatem olana

mahsustur. Ona aittir. Ona gelmiştir ve söz olarak o söylemiştir. Bu itibarla esası bakımından

herhangi bir sosyolojik unsura da tabi değildir. Kelamın sosyolojik hiçbir yanı yoktur. Kelamı biz

beşeriyetin herhangi bir safhasına bağlamak istersek, kelamın esasına uymayan şeyler

söylemiş oluruz. Kelam zamana tabi değildir. Aksine zamanın tamamını kuşatır. Yani diyemeyiz

ki kelam şu tarihte geldi. O tarihte söylenen kelamın sözüdür. Tarihe bağlı olan kelam ile alakalı

sözdür. Onu kadim demde hatem olan söz olarak telaffuz etmiştir. Söz olarak telaffuz etmesi de

sadece ona mahsustur. Bu sebeple, kelamın sözünü, kelamın sahibinin telaffuz ettiği tarihe

bağlayabiliriz. Ama kelam zamana bağlanamaz. Bu bakımdan da kelamdan kadim demde

hatem olan kelam diye bahsederiz. Ne önceki bulunur ne sonrası bulunur. Bu şekilde de

söyleyebiliriz. Bu bakımdan beşerin düşünmek ve söylemek yoluyla idrakinin ötesindedir kelam.

Çünkü beşerin sözü ve söylemi zamana tabidir. Zamanın kaydı altında şekillenir. Oysa kelamı

bu manada bir kaydın altına alamayız. Alır isek o zaman kelam olmaktan çıkartırız. Tabi bunun

çok sıklıkla yapıldığını ve Aristoteles’in etkisinde yüzyıllar boyunca, demin anlattığım manada

kelama büyük zararlar verildiğini görüyoruz. Ayrıntılı olarak da açabiliriz, anlatabiliriz. Bu

bakımdan söz zamanın kaydı altındadır. Düşünceye ve idrake bağlıdır. Kelam bunların hiçbirinin

kaydı altında değildir. Ve sadece sahibine mahsustur. Kelamın sözünü kelamın mahalli söyler.

Kelam kime gelmiş ise eksiksiz olarak o sözü teşkil eden söze, dile döken kelamın mahallidir bu

anlamda.

Mahal ile yer farklıdır. Yer, herhangi bir şeye mahsus değildir. Bir yerde sandalye vardır,

sandalyeyi oradan alırsınız oraya bir masa yerleştirirsiniz. Dolayısıyla yer yerleştirilene tabi bir

şey olarak düşünülemez. Halbuki mahal, kelama tabidir. Yani kelamın indiği yere bir başka şey

yerleştiremezsiniz. Sadece kelama mahsustur. Onu oradan aldım, yerine bunu koydum

diyemezsiniz. Bunun da anlamı şudur. Kadim ve hatem olan sahibidir kelamın, anlamı budur.

Batı dediğimiz şeyin esası iki dildir : Biri Grekçedir, öbürü Grekçedeki kavramların geliştirilmesi

ve genişletilmesi sonucunda oluşturulan Latincedir. Bu iki dilde konuşanların, yazanların,

düşünenlerin, söyleyenlerin ürünlerinin kiliseyle çerçevelenmesi, kiliseyle zarflanması ki buna

Greko-Latin-Kilise diyarı demekteyiz. Bu diyarın esası fikriyattır. Sözdür. Bu diyarda kelam

bulunmaz. Halbuki Anadolu’nun esası mayadır yani kelamdır. Yani Greko-Latin-kilise

diyarındaki, bol bol düşünür, bol bol konuşur yazar, çizer ama özü yoktur. Anadolu’da

mayalanan konuşursa çok az konuşur, söylerse çok az söyler. Çoğu defa hiç söylemez. Ama

özü vardır. Aradaki fark bu şekilde anlatılabilir.

Batı insanı ile Anadolu insanını kıyaslar mısınız?

Batıda insan yoktur. İnsan olmak için özünü kelam kılmak gerekir. Kelamdan doğmak

gerekir. Ana hatlarıyla söylersek iki doğuş düşünebiliriz. Birisi biyolojik doğuştur ana babadan doğuş.

Öbürü de maya itibariyle söylersek asli doğuştur, kelamdan doğmaktır yani insan olmaktır.

Kelamdan doğmayan Anadolu anlamında insan olamaz. Yani eli vardır, ayağı vardır kaşı gözü

vardır ama bu öz itibariyle insan olmak demek değildir. Öz itibariyle insan olmak demek özünü

kelama bağlamak demektir. Kelamdan doğmak demektir. Batıda bu anlamda ne öz vardır,

batıdan kastettiğim tekrar söyleyeyim Greko-Latin-Kilise diyarında ne bu anlamda öz vardır ne

de Anadolu’daki anlamında insan vardır. İnsan Anadolu’ya mahsustur. İnsan olmanın esası kelam ile mayalanmaktır. Bu Anadolu’dadır. Benzeri başka hiçbir diyarda bulunmaz. Anadolu’ya mahsus bir iştir.

Nasrettin Hoca’nın göle maya çalmasının anlamı nedir?

Nasrettin Hoca kelam ile Anadolu’yu mayalayanlardandır ama anlayabilene, ama

mayalanabilene. Hem güleriz hem mayalanırız. Yani Nasrettin Hoca’nın sözünü gönlüne maya

edebilen elbette ki Anadolu’da mayalanır. Hoca’nın işi de budur.

Nasrettin Hoca düşünce ile gönül arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Anadolu gönül

üzerinden yürür. Nasrettin Hoca’nın yaptığı gündelik hayatın içinden gelen manzaralar yoluyla

kelama mahsus hakikati anlatmaktadır. Güldürmek tarafından. Ağlatmak yoluyla da olur.

Merkebe niye ters biner. Gösterir. Görün bakın der. Merkep sizin düşüncenize benzer. Siz

düşündüğünüzde aynen merkebe ters binmiş biri gibi gidersiniz önünüzü görmezsiniz sadece

katettiğiniz yolu görürsünüz, etrafı göremezsiniz. Düşünce böyle çalışır ama gönül başka türlü

çalışır. Gönlün esası farklıdır. Düşüncenin esası farklıdır. Gönül söze gelmez. Düşünceye

kapalıdır. Yani düşünmek yoluyla, dil yoluyla analitik olarak gönlü açamazsınız. Eğer bunu

açmak mümkün olsaydı, Greko-Latin-Kilise diyarının düşünürleri, mütefekkirleri Anadolu’ya

gönül ehli olurlardı. Oysa bu manada hiçbir mütefekkir Anadolu’ya gönül ehli değildir. Çünkü

düşünmek yoluyla, analiz yoluyla, rasyonalite yoluyla hakikati çerçeveleyemezsiniz. Kelamı

kuşatamazsınız, zaptedemezsiniz o anlamda.

Dil nedir?

Teologyanın Esasları kitabımda anlattım dilin ne olduğunu. Dilin ne olduğunu dile bakarak

açamazsınız. Dilin ne olduğunu anlayabilmek için nazariyata bakmak gerekir. Nazariyat nedir

sorusunun cevabını aramak gerekir. Dil bu itibarla bakacak olursak nazariyattan düşenin

seyretmek aracıdır. Dil bir seyretme işidir, manzara seyretme işidir.

Türkçe şunun için önemlidir. Türkçe kimliğimizin omurgasıdır. Sebebi, Türkistan’dan gelen

kelam Türkçe gelmiştir. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Türkistan’dan

Türkçe gelen kelam, kadim demde hatem olan kelamın Türkçe’ye tercümesi, tefsiri meali olarak

düşünülemez. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kelamın gönlünde açıldığı yüce insana

mahsustur. Kadim demde hatem olan kelamdır ve Türkçe olarak açılmıştır. Bu tefsir değildir,

tercüme değildir, meal değildir. Ve bu açıdan da Anadolu kimliğinin esasıdır. Anadolu kimliğinin

omurgasının Türkçe olması etnografik bir düşünce şekli olarak düşünülemez.

Kelamın etnografyayla hiçbir alakası yoktur. Irkla, cinsle hiçbir alakası yoktur. Kelam geneldir. Umuma

mahsustur. Herhangi bir ayrım gözeterek kelam inmemiştir. Ancak açılışı Türkçe’dir. Bu kelamı

Anadolu’da Türkçe ifade edenler doğup yaşamışlardır. Bu kelamın Türkçe olarak açılmış

olması, tercüme yoluyla asla ve esasa bağlanabilecek bir husus da değildir. Bunu rasyonel

olarak, analitik olarak, bir dil analizi yaparak çözümleme yaparak aslına geri götüremezsiniz.

Bir yapı nasıl esere dönüşür?

Yapıyla kastettiğimiz herhangi bir manada malzemenin birbirine bağlanmasıdır. Bir bireşim

içerisinde ürüne dönüştürülmesidir. Bu manada; bir evden, bir besteden, bir edebi metinden, bir

matematik teoreminden bir mantık teorisinden birer yapı olarak söz edebiliriz. Kastettiğimiz ise

insandan gelen izdir. Dolayısıyla soru şunu sormaktadır. Bağlanmış malzeme ile insandan

gelen arasındaki fark nedir? İnsandan gelen iz ile kastedilen gönüle mahsus olandır. Yani kelam

ile, maya ile, öz ile alakalı olandır. Siz bir malzemeyi diyelim, taşı, tuğlayı, demiri statik hesaplar

yaparak doğru bir şekilde yapıya dönüştürebilirsiniz. Bu yapının kendi parçaları itibariyle

tanımlanan, içi vardır, dışı vardır. Kendi parçaları itibariyle zemini vardır. Duvarları vardır ancak

yapının doğru, kurallara uygun şekilde yapılmış olması bunun eser olması anlamına gelmez.

Mesela gotik mimariyi düşünelim. Gotik mimaride unsurlar malzeme olarak ustaca birbirine

bağlanmıştır ve bir bütünlük tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bir yapıdır ama ortaya çıkanın bir eser

olabilmesi için- demin söylediğimiz- iç-dış ayrımının giderilmiş olması gerekir. Esere

dönüşebilmesi için yapının aşılması gerekir. Yapının aşılması demek, yapı üzerinden yapıyı

kuranın gönlüne temas edilmesi demektir. Mimar Sinan’ın bir eserini seyrederken siz Mimar

Sinan ile birlikte olduğunuzu hissederseniz. O yapının ne içi, ne dışı kalır ortada, taş da kalmaz

ortaya bir eser çıkar. Yani ustanın gönlünden gelen iz çıkar. Bu tarzda bir ayrım

Greko-Latin-Kilise diyarına mahsus estetik kuramlarında bulamayız. Çünkü o diyara mahsus

estetik kuramlarının esası özetle söylersek subjektif hissiyattır. Yani sizde uyandırdığı beğeni

duygusudur. Sizde ne ölçüde duygulara yol açtığıdır. Halbuki eserin bu manada duyguyla bir

alakası yoktur. Eser bir görüştür. O izin görüşüdür.

Kelamın olmadığı yerde eser olmaz. Eser, insanın olduğu yerde vardır. İnsan kelamın olduğu

yerde vardır. Her ne yerdir ki orada kelam yoktur, orada insan da yoktur. İnsanın olmadığı yerde

usta da yoktur, ustanın olmadığı yerde gönülden gelen iz olarak düşündüğümüz eser de

bulunmaz. O sebeple Batıda yani Greko-Latin-Kilise diyarında seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz bu

manada eser değildir. Yani şu vardır Batıdaki yapı kurallarına uygun yapılmıştır. Yani

müzikolojinin kurallarına, harmoninin kurallarına, mimarinin, estetik anlayışın, simetri kurallarına

uygun bir şekilde inşa yapılır. Ancak bunların hiçbirisi yapıyı esere dönüştürmez. Yapının

düzgün, doğru, sağlam bir yapı olmasını temin eder. Ama bunların hiçbirisi eser için yeter şart

değildir. Bir yapının eser olabilmesi demin dediğim şartlara bağlıdır.

Kelamın olmadığı yerde insan olmaz, insanın olmadığı yerde usta olmaz, ustanın

olmadığı yerde de eser olmaz.

Eser Anadolu’ya mahsustur. Greko-Latin-Kilise diyarında eser yoktur. Düzgün yapılar

vardır ama o düzgün yapılar kastettiğimiz manada eser değildir.

Mimar Sinan’ın bu kadar muhteşem eserler yapmasının sebebi nedir? Mimar Sinan Anadolu’da

mayalanmıştır. Mimar Sinan bir insandır. Mayası olan, kelamdan gelen bir insandır. Ve büyük

bir ustadır. Bu iki özellik yoluyla eser ortaya koymuştur. Eser ortaya kaymak, bir yapıyı kurallara

uygun şekilde inşa etmek demek değildir. Siz bir yapı inşa edebilirsiniz. Düzgün bir yapı olarak

ortaya koyarsınız. Bu matematikte bir teorem olabilir, mantıkta bir teori olabilir. Bir ikametgah,

bir ibadethane, bir şiir olabilir. Bağlamak birlik vermek değildir. Esere dönüşenin birliği vardır.

Birliğin kaynağı da kelamdır. Kelam olmadan yapıya, yani bağlanmış malzemeye birlik vermek

mümkün değildir. Birliğin kaynağı o yapıyı kuran ustanın kelam ile olan alakasıdır. Burada

subjektif duyguların falan hiçbir etkisi yoktur. Ne zaman ki o birliği verir ve o çokluk tekliğe

indirgenir ve siz o teklik içinde farkları kaldırırsınız ortada ne iç kalır, ne dış kalır Mesela Mimar

Sinan’ın Şemsi Paşa Camiinde ne iç vardır ne dış vardır. Ne deniz vardır, ne kara vardır.

Hepsiyle bir bütündür. Bir birliktir. Baktığınızda her şeyiyle bir tek görürsünüz. Şemsi Paşa’yı

çeker ordan alırsanız Üsküdar’ı bitirirsiniz. Yani sanki yaratılıştan o orda imiştir. Eser odur. Ama

yapı, yapı öyle değildir.

Tefsir nedir?

8., 9. yüzyıldan itibaren başlayan bir fikri faaliyet alanı değildir. En az birkaç bin yıllık geçmişi

vardır. Bu itibarla bir diyara mahsusen tefsiri düşünemeyiz. İkincisi belli bir zamana mahsus

olarak düşünemeyiz. Ama tefsirden bahsettiğimizde kastedilen düşünceye bağlı bir açma

faaliyetidir. Anadolu mayasında anlattığım şekliyle, özetle birkaç cümleyle söyleyecek olursam

tefsir, yerden mahalle giden yolu düşünce esasında arama faaliyetidir. Yani sözün mekanından

kelamın mekanına düşünmek yoluyla bir geçiş aramaktır. Böyle bir geçiş imkanı maalesef

bulunmaz. Eğer bulunsaydı o zaman kelama gerek kalmazdı. O zaman Greko-Latin-Kilise

diyarının mütefekkirleri Anadolu’ya kelam ehli olurdu. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu

ilahiyatçılara çok kötü dokunuyor ama ne yapayım. Yani tefsirin esası özü budur. Yer ile mahal

arasındaki farkı düşünce yoluyla gidermek faaliyetidir. Bu çok genel bir ifade şeklidir. Yani hem

Greko-Latin-Kilise diyarındaki felsefe fikriyatı kuşatır, hem kabalayı kuşatır, hem daha sonraki

dini metinleri ve teolojiyi kuşatır. Özü budur tefsirin.

Anadolunun mayalanması Anadolu’da yaşamış kavimlere ait kültürlerin antropolojik sentezi

olamaz.

Kelam ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelam. Ve her daim bizatihi

kendisidir. Her daim bizatihi kendisi olan ve zamanın kaydı altına girmeyen hiç bir şekilde bir

başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur. O

doğduğu şekliyledir. O doğduğu ahvalindedir ve hep öyle kalır. Yani, sabittir, tek bir şeydir.

Kendisiyle hep aynıdır. Bu itibarla Anadolu’dan birçok kavimler geçmiştir binlerce yıl boyunca.

Bu binlerce yılın geriye bıraktıkları vardır. Bu geriye bırakılanlar sentezlenmiştir. Terkibe

girmiştir. Genişlemesine yol açmıştır Anadolu’daki kavimlerin. Sonra gelen önce gelenden bazı

şeyleri miras olarak almıştır. Ama bu miras olarak alınanların hiçbiri kelam değildir. Senteze tabi

olan, zamana tabi olan değişmeye, dönüşmeye tabi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır.

Kelam kültür değildir. Aksi takdirde kelamın inmesinden önceye mahsusen kelamın izini

bulabilmemiz gerekirdi. Böyle bir izin bulunmasından bahsedemeyiz. Dolayısıyla bir an vardır. O

iniş anıdır. O geliş anıdır. Doğuş anıdır ve onun ne öncesi o anda kayıtlıdır ve mevcuttur ne de

o an doğan önceden bir şey almıştır. Farklı bir yerden gelmiştir. Böyle söyleyelim, teşbih olsun

diye.

Endülüs mayasının uğradığı kırımla, Anadolu mayasının karşılaştığı yok olma, yok edilme

tehlikesi aynı mıdır?

Aynıdır tabi. Endülüs’te bir maya var idi. Ve modernitenin başlatılması, Endülüs mayasının o

topraklardan çıkartılmasına bağlanmıştır. Ve o mayayı ayakta tutanlara bir kırım uygulanmıştır.

Ve o Kırım’ı uygulayanlar Greko-Latin-Kilise diyarıdır. Aynı kırımı Anadolu’ya da uygulamak

istiyorlar. Çünkü Greko-Latin-Kilise diyarının bekası Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok

edilmesine bağlıdır. Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Kendi haliyle kendi

ahvaline göre. Anadolu mayası yok edilirse Greko-Latin-Kilise diyarı sökülüp atılmış olduğu bu

coğrafyaya yeniden gelecektir. Papa bunun için gelmiştir. Burası benim diyarım demek için

gelmiştir Anadolu’ya. Ve ne yazık ki, Papanın yanında konuşanlar ve Anadolu’yu temsil etmek

durumunda olanlar gereken şeylerin asgarisini dahi söyleyememişlerdir. Papa sadece onun için

gelmiştir. Anadolu kilisenin yeşertildiği coğrafyadır. Türklerin öncesinde. Onun için söylemiş ima

etmiştir kendisi de. Burası benim ikinci vatanım demiştir. İnşallah bunları muhakkak idrak

edenler, görenler vardır ve buna göre davranacaklardır. Arabistan’daki Vahabiler Anadolu’da da

damar sürmüştür. Vahabiliğin esasıyla kilisenin esası aynıdır. Esas iktidardır. Başka hiçbir esas

yoktur. Ve bu iktidar esasında ele geçirmektir. Hükümran olmaktır. Tabi Vahabiyle kastettiğimiz

teoloji açısından söyleyecek olursak geniş anlamda Sodom ve Gomore’yi kastederiz.

Kadim demde hatem olan kelamın söze döküldüğü ki, o zamanın kaydı altındadır. Tarih

öncesinde Arabistan’da yaşamış olup da dökülen sözün şartlarına dış kabuk esasında uyup,

ama sözü dökülüş öncesi itibariyle kendi esaslarını muhafaza edenlerdir Vahabiler. Dolayısıyla

davranış ve kabuk bakımından siz zannedersiniz ki söze dökülen kelamın gereğini esasını

yerine getirirler. Bu böyle değildir.

Modernleşme mayayı ne ölçüde etkilemiştir?

Batılılaşma, modernleşme mayayı hiçbir şekilde etkilememiştir. Nasıl etkilesin ki. Batılılaşma,

modernleşme zemini esası fikriyat olan, söz olan kültür olan bir faaliyetten ibarettir. Değişkendir.

Kılık değiştirir. Ancak, kelam öyle değildir. Kelam etkilenmez. Ama terk eder gider. Onun için

dikkat etmek gerekiyor. Anadolu’yu terk etmesin diye.

Kitabın sonunda bundan kısmen bahsettim. Eğer sözü ağırlıklı hale getirirsek, fikriyatı ağırlıklı

hale getirirsek kendi öz kimliğimizi, kendi esasımızı, kendi öz mayamızı açamaz isek, bilemez

isek, birliğimizi bozar isek o zaman kelam bu coğrafyada durmaz, buradan gider. Ama kelamın

etkilenmesini düşünemeyiz. Mesela batı yani Grek-Latin-Kilise diyarına mahsur düşünürlerden

Kant diyelim Schopenhauer’i etkilemiştir. Schpenhauer Kant’ı okuyarak, Kant’ı hareket noktası

alarak yeni bir fikriyat geliştirmiştir. Bu fikriyatın bir kısmı Kant’ın söylediklerine uygundur, bir

kısmı ise Kant’ın fikriyatının reddedilmesine dayanır. Dolayısıyla Schaupenhauer üzerinde

Kant’ın etkisinden bahsedebiliriz. Benzer olarak Schopenhauer’ın daha sonraki yıllarda,

günümüze daha yakın dönemlerdeki düşünürler üzerindeki etkilerden de sözedebiliriz. Fikriyat

ve kültür etkileşme içerisinde ilerler ve devam eder. Ancak kelamdan, kelamın etkilenmesi

demek, kelamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi demektir. Böyle bir şey mümkün değildir. Esas

itibariyle mümkün değildir. Kelama temas edemezsiniz ki onu değiştirebilesiniz. Etkilediğiniz ve

değiştirdiğinizi zannedebileceğiniz şey ancak kelamın belli bir kültür içerisindeki tezahürüne

mahsus unsurlardır. Bizatihi kelamın kendisi değildir. Kelamdan hiçbir şey çıkartamazsınız,

nokta dahi ekleyemezsiniz. Öyledir, o kadardır, sabittir, zamanın kaydı altında değildir. Ve

sadece inene mahsustur. Fikir konuşanlara mahsustur. Aktarabilirsiniz. Ama bu manada kelamı

bir fikir olarak aktaramazsınız. Düşünerek fikir oluştururusunuz. O fikri savunursunuz. Bazıları

kabul eder, bazıları etmez, bazıları kısmen kabul eder ama düşünerek kelam oluşturamazsınız.

Düşünmek yoluyla dolayısıyla dil esasında kelam tesis edemezsiniz. Kelamın sözü vardır.

Kelamın sözünü sadece kelamın sahibi söyler. Ve sadece ve sadece o sözü dinleriz veya

okuruz. Ama ona ne bir şey katabiliriz ne ondan bir şey eksiltebiliriz. Ne de onun üzerinde bir

muhakemede bulunabiliriz. Çünkü kelamın sözü üzerinde muhakemede bulunmak demek bir

şekilde o söze katmak, eklemek demektir. Halbuki kelamın sözüne katmak eklemek yapabilecek

olan kelamın sahibidir. Dolayısıyla neresinden bakarsak bakalım kelam etkilenmez. Kelam

etkiye tabi bir şey değildir. Fikir etkilenir. Düşünce etkilenir,. Ama kelam mahiyeti itibariyle

etkilenecek bir şey değildir.

Kelamın olmadığı yerde insan da olmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz.

Dolayısıyla bir Batı medeniyetinden söz edemeyiz. Bunlar hep afaki, hayali fikirlerdir Batı

medeniyeti diye. Medeniyet insana mahsustur. İnsanın olduğu coğrafyaya mahsustur. Bu

manada batıda insan bahsetme imkanımız bulunmaz. Kimin insanından bahsedeceğiz.

Kilisenin insanından mı? Kilisenin insanı mı vardır? Dante’nin insanı mı vardır? Niçe’nin

insanı mı vardır? Batı insansızdır. Bizim anladığımız manada insan teşkil olunamamıştır.

Yığın vardır. Batının bireyi yığınsaldır. Yığının bir unsurudur. Halbuki Anadolu’nun bireyi

ferttir. Ferdi bireydir. Sebep, Grek-Latin-Kilise diyarındaki bireyin dayanağı yığının

esaslarıdır. Yani kilisedir. Anadolu’daki ferdi bireyin dayanağı Türkistan’dan gelen

kelamdır. Yani bizatihi kendi özüdür, kendi esasıdır. Yığına dayanılarak ferdi birey

olunmaz. Ferdi birey olunmadan insan olunmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet

olmaz. Medeniyet Anadolu’ya mahsustur. Teknoloji ile medeniyeti karıştırmamak gerekir.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesinin yolu nedir?

Kelamdan doğan insan ne kendisine acı verir ne de başkasına. İnsan olan için cümle yaratılmış

birdir. Kurdun, kuşun, böceğin, otun, çöpün ötekiler bir, ayrı gayrı söz konusu değildir ama insan

olan için. Biyolojik olarak doğarak insan olunmaz. İnsan olmak için Anadolu’da Türkistan’dan

gelen kelamdan doğmak gerekir. Türkistan’dan gelen kelamdan doğarsanız Anadolu’ya insan

olursunuz, Anadolu’da mayalanırsınız o vakit cümle varlığın birliği nedir o yolla anlarsınız. Ama

bu düşünerek, analiz yapılarak, muhakemeye tabi kılınarak anlaşılacak bir şey değildir. Olsaydı

Batıda görürdük Greg-Latin-Kilise diyarında görürdük böyle bir şey söz konusu değildir.

Medeniyet içindeki kriz nedir? Bundan çıkmanın yolları nelerdir?

Anadolu mayası bir krizle karşı karşıya değildir. Kelamın krizi olmaz. Kriz topluma mahsustur.

Bireye mahsustur. Bu krizin esası da kimliğin doğru şekilde açılamamasıdır. Anadolu Türk

Kimliğinin esaslarının ortaya konamamasıdır ve Anadoludaki bireyin Grek-Latin-Kilise diyarına

teba yapılmak istenmesidir. Toplumun krizi buradan kaynaklanmaktadır. Bu krizi aşmanın yolu

da okumaktır, çalışmaktır, dil öğrenmektir. Esaretten kurtulmaktır. Bireysel özgürlüğü

kazanmaktır. Doğru düzgün düşünmeyi öğrenmektir. Alınteri dökmektir. Ama teba olmak

değildir. Grek-Latin Kilise diyarının tebası değiliz. Eğer o yöne saparsak kelam Anadolu’dan

gider, o zaman Anadolu yok olur. Anadoluyu Anadolu yapan Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu

kelamın burada kalması da mayalanmaya bağlıdır. Kim ki mayalanır o kelamı sağlam tutar.

Mayalanma düşünme, öğrenme, konuşma değildir. Mayadan doğmaktır.

Sadece Batı değil, Arabistan kimliğine dönerseniz de kendi kimliğinizi yok edersiniz. Bu tek

taraflı değildir. Anadolu Türk Kimliğinin esası ne Arabistan kültürüdür ne de Grek-Latin-Kilise

diyarıdır. Kendi özümüzü, kendi mayamızı açabildiğimiz takdirde bunu görürüz. Bunu

gördüğümüzde anlarız ki, ne Arap kültüründe ne Grek-Latin-Kilise diyarında bizim esasımıza

dair herhangi bir şey bulunmaz. Kadim demde hatem olan kelam Arap kültürüne mahsus

değildir. Aksi takdirde kelamın belli bir döneme ait olduğunu söylemiş oluruz. Bunu söylersek

kelamı göndereni inkar etmiş oluruz. Çünkü kelam kainattadır. Ne belli bir zamana ne belli bir

zümreyedir. Sözdeki açılış itibariyle öyleymiş gibi görünür cevher olması cihetinden durum

farklıdır. Zamanın kaydı altına girer o zaman da cevher olmaktan çıkar yani kelam olamaz.

Dolayısıyla kelam olabilmenin şartı, genelidir, umumadır. Hiç bir ayrım gözetmeden. Aksi halde

kelam olmaz.

Arap kültürüyle alakalı değildir Anadolu’daki Türk kimliği, yani Anadolu Mayası (bu herhangi bir

düşmanlık değildir) Çünkü Türkistan’dan gelen kelamın esası birliktir. Varlığın birliğidir

dolayısıyla ayrı gayrı yoktur. Arap dünyasını da Grek-Latin-Kilise diyarını da ayrı gayrı tutmaz.

Grek-Latin-Kilise diyarı kendi varlığının devam edebilmesi için düşmanlık eder. Kelam ile

mayalananın kelamın indiğiyle bir düşmanlığı olabilir mi? Olamaz. Esası birliktir. Ama

Grek-Latin-kilise diyarında kelam bulunmaz. Esası fikriyattır. Kilisedir. Bu itibarla da kendini

dönüştürebilecek olan şeye can düşmanlığı eder. Bu bakımdan bizim Arap kültürüyle de

alakamız bulunmaz özümüz esasımız aslımız Türkistan’dan gelen kelamdır. Anadolu’da neye

baksak o kelamın izini görürüz. Otunda, çöpünde, kuşun ötüşünde, yağmurunda, karların

eriyişinde bu kelamın izi vardır. Batılı gibi olmak komikliktir. Kayboluş ayağa kalkmayış söz

konusudur. Batının esası esarettir. Anadolu mayasının esası özgürlüktür. Bu özgürlük

parlamentoda kanun çıkartılarak tesis edilen bir özgürlük değildir. Birey olmanın şartıdır ve

hakikati, özü bulmakla alakalıdır. Bu ayrım son derece önemlidir. Anadolu Mayasının esası

özgürlüktür, hürriyettir. Anadolu ferdi bireyi hürdür. Grek-Latin-Kilise diyarının en derin

mütefekkiri daha esarettedir.

Aşk olsun Anadolu’daki mayaya

Aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara

Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara.

Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara

Ve can verenlere ve vereceklere…

Prof.Dr. Yalçın Koç / Sadık Yalsızuçanlar

Kuantum fiziği evrenin birliğini ortaya koyuyor

Çoğu insan dünyanın ateş ve sudan, proton ve elektronlara kadar çeşitli ayrımlardan oluştuğunu düşünüyor. Ancak Heinrich Päs, kuantum fiziğinin, Hıristiyanlığın haksız yere kültürümüzden dışladığı kadim evrensel birlik fikrini yeniden canlandırdığını öne sürerek bu fikre karşı çıkıyor.

Modern fizik, genellikle Asya felsefeleri veya dinleriyle ilişkilendirilen, ancak Batı düşüncesine veya bilimsel düşünceye tamamen yabancı olduğu anlaşılan bir fikri yeniden canlandırıyor. Monizm, evrendeki her şeyin bölünmez, kusursuz bir bütünün parçası olduğunu, yani Her Şeyin Bir olduğunu benimser.

Örneğin Hinduizm’in manevi özünü tanımlayan Sanskritçe metinlerden biri olan Upanişadlar’da “Brahma” kavramı, “tüm varlıkları, tüm tanrıları, tüm dünyaları, tüm nefesleri, tüm benlikleri” bir arada tutmak olarak tanımlanır; tıpkı ” tüm tekerlekler bir araba tekerleğinin göbeğinde ve kenarında bir arada tutuluyor. Benzer şekilde Çin Taoizm felsefesi, altıncı yüzyıla göre Tao’yu evreni yaratan ve destekleyen “Bir”, “göklerin ve yerin başlangıcı” ve “sayısız yaratılmışların atası” olarak tanımlar. M.Ö. Çinli bilge Lao-tzu. Benzer fikirler Mahayana ve Zen Budizminde ve çeşitli mistik geleneklerde de mevcuttur.

Tarihe daha yakından bakıldığında monizmin ne yalnızca Asyalılara özgü olduğu, ne de Avrupa ya da bilimsel geleneğe yabancı olduğu ortaya çıkar. Bugün hala her şeyi kapsayan bir birlik fikrinin Amerika, Afrika, Asya veya Okyanusya’daki çoğu yerli dinde ortak olduğunu gözlemleyebiliyoruz; bunlar genellikle kutsal veya manevi bir doğa kavramını benimsiyor – eski Mısır tanrıçası İsis’ten “” temsil ediyor. hayvanlarda, bitkilerde ve kayalarda yaşayan, gök gürültüsü ve depremlerde kendini gösterebilen Kuzeydoğu’nun Büyük Ruhu “Manitou”nun Amerikan Kızılderilileri üzerinden, Kızılderililerin geleneksel dinindeki “lokahi” kavramına kadar her şey olmuş, olmuş ve olacaktır. Hawaiili din filozofu Gwen Griffith-Dickson’a göre “karşıtların birliğini” ve “çeşitli unsurların uyumunu” yansıtan Hawaii Adaları.

Batı Avrupa’da tekçi felsefenin yaygın biçimde gerilemesinde en az bir can alıcı faktör, başta Hıristiyanlık olmak üzere tek tanrılı dinlerin kazandığı baskın ve siyasi roldü.

Avrupa’da, MÖ 6. yüzyıl Yunan filozofu Herakleitos, “her şeyden Bir’den ve Bir’den her şeyden” adlı parçasında monizmi özetlerken, çağdaşı Parmenides “Bir”i yok edilemez, ebedi ve zamansız bir bütün olarak tanımlıyor. Aynı sıralarda, birbirine sıkı sıkıya bağlı bir matematikçi-filozof grubu olan Pisagorcular, “Bir’in her şeyin ilkesi olduğunu” ve “maddenin ve tüm varlıkların ondan var olduğunu” öğrettiler. Bu konuların birçoğu, monizmi akademisinde gizli, yazılı olmayan bir doktrin olarak öğrettiği söylenen Platon’un felsefesinde birleşti. Daha sonra, “Bir”i “aşkın bir biçimde her şey”, “her şeyin kaynağı” veya “Varlığın yaratıcısı” olarak tanımlayan MS üçüncü yüzyıl filozofu Plotinus gibi Neo-Platonistler, Roma İmparatorluğu’nda monist felsefenin savunucuları oldular. . Bilime zıt olanlar dışındaki her şey, Kopernik ve Kepler’e evrendeki uyumları arama konusunda ve Newton’a kendi evrensel çekim yasasını geliştirme konusunda ilham veren, kesin monistik tadıyla Platoncu ve Pisagorcu fikirlerin bir karışımıydı.

Hem Kopernik hem de Kepler öğrencilik günlerinden beri Platoncu filozofları okumuştu. Kopernik, güneş sisteminin güneş merkezli modeli hakkındaki kitabına Platon’un akademisinin sözde sloganından bir alıntıyla başladı ve Kepler, eski bir Pisagorcuyu yeniden canlandırarak gezegensel hızların ilişkilerini tanımlamak için müzik aralıklarını kullanmaya çalıştığında gezegensel hareket yasalarını keşfetti. Marsilio Ficino çevresindeki Floransa’daki Rönesans Platoncuları arasında da popüler olan ve “kürelerin müziği” olarak bilinen motif. Yaklaşık bir yüzyıl sonra Newton, Cambridge Üniversitesi’ndeki eski meslektaşı Platoncu Ralph Cudworth’un çalışmalarından derinden etkilenmişti. Aslında Newton’un notları Platon’a, Pisagor’a ve yerçekiminin bir alegorisi olarak yorumladığı kürelerin müziğine göndermelerle doludur. Newton, antik çağda tanrılaştırılan çeşitli gezegenler, elementler ve fenomenler hakkında şöyle açıklıyor: “Bunların hepsi tek bir şeydir, ancak birçok isim vardır… güçlerini tüm bedenlerde uygulayan tek ve aynı tanrı.”

Eğer Tanrı her yerde olsaydı, inanlının temasa geçmesi için aracı olarak rahiplere ihtiyaç duyulmazdı. Sonuç olarak monizm bir sapkınlık olarak görülmeye başlandı.

Peki Avrupa’da bu güçlü felsefi geleneğin tamamen unutulmasına neden olan ne oldu? Peki neden modern bilimden monist felsefenin yeniden canlanmasını bekleyebiliriz? Batı Avrupa’da tekçi felsefenin yaygın biçimde gerilemesinde en az bir can alıcı faktör, başta Hıristiyanlık olmak üzere tek tanrılı dinlerin kazandığı baskın ve siyasi roldü.

Antik çağın sonlarına gelindiğinde Platonculuk, Roma imparatorluğunun baskın dünya görüşü olmak için Hıristiyanlıkla rekabete girdi. Hıristiyanlık galip geldi ancak evrenin Tanrı ile özdeşleştirildiği “panteizm” veya “panenteizm” olarak reenkarnasyonlarında monist fikirleri miras aldı. Bu kavramlar Hippo’lu St. Augustine ve Areopagite Dionysius’un eserlerinde detaylandırılmıştır. Ancak Hıristiyanlık tek başına monizmden faydalanmadı. Adını Pers peygamberi Mani’den alan “Maniheizm”, tekçiliğe oldukça karşı bir dünya görüşünü savunur, dünyanın iyiyle kötünün destansı bir mücadelesinin içinde olduğunu iddia eder. Maniheizm ve benzeri felsefeler sayesinde melekler ve şeytanlar, Tanrı ve şeytan, cennet ve cehennem gibi “dualistik” kavramlar Hıristiyan inançları arasında önemli bir yer edinmiştir.

Konstantin değişiminde Hıristiyanlık, Roma imparatorluğunun devlet dini ve dolayısıyla bir politika meselesi haline geldi. Bundan sonraki yüzyıllarda siyaset dini etkileyecek, din felsefeyi şekillendirecek, felsefe bilime zarar verecektir. Sonuçta, Tanrı kavramı olarak her şeyi kapsayan bir birlik, din adamlarının tekelini tehdit ediyor. Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerde Tanrı, dışarıdan yönettiği dünyadan farklı olarak anlaşılır. Aslında, eğer Tanrı her yerde olsaydı, inanlının temasa geçmesi için aracı olarak hiçbir rahip kadrosuna ihtiyaç duyulmazdı. Sonuç olarak monizm bir sapkınlık olarak görülmeye başlandı. Ancak nerede ele alınırsa ve izin verilirse versin, “Bir”i düşünmek artık aşkın bir alemle, içe dönüklük ve kaçışla, mistisizmle ve ezoterizmle ilişkilendirilir.

Antik Mısır veya Hindistan günlerinden bu yana, temel birlik veya gerçek doğa, örtülü bir gerçeklik veya tanrıça olarak tasavvur edildi, ancak doğanın tam olarak nasıl gizlenebileceğinin somut mekanizması bir sır olarak kaldı.

Orta Çağ’daki tekçi filozoflar arasında John Scotus Eriugena, Bena’lı Amalric ve Meister Eckhart yer alıyor ve hepsi Tanrı’yı doğal dünyadan ayırmak için mücadele ediyordu. MS 9. yüzyılda, Batı Francia kralı ve Karolenj imparatorluğu Kel Charles’ın imparatoru olan saray dilbilgisi uzmanı Eriugena, “her şeyin katıldığı çok genel bir doğa” ve “Tek Evrensel İlke tarafından yaratılan” hakkında yazmıştı. , ancak kitabı yasaklandı. Yaklaşık 300 yıl sonra Bena’lı Amalric “her şey birdir ve her şey Tanrı’dır” diye öğrettiğinde kınandı, kalıntıları kutsal olmayan bir yere atılmak üzere mezarından çıkarıldı ve takipçilerinden on tanesi yakıldı. Paris’teki hissesi. Başka bir elli yıl sonra, Dominiken Tarikatı’nda yüksek rütbeli bir keşiş ve ilahiyatçı olan Meister Eckhart şu vaazı verdi: “Tanrı. . . gizli birliğinde Birdir” ve “her şeye akar.” Bir papalık boğası onun şeytan tarafından baştan çıkarıldığını belirledi.

Her şey ancak Rönesans tüm hızıyla devam ettiğinde değişti. Batı’da kaybolan ancak Konstantinopolis ve İslam dünyasında varlığını sürdüren orijinal antik kitaplar, Bağdat ve Konstantinopolis’in Moğollar ve Türkler tarafından fethinden ve İber yarımadasının Araplardan Reconquista tarafından fethinden sonra mülteciler tarafından Batı Avrupa’ya yeniden tanıtıldı. Kaybolan ve ele geçirilen bu kitaplar, Rönesans’ı ve sonrasında sanat ve bilimdeki patlamayı başlatmada önemli bir rol oynadı ve kilise yetkililerinin de ilgisini çeken bir hayranlık uyandırdı. 15. yüzyılda Alman filozof Cusa’lı Nicholas şunu ilan edebildi: “Tanrı en basit Özdür. . . tüm dünyanın veya evrenin” ve hâlâ Katolik kilisesinde kariyer yapıyor, kardinal oluyor ve hatta Roma’da papanın vekili oluyor. Ve Floransa’da zengin bankacı Cosimo de’ Medici, doktoru Marsilio Ficino’yu Platon’un ve Plotinus’un tüm eserlerini Latince’ye çevirmesi için görevlendirdi. Ficino’nun etrafındaki, aralarında Cosimo’nun torunu “Muhteşem” Lorenzo’nun ve Sandro Botticelli ve Michelangelo gibi dahi ressamların da bulunduğu akademisyenler çevresi, Rönesans düşüncesine tekçi felsefe aşılayan yeni bir Platoncu akademiyle karşılaştırılmıştı. Sonuç olarak, daha sonra Newton, Goethe, Romantizm ve Einstein’ı etkileyen Giordano Bruno, Ralph Cudworth ve Spinoza’nın yazılarında “Birlik” kavramı karşımıza çıkıyor.

Ancak monizmin parlak dönemi uzun sürmedi. Fundamentalizmin ve Karşı-Reformasyonun yükselişiyle birlikte din ve siyaset yeniden daha baskıcı ve ikici hale geldi. 1600 yılında, “Her şey”in “bir tek” olduğunu ve “her şeyi kendi içinde içerdiğini” yazan Giordano Bruno, Roma’da kazığa bağlanarak yakıldı. Ve ilerlemenin ivmesi Engizisyonun baskısındaki güney Avrupa’dan liberal Amsterdam’da bile uzaklaşırken, “Tanrı”yı ve “doğayı” tek, ebedi ve zorunlu olarak var olan bir töz olarak tanımlayan filozof Baruch Spinoza en sert yasağa maruz kaldı. Sefarad Yahudi cemaati tarafından şimdiye kadar telaffuz edilmişti. Henüz 18. yüzyılın başlarında, “Tanrı, dünya ve doğanın tek bir şey olduğunu” ilan eden öğrenci Thomas Aikenhead, Edinburgh’da küfür nedeniyle asılmıştı. Alman şair ve bilge Goethe, filozof Friedrich Schelling ve Romantikler 19. yüzyılda Spinoza’nın felsefesini yeniden canlandırdıklarında, bu durum ısı, buhar, elektrik, karmaşık sistemler ve Johann Wilhelm Ritter gibi yaşamın kökeni gibi olgular üzerinde çalışan bilim adamlarına ilham kaynağı oldu. UV radyasyonunu ve şarj edilebilir pili keşfeden, elektromanyetizma ilkesini keşfeden Hans Christian Ørsted, Michael Faraday, Alexander von Humboldt, Charles Darwin veya Ernst Haeckel. Evreni “aynı zamanda hem Tanrı hem de Doğa olan tek bir töz” olarak tasavvur etmede Spinoza’yı takip eden Haeckel, kendisini monist bir “antipop” olarak ilan ettirmiştir. Öte yandan, yaratıcı öznenin nesnel gerçeklere göre önceliğini vurgulayan Romantiklerin inancı, tekçiliğin ezoterizmle ilişkilendirilmesini sağlayan alternatif gerçekleri ve sahte bilimi teşvik eden bir gelişmeyi destekliyordu.

Ve tabii ki, din ve tarihsel gelişmelerin yanı sıra, monizm felsefesi, eğer “her şey bir ise”, dünyayı neden bir şeylerin çoğulluğu olarak deneyimlediğimizi ya da Cusa’lı Nicholas’ın sözleriyle, “ nasıl oluyor da şeylerin birliği veya evren çoğulluk içinde var oluyor ve bunun tersine çoğulluk da… birlik içinde var oluyor”. Eriugena’nın “natura creans” veya Spinoza’nın “natura naturans” olarak adlandırdığı monistik temel, her gün karşılaştığımız “natura creata” veya “natura naturata” değildir. Antik Mısır veya Hindistan günlerinden bu yana, temel birlik veya gerçek doğa, örtülü bir gerçeklik veya tanrıça olarak tasavvur edildi, ancak doğanın tam olarak nasıl gizlenebileceğinin somut mekanizması bir sır olarak kaldı.

Kuantum mekaniğine, nükleer enerjinin arkasındaki fiziğe, bilgisayarlara, güneş pillerine ve MRI tarayıcılarına girin. Kuantum mekaniği, hem monist felsefeyi haklı çıkarabilecek hem de onun en büyük sorununu çözebilecek birbiriyle ilişkili iki süreçle birlikte gelir. Bu süreçlerden ilki, yaklaşık 80 yıl önce Einstein ve çalışma arkadaşları tarafından işaret edilen ve 2022 Nobel Fizik Ödülü’nün konusu olan dolaşıklık olarak biliniyor. Dolanıklık, kuantum sistemlerde nesnelerin nasıl tamamen ve bütünüyle birleştiğini ve artık alt sistemlerinin özellikleri hakkında hiçbir şey söylemenin mümkün olmadığını anlatıyor.

Bu fenomen, kuantum nesnelerinin dalgalar tarafından tanımlandığı ve çeşitli bireysel dalga modellerinin, genel bir sonuç olarak aynı şişmeyi üretmek üzere birleştirilebileceği gerçeğine dayanmaktadır. Örneğin rüzgarsız bir günde okyanusun sakin, camsı yüzeyini düşünürsek ve iki ayrı dalga modelinin üst üste bindirilmesiyle bu düzlemin nasıl oluşturulabileceğini kendimize sorarsak, sayısız olasılık vardır. Örneğin iki tamamen düz yüzeyin üst üste bindirilmesi yine tamamen düz bir sonuçla sonuçlanacaktır. Diğer bir olasılık, yarım salınım döngüsü kadar kaydırılan iki özdeş dalga modelini üst üste bindirmektir, böylece ilk modelin dalga tepeleri diğerinin dalga çukurlarını yok eder ve bunun tersi de geçerlidir. Benzer şekilde, dolanık bir kuantum sisteminde bileşenleri hakkında spekülasyon yapmanın hiçbir anlamı yoktur. Parçalar tamamen bütünün içinde birleşmiştir.

Genel olarak dolanıklık, farklı kuantum sistemleri etkileşime girdiğinde ortaya çıkar. Bu nedenle tüm evreni dolaşık bir kuantum sistemi olarak düşünmek mantıklıdır. Ve dolanıklık evrene uygulandığında, Herakleitos’un parçasının ilk kısmı olan “her şeyden Bir”i fark eder. Aslında bu, kuantum mekaniğinin doğayla ilgili bir teori olarak ciddiye alınan en bariz yorumudur.

Dolaşıklığın karşılığı “eşevresizlik” olarak bilinir; bu süreç, dolaşmış bir kuantum nesnesinin yalnızca bir kısmı gözlemlenebiliyorsa nasıl görüneceğini açıklayan bir süreçtir. Alman fizikçi Heinz-Dieter Zeh’in 1970’lerde işaret ettiği gibi, gözlemcinin bakış açısından kuantum sistemi paralel gerçekliklerdeki bireysel nesnelerin farklı kümeleri gibi görünüyor. Bu olgu, Goethe’nin arkadaşı şair Friedrich Schiller ile paylaştığı dizelerden birinde oldukça iyi anlatılıyor: “İsis kendini perdesiz gösteriyor, ama insanda katarakt var.” Veya alternatif olarak, Platon’un ünlü Mağara Alegorisi’ndeki mahkumların deneyimlediği gerçek şeylerin gölgeleri gibi, kendi spesifik perspektifimizden gördüğümüz bir nesnenin yansıtılmış görüntüsüne. Tıpkı Platon’un mahkumları gibi, gerçek gerçeklik her şeyi kapsayan bir bütün iken, gördüğümüz şeyin geçici gölgelerini gerçeklik sanıyoruz.

Prof.Heinrich Pas | Heinrich Päs, TU Dortmund Üniversitesi’nde Teorik Fizik Profesörü ve The One: How an Ancient Idea Holds the Future of Physics kitabının yazarıdır.

Kendini Bil

Tefekkür

S. – Nasıl gidilir bu yola?

İsmail Emre – Tefekkürle. (Bir saatlik tefekkür, 70 yıllık ibâdetten daha hayırlıdır!) dememiş mi Peygamberimiz.

S. – Birşey bilmeden ne tefekkür edeyim?

İsmail Emre – Çok doğru; fakat her türlü tefekkür insanı kötülükten men’eder. Meselâ, şöyle bir tefekkür olsa: Gözümden gören ben miyim, yoksa başka bir Kudret mi?

S. – Sonu gelmiyor ki… Beni bedbîn yapıyor bu tefekkür; tatmin etmiyor; içimde bir boşluk hissediyorum, büyük bir kuvvete sığınmak ihtiyacını duyuyorum.

İsmail Emre – Birçok hastalıklar gibi, bu hâl de irsidir, babanızdan intikâl etmiştir. İçinde bir boşluk hissetmişsin; bunu ibâdetle hissedemezdin. Hissettiğin boşluğun dolu tarafı da var ki o da, ya tasavvuf eserleri okumak ya da o eserleri okumuş kimselerle konuşmaktır. Böyle yaparsak, görüşümüz, bilişimiz değişir, ne korku kalır ne birşey… İnsan dostundan korkar mı? Zaman gelir ki, Allah korkusu kalmaz; insan o zaman âşık olur; bunun arkasından da bir sevgi zuhûr eder.

S. – Ölür ölmez Allah’a gidecek miyiz?

İsmail Emre – Ölmeden gideceksin… Bundan sonra bir aşk zuhûr eder ki, tarifi mümkün değil.

İMÂM HÜSEYİN ALEYHİSSELÂM’A MERSİYYE

1. Muharremdir kamer mahzûn güneş me‘yûs kan ağlar

Felek şergeşte mebhût hayrete dalmış cihân ağlar

(Muharrem ayıdır, ay hüzünlü, güneş yaslı kan ağlar. Feleğin başı dönmüş ve şaşkın, cihân da öylesine ağlar, ağlar, ağlar…)

2. Cefâ-yı şâh-ı mazlûma tahammül etmeyip dağlar

Ezelden gözlerinden âblar olmuş revân ağlar

(Dağlar, mazlûmların şâhı olan /Hüseyin’in cefâsına tahammül edemeyip ezelden beri gözlerinden yaşlar akıtmış, ağlar.)

3. Ne düşmensin be hey ibnü’r-recîm ey sâkî-i iblîs

Senin yapdıklarına düşmen-i insân olan ağlar

(Ey İblîs’in sâkisi, ey şeytânın oğlu Muâviyeoğlu Yezîd! Sen nasıl bir düşmansın? Senin yaptıklarına insânın düşmanı olan ağlar.)

Hz. Hüseyin (r.a.) Emevî halîfesi Yezîd’e biat etmemesi neticesinde 680 yılında /Hicri 10 Muharrem 61/ yetmiş kişi ile birlikte şehit edildi.

4. Medîne halkına kıldı vedâ ol kân-ı ilmü’l-gayb

Tutup âfâkı bir efgân yanar pîr ü civân ağlar

(O gayb ilminin kaynağı Medine halkına vedâ ettiğinde, afâkı bir çığlık kapladı, yaşlı ve gençler yanıp ağladılar.)

5. Nice günler edip kat‘-ı merâhil âkıbet bir gün

Durup Kerbübelâ’da cümlesi Hakk’a dîvân ağlar

(Nice günler mesâfeler kat edip sonunda bir gün Kerbelâ’da Hakk’ın huzûrunda durup ağladılar.)

Kerb ü belâ, sıkıntı ve belâ anlamına gelir.

6. Bilinmişdi ki ol yerler serencâm-ı şehâdettir

Bilinmişdi ki ol yerden geçilmez hânedân ağlar

(Bilinmişti ki /yani anladım ki/ Kerbelâ, şehîdlerin ibretlik hikâyelerinin yaşandığı yerlerdir. Bilinmişti ki /anladım ki/ oradan geçilmez, geçmek isteyen hanedân silsilesine mensuplar /Hakk’a talipler/ ağlar. / Zira Kerbelâ’dan yani halktan Hakk’a geçmek isteyen vuslat ehli, bedel olarak cân vermek zorundadır.)

7. İmâmü’l-etkıyâ toplandırıp etba‘ vü ahbâbın

Okur bir hutbe bir bir fitneyi eyler beyân ağlar

(Allah korkusuyla hata yapmaktan çekinen takvâ sâhibi Hak âşıklarının İmâm-ı Hüseyin (r.a.) kendisine uyan ve sevenlerini toplayıp bir hutbe okudu. Fitnenin sebeplerini tek tek açıklayıp ağladı.)

8. Kuruldu hayme-i ahdâr o gün Kerbübelâ içre

Bugün Kerbübelâ’da kaldı hâlâ âşıkân ağlar

(O gün Kerbelâ’ya yeşil bir çadır kuruldu. Bugün Kerbelâ’da kalan âşıklar /Bugün sıkıntı ve belâ içinden geçen âşıklar/ hâlâ ağlar.)

9. Yazıp bir nâme reîsü’l-usâta söyledi ey kavm

Bu fitne sarsar İslâm’ı yıkar dîni îmân ağlar

(Hz. Hüseyn, âsîlerin reisine bir mektup yazıp dedi ki : Ey kavm, bu fitne İslâm’ı sarsar, dini yıkar, imân ağlar.)

10. Hezârân şetm ile Sa‘d oğlu hem gönderdi bir nâme

Anı dil söylemez kâfir dahi olsa zebân ağlar

(Sa‘d’ın oğlu Ömer, Hz. Hüseyin’e /Yezîd’e bey‘at etmesi için/ binlerce küfürle dolu bir mektup gönderdi, onu dile getirmek mümkün değildir, kâfir olsa bile o dil ağlar.)

11. Hücûm etdi o mel‘unlar Kitâbullâh’ı imhâya

Sanarsın bir kıyâmet kopdu toz ağlar duman ağlar

(O la‘netlenmiş olan insânlar Allah’ın kitâbını yok etmek için saldırıya geçti, bir kıyâmet koptu, zannedersin ki toz duman ağlar.)

12. Kesildi her taraftan su sabîler gül gibi soldu

Su ağlar servi ağlar bahçe ağlar bâğbân ağlar

(Her taraftan sular kesildi, çocuklar gül gibi soldu. Su ağlar, serviler ağlar, bahçe ve bahçıvan ağlar.)

Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 ashâbı Fırat nehrine yaklaşmak üzere iken bütün su yolları kesilmiş Fırat’a giden yollar da tutularak ashâb susuz bırakılmıştır. Çoluk çocuk hepsi de susuzluktan kırılmışlardır. Çocukların susuzluğu ve Hazreti İmâm Hüseyn aleyhisselâmın susuzluktan çatlayan dudaklarıyla şehid olması, Kerbelâ hâdisesinin en insânlık dışı noktalarından birisidir.

Kadîmî’nin (ö. 1957. Bursa) şu tesbiti ne kadar hüzünlüdür:

Atası sâkî-i Kevser iken susuz şehîd oldu

Hüseyn’e cân fedâ eyler muhibbân karalar bağlar

13. Bozuldu gülşen-i bâğ-ı risâlet hâr ile doldu

Gül ağlar bülbül ağlar lâle ağlar erguvân ağlar

(Risâlet bağının gül bahçesi bozuldu, dikenle doldu. Gül ağlar, bülbül ağlar, lâle ve erguvân ağlar.)

14. Hezârân zulm ile yetmiş iki sâdık olup kurbân

Halâyık titreyip bu kıssadan kevn ü mekân ağlar

(Binlerce zulümle yetmiş iki ehl-i beyte sâdık insân kurbân oldu, bu hâdise yüzünden bütün mahlûkat titreyip yeryüzü ağlar.)

15. Kesildi başları bin cevr ile bir âşık-ı zârın

Kesen mel‘ûnlara lânet edip seyf ü Sinân ağlar

(İnleyen bir âşıkın başı bin eziyetle kesildi, O başı kesen mel‘ûnlara lânet edip kılıç ağlar, mızrak ağlar.)

Ne acıdır ki Hz. İmâm ve arkadaşlarının başları kesilerek öldürülmüştür.

16. Alî-Ekber’le Kâsım cân verip cânânını buldu

Alî-Asgar sabî okla vuruldu Ümmühân ağlar

(Alî Ekber’le Kâsım can verip sevgilisini buldu, küçük Alî Asgar okla vuruldu, Ümmühân ağlar.)

Alî Ekber Hz. Hüseyin Efendimizin büyük oğludur. Kerbelâ’da şehâdet şerbetini içen ehl-i beytten ilk kişidir (10 Muharrem 61). Bu sırada 19-25 yaşları arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Abdullah Alî Asgar, İmâm Hüseyin’in (a.s.) en küçük oğludur. Annesi, İmriü’l-Kays b. Adiy’in kızı Rübab’dır. Medine’de doğmuştur. Kerbelâ’da şehid olduğunda altı aylık olduğu rivâyet edilmiştir. Alî Asgar’ın şehâdeti bir rivâyete göre şöyle olmuştur:

İmâm Hüseyin, 10 Muharrem 61/ 10 Ekim 680 aşure günü, Yezîd’din askerleriyle çarpışmak için savaş meydanına doğru hareket etmişken Hz. Zeyneb (a.s.) kucağında Alî Asgar’la çadırından dışarı çıktı. İmâm Hüseyin’e bebeğin üç gündür su içmediğini hatırlatıp bir damla olsun su talep etmesini istedi. İmâm Hüseyin bebeği kucağına alıp düşmana seslendi:

“Ey topluluk! Ehl-i Beyt’imizi öldürdünüz, geride sadece bu bebek kaldı. O da susuzluktan dudaklarını emiyor. Ona bir yudum su verin!”

Bu esnada bir düşman askerinin yayından fırlayan ok, bebeğin boğazına isâbet etti. Bunun üzerine İmâm Hüseyin şöyle dedi:

“Allah’ım! Önce yardım vaadiyle bizi çağıran, sonra bizi öldüren bu toplulukla bizim aramızda sen hüküm ver!”

17. Vefâya da‘vet etmek sonra bin dürlü cefâ etmek

Size ey kavm-i sek dersem behâim bî-güman ağlar

(Vefâya davet edip sonra bin türlü eziyet etmek nasıl bir iştir? Size köpek kavmi dersem şüphesiz hayvânlar ağlar.)

Hz. Hüseyin’in hurucunda Kûfe’den gelen yardım ve davet mektuplarının payı olmuş, Hüseyin Efendimiz ona göre hareket etmiştir. Fakat Kufe’dekiler ahidlerini bozdular. Yezid Ubeydullah’a ehl-i beytin öldürülmesi emrini verdi.

18. Yirmi bin kişi birden ok attı Şâh-ı Mazlûm’a

Bizi atman deyip zâlimlere tîr ü kemân ağlar

(Mazlûmların şâhına yirmi bin kişi birden ok attı, ok ve yay, zâlimlere bizi atmayın diyerek ağlar.)

19. Ok atmak “kurretü’l-ayn”a değil mi aslını imhâ

Sebebsiz mi bugün hâlâ hakîkî müslümân ağlar

(Hz. Peygamber’in göz nûruna /Hüseyn’e/ ok atmak aslını yok etmek değil mi? Bugün gerçek müslümânın hâlâ ağlaması sebepsiz mi?)

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki:

“Şüphesiz çağrılıp gitmem yakındır. Size iki büyük ve hukuku ağır emânet bırakıyorum. Birisi, Azîz ve Celîl olan Allah’ın kitâbı Kur’ân, diğeri de gözümün nûru ehl-i beytimdir.

20. Ciğergâh-ı Habîb-i Kibriyâ’ya ok atan mel‘ûn

Cehennemde bugün şeytânla kurmuş âşiyân ağlar

(Hz. Peygamber’in ciğerpâresine ok atan mel’ûn, bugün cehennemde şeytânla yuva kurmuş, ağlar.)

21. Cihânın sâhibinden bir içim su kıskanılmış âh

Fırat ağlar, Murâd ağlar zemîn ü âsumân ağlar

(Âh! Cihânın sâhibinden bir içimlik su kıskanılmış, Fırat ağlar, Murâd (nehri) ağlar, yer ve gök ağlar.)

22. İmâmü’l-müttekînin şimr-i mel‘ûn kesdi çün başın

Cehennem kaynayıp arş sayha etti tûleşân ağlar

(Mel‘ûn Şimr bin Zi’l-Cevşen takvâ sâhibi Hak dostlarının İmâm-ı Hüseyin (a.s.)’ın başını kesti. Arş çığlık atar, cehennem kaynar, yavruları ağlar.)

Şimr, âşura günü Sa‘d oğlu Ömer’in sol kanadında komutanlık yapan ve savaşı körükleyip Hz. Hüseyin Efendimizi katleden kişidir.

23. Ayak basdı o mel‘ûn kalb-gâh-ı sırr-ı Kur‘ân’a

Aliyy ü Fâtıma Peygamber-i âhir zamân ağlar

(O me’lûn /Şimr/, Kur’ân sırrının kalbine / çadırına/ ayak bastı. Alî, Fatma ve âhir zaman peygamberi ağlar.)

24. Harem-gâh-ı Habîb-i Kibriyâ’ya doldu nâ-mahrem

Bizi hep öldürün derler sabîlerle zenân ağlar

(Yüce Peygamber’in haremine nâ-mahrem doldu. Sabîler / çocuklar/ ve kadınlar hepimizi öldürün diye ağlar.)

25. Çadırdan nâle vü feryâd yükseldi semâvâta

Melekler sordular n’oldu dediler teşnegân ağlar

(Çadırdan göklere doğru çığlıklar yükseldi. Bu çığlığı duyan melekler sordular, ne oldu? Susuzlar ağlıyor, dediler.)

26. Döküldü hûn-i mazlûmân yere yer mâteme girdi

Melekler titreyip inler felekde kehkeşân ağlar

(Mazlûmların kanı yere döküldü, yeryüzü mâteme büründü, melekler titreyerek inler, gökte yıldızlar /Samanyolu/ ağlar)

27. Nîsâ-yı Ehl-i Beyt üryân ü giryân kaldı çöllerde

Çöl ağlar, dağlar ağlar, vâdi-yi berr ü yaban ağlar

(Ehl-i Beyt’in kadınları ağlayarak, çırılçıplak bir halde çöllerde kaldı. Çöl ağlar, dağlar ağlar, yakın ve uzak vâdiler ağlar.)

28. O şâhın derdi etmiş cümle insânoğlunu giryân

Bilenler bilmeyenler hep bu derd ile inan ağlar

(O Şâh’ın derdi bütün insânları ağlatmış, inan ki bilen bilmeyen herkes bu dert ile ağlar.)

29. Gelip bir kaç deve çûlsuz yularsız Şimr-i mel‘ûn der

Bugün Şam’a sefer lâzım bu emri her duyan ağlar

(Mel’ûn Şimr birkaç çulsuz, yularsız deveyle gelerek, ‘bugün Şam’a sefer lâzım’ der. Bu emri duyan herkes ağlar.)

Kerbelâ esirleri kervanı, H. 61 yılı, Muharrem’in 19’unda Kufe’den Şam’a doğru hareket etti. 12 gün sonra Şam’a getirildiler.

30 Deve üryân, ciğer püryân yürürler aç susuz sibyân

Deve ağlar, ceres ağlar, yol ağlar, kârbân ağlar

(Çocuklar, çıplak bir deveyle, aç susuz ve ciğeri yanmış bir halde yürürler. Deve ağlar, çan ağlar, yol ağlar, kervân ağlar.)

31. Meşakkatle develer kat‘-ı menzilden kalıp bî-tâb

Düşüp yollarda ma‘sûmân eder âh u figân ağlar

(Develer, bin bir zorlukla yol katetmekten güçsüz düştüler. Yollarda masûmlar âh ve figân ederek ağlar.)

32. O yollarda o çöllerde o ıssız gurbet ellerde

Sekîne Zeyneb’in ahvâline hûr-i cinân ağlar

(O yollarda ve çöllerde, o ıssız gurbet ellerde /İmâm Hüseyn’in kızı/ Sekîne ve / kardeşi/ Zeynep’in hallerine cennetin hûrîleri ağlar.)

Temimli Kura şöyle demiştir:

“Kerbelâ’da öldürülenlerin yanından geçerlerken kadınların ağlayıp dövündüklerini gördüm. Ben her şeyi unutsam bile, Fatıma’nın kızı Zeynep’in söylediklerini unutamam. Allah’a yemin ederim ki kardeşi İmâm Hüseyin’in bedeninin yanından geçtiği esnadaki yıkılışı, çırpınışları ve sözleri dost-düşman herkesi ağlattı.”

Hz. Zeynep’in, kardeşi İmâm Hüseyin’in başsız bedeninin yanından geçtiği esnâda dudaklarından şunlar dökülüyordu:

“Allah’ım! Bu kurbânı bizden kabûl et!”

“Ey bütün gökteki meleklerin kendisine salât ve selâm gönderdikleri Muhammed’im! Bedeni parça parça edilen, bu çölde yere serilen ve topraklar içerisinde kalan bu kişi senin Hüseyin’indir.”

Üçüncü sözünde, annesi Fatıma Zehra’ya seslenerek şöyle der:

“Ey Anneciğim! Ey Fâtıma Zehrâ! Ey dünya kadınlarının en hayırlısı! Kerbelâ çölüne bir bak da düşman toprağı üstündeki oğlunun başını, kanlar içindeki bedenini ve eyersiz katırlara bindirilen esâret altındaki çocuklarını bir gör!”

“Ben o kardeşin /Hüseyn’in/ çadırının iplerine kurbân olayım! Cânımı fedâ ettiğim kimseye kurbân olayım! Yaralı gönül ve susuzluktan kurumuş dudaklarla şehîd edilene kurbân olayım! Damarlarından kanlar akan o sevgili ve şefkatli olana kurbân olayım! Ben dedesi Peygamber, nenesi Hatîce, babası Alî ve annesi dünya kadınlarının efendisi olan kimseye kurbân olayım. Ben, üzerine gün doğuncaya kadar namâz kılan kimseye kurbân olayım!”

Son sözünde ise Hz. Peygamber’in sahâbelerine yönelerek şöyle seslendi:

“Ey hasret ve keder içerisindeki gönül! Bugün dedem Allah Resûlü artık hayâtta değildir. Ey Peygamber ashâbı! Onları esirler gibi yola koymuş ve götürüyorlar.”

“Zeynep’in sözlerini işitenlerin hepsi -Yezîdîlerin askerleri de dâhil- orada bulunan herkes bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Esir alıp katliam yaptıkları yerden geçirdiklerinde, İmâm Hüseyin’in kızı Sekîne, kendini deveden atarak babasının kanlı cesedini kucakladı, ağladı, feryât ve figân etti. Orada hazır olanların hepsi onunla birlikte ağlamaya başladılar. Bu şekilde kendinden geçinceye kadar ağlamaya devâm etti.

33. Dikildi nîzeye sultân-ı kevneynin ser-i pâki

Çıkıp bir nûr olur arş sâyesinde sâyebân ağlar

(İki cihân Sultânı Hüseyn (a.s.)’in tertemiz başı mızrağa dikildi. Bir nûr gibi yükselip arşın gölgesinde ağlar.)

34. Nihâyet bir sabâhdı Şam’a dâhil oldular âh Şam

O tali’siz misâfirler konuldu hâne hân ağlar

(Nihâyet bir sabah Şam’a girdiler, âh Şam, o talihsiz misâfirler bir hana / konağa/ getirildi. Han ağlar, hane ağlar.)

Daha sonra buraya “Meşhed’un-Nukte” denmiş ve Hüseyn Efendimizin kanının damladığı halının olduğu yere bir türbe inşâ edilmiştir.

35. Yezîd’in askeri oynar güler yapmışdı şehrâyin

Şehir ağlar kûra ağlar yanar deyr içre çân ağlar

(Yezîd’in askeri gülüp oynayarak şenlik yapmıştı. Onlar eğlenirken şehir ve köyler, kilisedeki çan yanarak ağlıyordu.)

36. Benât-ı Ehl-i Beyt’i câriye gönderdiler Rûm’a

Görüp Rûm Kayseri oldu esîr-i nâtuvân ağlar

(Ehl-i beytin kızlarını Rum’a cariye olarak gönderdiler. Rum Kayseri bu çaresiz ve güçsüz esirleri görünce ağladı.)

37. Bahâ-yı hüsnüne bir dilberin bin kişver-i ma‘mûr

Verilse az gelir ikrâh eder de hüsn ü ân ağlar

(Bin tane mamûr belde bir sevgilinin güzelliğinin pahası olarak verilse, az gelir. Buna, güzellik tiksinir de ağlar.)

38. İki meh-peykere dîn-i Mesîhi etdiler teklîf

Dediler sümme-hâşâ tâ-be-mahşer mü‘minân ağlar

(İki ay yüzlüye Hıristiyanlık’ı teklîf ettiler, onlar da “Sümme hâşâ/kat’iyyen olmaz!” dediler, ta mahşere kadar müminler ağlar.)

39. Temennâ-yı visâle mâni oldu gayret-i Mevlâ

Dediler bunlara hîç el sürülmez râhibân ağlar

(/Ehl-i Beyt’in câriye olarak satıldıkları yerde/ Cenâb-ı Hakk’ın gayreti /İlâhî kıskançlığı/ onları alan Hıristiyanlar’ın vuslat arzûlarına engel oldu. Dediler ki bunlara kesinlikle el sürülemez. /Bizim rahipler bunların hâlini yani iffet ve ismetini görseler/ gözyaşlarını tutamazlar.)

40. Mübârek bir gece ol iki meh-rû hasbetenlillâh

Fedâ-yı dîn ü nâmûs oldular hep hûriyân ağlar

(Mübârek bir gece o iki ayyüzlü Allah rızâsı için dîn ve nâmûslarını fedâ ettiler. Buna şâhid olan bütün hûrîler ağladı.)

41. Bu hâle ağlayan gözler görür elbetde dîdârı

Bunun gâfilleri ağlar muhakkak câvidân ağlar

(Bu hâle ağlayan gözler elbette sevgilinin cemâlini görür, bunun gâfilleri muhakkak ebediyyen ağlar.)

42. Belâ-yı Ehl-i Beyt’i yazmağa imkân mı var aslâ

Söz ağlar, söyleyen ağlar, kalem ağlar, yazan ağlar

(Ehl-i Beyt’in başına gelen musibeti yazmaya aslâ imkân yoktur. Bunu anlatan söz ağlar, söyleyen ağlar, kalem ağlar velhâsıl yazan ağlar.)

43. Hüseyn ağlar gözü yaşı olur âlemlere rahmet

Yezîd ağlar gözü yaşı olur la‘net-feşân ağlar

(Hüseyin ağlar, gözyaşı âlemlere rahmet olur. Yezîd ağlar, gözyaşlarıyla etrafa lânet saçar.)

44. Yezîd bir nâm-ı dünyâya değişdi şân-ı ukbâyı

N’idem ol nâm-ı mel‘ûnu kim nâm ağlar nişân ağlar

(Yezîd, âhiretin şânını /gelip geçici ve boş/ bir dünya nâmına değişti. O mel’ûnun nâmını ne yapacağım ki? Nâm ağlar, nişân ağlar.)

45. Evet hazmetmemişdi Âl-ı Süfyân dîn-i İslâm’ı

Resûlün âline yaptıklarına kâfirân ağlar

(Evet, Süfyân oğulları, İslâm dînini hazmetmemişti. Resûlullah’ın ailesine yaptıklarına kâfirler ağlar.)

Ebu Süfyân 561 yılında Mekke’de doğdu. Zengin bir aileye mensûptu. Babası Kureyş’in ileri gelenlerindendir. Hazret-i Peygamber’in davetine icâbet etmeyip ona cephe almış özellikle Uhud ve Hendek savaşında müşriklerin komutanlığını yaparak müslümânları katletmiştir. Müslümânların Mekke’nin fethi öncesinde çocukluk arkadaşı olan Abbâs’ın tavsiyesiyle Peygamberin huzûruna çıktı. Hazret-i Peygamber’in İslâm’a davetini kabûl ederek müslümân oldu. Bazı kaynaklar samîmî bir müslümân olduğunu bildirmelerine rağmen ehlullah bunu şüpheyle karşılamıştır. Ne hikmettir ki hakîkati göremeyen Süfyân’ın Yermuk savaşında bir gözü kör olmuş ve 652 yılında Medine’de ölmüştür. Oğlu Muâviye bilindiği gibi ehl-i beyt muârızlarındandır. O da Hz. Alî (k. v.)’ye isyan edip kendisini halîfe ilan ederek 661 yılında babadan-oğula geçen saltanata dayanan Emevî Devleti’ni kurdu. Oğlu Yezîd de iktidâr hırsı ile Kerbelâ hâdisesinin müsebbibi olmuş ve Ehl-i Beyt’i katletmiştir. Kemâlî Hazretleri Süfyânoğullarının İslâm’ı samîmî olarak kabûllenmedikleri konusunda Hak erenlerce kabûl görmüş umûmî düşünceyi dile getirmektedir.

Niyâzî-i Mısrî Efendimiz de Hak erenleri kabûl etmiş görünen, daha doğrusu hakîkat körü, soğuk nefesli dil müslümânları için “Süfyânî” tâbirini kullanır:

Şol ki Süfyânî artdı tuğyânı

Oldu şeytânî cân gözü kördür

Azdırır halkı bezdirir Hakk’ı

Kizbi çok sıdkı binde bir yokdur

Hakk’a kul ol kul, olasın makbûl

Dil müselmânı şâhid-i zûrdur

Mısrî’nin dînde izzeti zinde

Cümle milletde Hamzavî hordur

46. Alî nûrunu itfâdan garazdı dini mahvetmek

İmâmü’l-Müctebâ’ya verdiler zehri yılan ağlar

(Alî’nin nûrunu söndürmekten maksat dîni mahvetmekti. Seçilmiş İmâma /Hz. Hasan (a.s.)/ zehir verdiler. Zehri aldıkları yılan bile buna dayanamaz ağlar.)

Muâviye Hz. Alî’nin öldürülmesinden sonra iktidâr hırsına kapıldı. Hz. Hasan’a karşı savaş açtı. Bunun üzerine Hz. Hasan müslümân kanı dökülmesin istediyse de bir kısım komutanlar kendisine ihânet etti ve Muâviye ile hilâfeti Muâviye ölünceye kadar kendisine devredeceğini bildirdi. Muâviye hilâfet ordusunun dağıldığını görünce antlaşmayı bozdu ve gasp yoluna gitti. Nihâyet Hz. Hasan, Muâviye tarafından satın alınan eşi tarafından zehirlendi (M. 669).

47. Geçip mihrâb-ı dîne düşmen-i îmân imâm oldu

Bozuldu vahdet-i İslâm namâz ağlar ezân ağlar

(İmân düşmanı /Muâviye/, İslâm’ın mihrâbına geçip imâm oldu. İslâm birliği bozuldu, namâz ve ezân ağlar oldu.)

48. Atıp zindâna Zeyne’l-Âbidîn’i etdiler mahbûs

Cefâ bitmez güneş girmez sebâ etmez vezân ağlar

(Zeynelâbidîn’i zindâna atıp hapsettiler, eziyet bitmez, güneş girmez, rüzgâr esemez, ağlar.)

İmâm Zeynelâbidîn, Hz. Alî (k. v.)’nin oğlu Hüseyin’in oğludur. Kerbelâ hâdisesinde hasta olduğu için kafilede yoktu. Yezid kendisinin Medine’de yaşamasına izin vermişse de Kerbelâ’dan sonra siyâsete girmemekle birlikte- Kur’ân’ın ve Resûlullah’ın öğrettiği İslâm’ı halka anlatıp Emevî siyâsetinin yanlışlığını gözler önüne serdiğinden ötürü yıllarca zindân hayâtı yaşadı ve nihâyet zehirlenerek öldürüldü (ö. 716, Medine).

49. Ezelden ağlarım akdı dü çeşmim kanlı yaşımla

Ne hâbım var ne râhat var yanan cismimde cân ağlar

(Ezelden beri ağlarım, iki gözüm kanlı yaşımla aktı, ne uykum ne de râhatım var, yanan tenimde cân ağlar.)

50. İki göz oldu âmâ ağlarım ey Kurretü’l-ayneyn

Kemâlî sûz-i derdinle nihân ağlar ayân ağlar

(Ey Resûlullah’ın iki gözünün nûru /Hasan ve Hüseyin (a.s.)/ sizin için ağlamaktan iki gözüm kör oldu. Ey Kemâlî! Derdinin yangınıyla görünen ve görünmeyen, gizli ve açık her şey ağlar.)

Osman Kemali Hazretleri / Mustafa Tatcı

Anadolu Mayası


Anadolu mayası’ kavramlaştırması ile neyi kastediyorsunuz?
İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini
bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya, esastır, özdür. Mayasını, aslını esasını bilen, gönlüne
gelen, gönlüne çalınan kelamı bilen kendini bilir. Kendini bilmenin insan olmanın esası mayadır.
Anadolu maya demek öz demek. Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile
kastedilen Anadol u’ya Türkistan’dan gelen kelam’dır.

Bu kelam Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır. Bu kelam olmadan
beşerden insan olarak bahsedemeyiz. Anadolu’nun esası özü bu mayadır. Mayadır ne yapar.
Nasıl yoğurt yaparız. Mesela yoğurdun bir mayası vardır. Sütü uygun koşullarda ısıtır ve maya
çalarız. Maya çalındığı şeyi, sütü dönüştürür neye, yoğurda dönüştürür. Yani çalınan şeyin
kimliğini değiştirir. Kimlik nasıl değişir. Özünü değiştirir. Özünü değiştirmek yoluyla değiştirdiği
şeye birlik verir. O birlik itibariyle mayalanmış şey, dönüşmüş bir şeydir. Esası özü de o
dönüşmüş şeyin ona çalınan mayadır.

Kültür ile maya arasındaki fark nedir?
Mesela yoğurt mayalamakla, ıspanak ekmek arasında bir ayrım yaparak anlatabiliriz. Ziraat,
tarla kültürüdür. Kültürel örnek vermek istersek bunun güzel örneklerinden birisi ziraattir.
Tarlaya mesela ıspanak tohumu ekeriz. Uygun koşullarda bu tohumlar yeşerir, ıspanak olur.
Ispanakları devşiririz. Devşirmediklerimiz, tohumlarını verir. Vakti zamanı gelince de bunlar ölür
veya tarladan söker alırız. Bu süreç bir kültür sürecidir. Bu süreç itibariyle bir kimlik değişmesi
ortaya çıkmaz. Tarla tarla olarak kalır. Ispanağın tarlada yetişmesi yetiştiği ortamı dönüştürmez.
Ona yeni bir kimlik vermez. Kültürü kabaca ifade edersek, esasa, öze dair bir kimlik oluşturmaz.

Halbuki maya öyle değildir. Süte yoğurt mayası çaldığımızda ve tuttuğunda yoğurt olarak
dönüşmüştür artık geriye süt kalmaz. Sütün kimliği değişmiştir. Başka bir şey olmuştur. Maya bu
itibarla çalındığı şeyi dönüştürür. Ama nasıl dönüştürür? Farklı farklı şeyler olarak değil, birlik
vererek. Mesela inek sütünü, keçi sütünü karıştırıp mayalarsak ortaya çıkan yoğurt keçi, inek,
koyun yoğurdu değildir. Bir tek yoğurttur. Birliği de bu şekilde düşünebiliriz. Ama kültürde bu
manada bir birlik düşünemeyiz. Kültür daha ziyade dışsal koşullarla alakalıdır. Dışsal
değişimlerle alakalıdır. Maya içle alakalıdır. Asıl maya ile kültür arasındaki asli fark da budur.
Mayanın içe mahsus olması, kültürün dışa mahsus olması. Bu bakımdan Greko-Latin-Kilise
dediğimiz diyarın esası dışa mahsustur. Anadolu’nun esası ise içe mahsustur.


Cümle varlığın birliği ve beraberliğidir Anadolu mayasının esası? Değil mi?
Çünkü Anadolu mayasının esası Türkistan’dan gelen kelamdır. Kelam söz değildir. Önce bu
ayrımı dikkatli bir şekilde yapmamız gerekiyor. Söz, konuştuğumuz dile, lisana mahsustur.
Fikirdir, düşünceye mahsustur. Düşünceye bağlıdır. Halbuki kelam gönle mahsustur. Gönül
işidir. Mahalli gönüldür. Gönülde gelir, gönüle iner. Fikrin, düşüncenin, sözün, dilin mahalli
zihindir. Buradaki ayrım gönül ve zihin ayrımı olmuş oluyor.

Kelam ve söz ayrımı önemlidir. Kelam ve söz ayrımını anlamadan mayanın ne olduğunu
anlayamayız. Ne olduğunu anlamadan da insanın ne olduğunu bilemeyiz. Bu bakımdan ayrımı
dikkatle yapmamız gerekiyor. Demin onu söyledim. Söz dile mahsustur, düşünceye mahsustur,
kelam gönüle mahsustur. Ancak bizim anladığımız manada dilsel unsur değildir kelam. Kelam
cevherdir de diyebiliriz ama bunu dikkatli şekilde açmamız gerekir. Bu da çetin bir meseledir.

Anadolu’yu mayalayan ‘kelam’ın kaynağının Türkistan olduğunu söylüyorsunuz…
Kelam, Anadolu’ya mahsustur. Kelamın, Anadolu mayasının kaynağı Türkistan’dır.
Türkistan’da Yesi’de yetişmiş, büyümüş bir yüce insana mahsustur. Bu kelamın kaynağı kadim
demde hatem olan kelamdır. Yani ilk demde son olan kelamdır. Bu itibarla araya başka bir
safha koyamayız. Kelamdan bu şekilde bahsetmez isek, kelamı esas, asıl, öz, cevher olarak
düşünemeyiz. Dolayısıyla kadim demde hatem olan kelam, kadim demde hatem olana
mahsustur. Ona aittir. Ona gelmiştir ve söz olarak o söylemiştir. Bu itibarla esası bakımından
herhangi bir sosyolojik unsura da tabi değildir. Kelamın sosyolojik hiçbir yanı yoktur. Kelamı biz
beşeriyetin herhangi bir safhasına bağlamak istersek, kelamın esasına uymayan şeyler
söylemiş oluruz. Kelam zamana tabi değildir. Aksine zamanın tamamını kuşatır. Yani diyemeyiz
ki kelam şu tarihte geldi. O tarihte söylenen kelamın sözüdür. Tarihe bağlı olan kelam ile alakalı
sözdür. Onu kadim demde hatem olan söz olarak telaffuz etmiştir. Söz olarak telaffuz etmesi de
sadece ona mahsustur. Bu sebeple, kelamın sözünü, kelamın sahibinin telaffuz ettiği tarihe
bağlayabiliriz. Ama kelam zamana bağlanamaz. Bu bakımdan da kelamdan kadim demde
hatem olan kelam diye bahsederiz. Ne önceki bulunur ne sonrası bulunur. Bu şekilde de
söyleyebiliriz. Bu bakımdan beşerin düşünmek ve söylemek yoluyla idrakinin ötesindedir kelam.
Çünkü beşerin sözü ve söylemi zamana tabidir. Zamanın kaydı altında şekillenir. Oysa kelamı
bu manada bir kaydın altına alamayız. Alır isek o zaman kelam olmaktan çıkartırız. Tabi bunun
çok sıklıkla yapıldığını ve Aristoteles’in etkisinde yüzyıllar boyunca, demin anlattığım manada
kelama büyük zararlar verildiğini görüyoruz. Ayrıntılı olarak da açabiliriz, anlatabiliriz. Bu
bakımdan söz zamanın kaydı altındadır. Düşünceye ve idrake bağlıdır. Kelam bunların hiçbirinin
kaydı altında değildir. Ve sadece sahibine mahsustur. Kelamın sözünü kelamın mahalli söyler.
Kelam kime gelmiş ise eksiksiz olarak o sözü teşkil eden söze, dile döken kelamın mahallidir bu
anlamda.

Mahal ile yer farklıdır. Yer, herhangi bir şeye mahsus değildir. Bir yerde sandalye vardır,
sandalyeyi oradan alırsınız oraya bir masa yerleştirirsiniz. Dolayısıyla yer yerleştirilene tabi bir
şey olarak düşünülemez. Halbuki mahal, kelama tabidir. Yani kelamın indiği yere bir başka şey
yerleştiremezsiniz. Sadece kelama mahsustur. Onu oradan aldım, yerine bunu koydum
diyemezsiniz. Bunun da anlamı şudur. Kadim ve hatem olan sahibidir kelamın, anlamı budur.

Batı dediğimiz şeyin esası iki dildir : Biri Grekçedir, öbürü Grekçedeki kavramların geliştirilmesi
ve genişletilmesi sonucunda oluşturulan Latincedir. Bu iki dilde konuşanların, yazanların,
düşünenlerin, söyleyenlerin ürünlerinin kiliseyle çerçevelenmesi, kiliseyle zarflanması ki buna
Greko-Latin-Kilise diyarı demekteyiz. Bu diyarın esası fikriyattır. Sözdür. Bu diyarda kelam
bulunmaz. Halbuki Anadolu’nun esası mayadır yani kelamdır. Yani Greko-Latin-kilise
diyarındaki, bol bol düşünür, bol bol konuşur yazar, çizer ama özü yoktur. Anadolu’da
mayalanan konuşursa çok az konuşur, söylerse çok az söyler. Çoğu defa hiç söylemez. Ama
özü vardır. Aradaki fark bu şekilde anlatılabilir.


Batı insanı ile Anadolu insanını kıyaslar mısınız?
Batıda insan yoktur. İnsan olmak için özünü kelam kılmak gerekir. Kelamdan doğmak
gerekir. Ana hatlarıyla söylersek iki doğuş düşünebiliriz. Birisi biyolojik doğuştur ana babadan doğuş.
Öbürü de maya itibariyle söylersek asli doğuştur, kelamdan doğmaktır yani insan olmaktır.
Kelamdan doğmayan Anadolu anlamında insan olamaz. Yani eli vardır, ayağı vardır kaşı gözü
vardır ama bu öz itibariyle insan olmak demek değildir. Öz itibariyle insan olmak demek özünü
kelama bağlamak demektir. Kelamdan doğmak demektir. Batıda bu anlamda ne öz vardır,
batıdan kastettiğim tekrar söyleyeyim Greko-Latin-Kilise diyarında ne bu anlamda öz vardır ne
de Anadolu’daki anlamında insan vardır. İnsan Anadolu’ya mahsustur. İnsan olmanın esası kelam ile mayalanmaktır. Bu Anadolu’dadır. Benzeri başka hiçbir diyarda bulunmaz. Anadolu’ya mahsus bir iştir.

Nasrettin Hoca’nın göle maya çalmasının anlamı nedir?
Nasrettin Hoca kelam ile Anadolu’yu mayalayanlardandır ama anlayabilene, ama
mayalanabilene. Hem güleriz hem mayalanırız. Yani Nasrettin Hoca’nın sözünü gönlüne maya
edebilen elbette ki Anadolu’da mayalanır. Hoca’nın işi de budur.

Nasrettin Hoca düşünce ile gönül arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Anadolu gönül
üzerinden yürür. Nasrettin Hoca’nın yaptığı gündelik hayatın içinden gelen manzaralar yoluyla
kelama mahsus hakikati anlatmaktadır. Güldürmek tarafından. Ağlatmak yoluyla da olur.
Merkebe niye ters biner. Gösterir. Görün bakın der. Merkep sizin düşüncenize benzer. Siz
düşündüğünüzde aynen merkebe ters binmiş biri gibi gidersiniz önünüzü görmezsiniz sadece
katettiğiniz yolu görürsünüz, etrafı göremezsiniz. Düşünce böyle çalışır ama gönül başka türlü
çalışır. Gönlün esası farklıdır. Düşüncenin esası farklıdır. Gönül söze gelmez. Düşünceye
kapalıdır. Yani düşünmek yoluyla, dil yoluyla analitik olarak gönlü açamazsınız. Eğer bunu
açmak mümkün olsaydı, Greko-Latin-Kilise diyarının düşünürleri, mütefekkirleri Anadolu’ya
gönül ehli olurlardı. Oysa bu manada hiçbir mütefekkir Anadolu’ya gönül ehli değildir. Çünkü
düşünmek yoluyla, analiz yoluyla, rasyonalite yoluyla hakikati çerçeveleyemezsiniz. Kelamı
kuşatamazsınız, zaptedemezsiniz o anlamda.


Dil nedir?
Teologyanın Esasları kitabımda anlattım dilin ne olduğunu. Dilin ne olduğunu dile bakarak
açamazsınız. Dilin ne olduğunu anlayabilmek için nazariyata bakmak gerekir. Nazariyat nedir
sorusunun cevabını aramak gerekir. Dil bu itibarla bakacak olursak nazariyattan düşenin
seyretmek aracıdır. Dil bir seyretme işidir, manzara seyretme işidir.

Türkçe şunun için önemlidir. Türkçe kimliğimizin omurgasıdır. Sebebi, Türkistan’dan gelen
kelam Türkçe gelmiştir. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Türkistan’dan
Türkçe gelen kelam, kadim demde hatem olan kelamın Türkçe’ye tercümesi, tefsiri meali olarak
düşünülemez. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kelamın gönlünde açıldığı yüce insana
mahsustur. Kadim demde hatem olan kelamdır ve Türkçe olarak açılmıştır. Bu tefsir değildir,
tercüme değildir, meal değildir. Ve bu açıdan da Anadolu kimliğinin esasıdır. Anadolu kimliğinin
omurgasının Türkçe olması etnografik bir düşünce şekli olarak düşünülemez.

Kelamın etnografyayla hiçbir alakası yoktur. Irkla, cinsle hiçbir alakası yoktur. Kelam geneldir. Umuma
mahsustur. Herhangi bir ayrım gözeterek kelam inmemiştir. Ancak açılışı Türkçe’dir. Bu kelamı
Anadolu’da Türkçe ifade edenler doğup yaşamışlardır. Bu kelamın Türkçe olarak açılmış
olması, tercüme yoluyla asla ve esasa bağlanabilecek bir husus da değildir. Bunu rasyonel
olarak, analitik olarak, bir dil analizi yaparak çözümleme yaparak aslına geri götüremezsiniz.

Bir yapı nasıl esere dönüşür?
Yapıyla kastettiğimiz herhangi bir manada malzemenin birbirine bağlanmasıdır. Bir bireşim
içerisinde ürüne dönüştürülmesidir. Bu manada; bir evden, bir besteden, bir edebi metinden, bir
matematik teoreminden bir mantık teorisinden birer yapı olarak söz edebiliriz. Kastettiğimiz ise
insandan gelen izdir. Dolayısıyla soru şunu sormaktadır. Bağlanmış malzeme ile insandan
gelen arasındaki fark nedir? İnsandan gelen iz ile kastedilen gönüle mahsus olandır. Yani kelam
ile, maya ile, öz ile alakalı olandır. Siz bir malzemeyi diyelim, taşı, tuğlayı, demiri statik hesaplar
yaparak doğru bir şekilde yapıya dönüştürebilirsiniz. Bu yapının kendi parçaları itibariyle
tanımlanan, içi vardır, dışı vardır. Kendi parçaları itibariyle zemini vardır. Duvarları vardır ancak
yapının doğru, kurallara uygun şekilde yapılmış olması bunun eser olması anlamına gelmez.
Mesela gotik mimariyi düşünelim. Gotik mimaride unsurlar malzeme olarak ustaca birbirine
bağlanmıştır ve bir bütünlük tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bir yapıdır ama ortaya çıkanın bir eser
olabilmesi için- demin söylediğimiz- iç-dış ayrımının giderilmiş olması gerekir. Esere
dönüşebilmesi için yapının aşılması gerekir. Yapının aşılması demek, yapı üzerinden yapıyı
kuranın gönlüne temas edilmesi demektir. Mimar Sinan’ın bir eserini seyrederken siz Mimar
Sinan ile birlikte olduğunuzu hissederseniz. O yapının ne içi, ne dışı kalır ortada, taş da kalmaz
ortaya bir eser çıkar. Yani ustanın gönlünden gelen iz çıkar. Bu tarzda bir ayrım
Greko-Latin-Kilise diyarına mahsus estetik kuramlarında bulamayız. Çünkü o diyara mahsus
estetik kuramlarının esası özetle söylersek subjektif hissiyattır. Yani sizde uyandırdığı beğeni
duygusudur. Sizde ne ölçüde duygulara yol açtığıdır. Halbuki eserin bu manada duyguyla bir
alakası yoktur. Eser bir görüştür. O izin görüşüdür.

Kelamın olmadığı yerde eser olmaz. Eser, insanın olduğu yerde vardır. İnsan kelamın olduğu
yerde vardır. Her ne yerdir ki orada kelam yoktur, orada insan da yoktur. İnsanın olmadığı yerde
usta da yoktur, ustanın olmadığı yerde gönülden gelen iz olarak düşündüğümüz eser de
bulunmaz. O sebeple Batıda yani Greko-Latin-Kilise diyarında seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz bu
manada eser değildir. Yani şu vardır Batıdaki yapı kurallarına uygun yapılmıştır. Yani
müzikolojinin kurallarına, harmoninin kurallarına, mimarinin, estetik anlayışın, simetri kurallarına
uygun bir şekilde inşa yapılır. Ancak bunların hiçbirisi yapıyı esere dönüştürmez. Yapının
düzgün, doğru, sağlam bir yapı olmasını temin eder. Ama bunların hiçbirisi eser için yeter şart
değildir. Bir yapının eser olabilmesi demin dediğim şartlara bağlıdır.
Kelamın olmadığı yerde insan olmaz, insanın olmadığı yerde usta olmaz, ustanın
olmadığı yerde de eser olmaz.

Eser Anadolu’ya mahsustur. Greko-Latin-Kilise diyarında eser yoktur. Düzgün yapılar
vardır ama o düzgün yapılar kastettiğimiz manada eser değildir.

Mimar Sinan’ın bu kadar muhteşem eserler yapmasının sebebi nedir? Mimar Sinan Anadolu’da
mayalanmıştır. Mimar Sinan bir insandır. Mayası olan, kelamdan gelen bir insandır. Ve büyük
bir ustadır. Bu iki özellik yoluyla eser ortaya koymuştur. Eser ortaya kaymak, bir yapıyı kurallara
uygun şekilde inşa etmek demek değildir. Siz bir yapı inşa edebilirsiniz. Düzgün bir yapı olarak
ortaya koyarsınız. Bu matematikte bir teorem olabilir, mantıkta bir teori olabilir. Bir ikametgah,
bir ibadethane, bir şiir olabilir. Bağlamak birlik vermek değildir. Esere dönüşenin birliği vardır.
Birliğin kaynağı da kelamdır. Kelam olmadan yapıya, yani bağlanmış malzemeye birlik vermek
mümkün değildir. Birliğin kaynağı o yapıyı kuran ustanın kelam ile olan alakasıdır. Burada
subjektif duyguların falan hiçbir etkisi yoktur. Ne zaman ki o birliği verir ve o çokluk tekliğe
indirgenir ve siz o teklik içinde farkları kaldırırsınız ortada ne iç kalır, ne dış kalır Mesela Mimar
Sinan’ın Şemsi Paşa Camiinde ne iç vardır ne dış vardır. Ne deniz vardır, ne kara vardır.
Hepsiyle bir bütündür. Bir birliktir. Baktığınızda her şeyiyle bir tek görürsünüz. Şemsi Paşa’yı
çeker ordan alırsanız Üsküdar’ı bitirirsiniz. Yani sanki yaratılıştan o orda imiştir. Eser odur. Ama
yapı, yapı öyle değildir.


Tefsir nedir?
8., 9. yüzyıldan itibaren başlayan bir fikri faaliyet alanı değildir. En az birkaç bin yıllık geçmişi
vardır. Bu itibarla bir diyara mahsusen tefsiri düşünemeyiz. İkincisi belli bir zamana mahsus
olarak düşünemeyiz. Ama tefsirden bahsettiğimizde kastedilen düşünceye bağlı bir açma
faaliyetidir. Anadolu mayasında anlattığım şekliyle, özetle birkaç cümleyle söyleyecek olursam
tefsir, yerden mahalle giden yolu düşünce esasında arama faaliyetidir. Yani sözün mekanından
kelamın mekanına düşünmek yoluyla bir geçiş aramaktır. Böyle bir geçiş imkanı maalesef
bulunmaz. Eğer bulunsaydı o zaman kelama gerek kalmazdı. O zaman Greko-Latin-Kilise
diyarının mütefekkirleri Anadolu’ya kelam ehli olurdu. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu
ilahiyatçılara çok kötü dokunuyor ama ne yapayım. Yani tefsirin esası özü budur. Yer ile mahal
arasındaki farkı düşünce yoluyla gidermek faaliyetidir. Bu çok genel bir ifade şeklidir. Yani hem
Greko-Latin-Kilise diyarındaki felsefe fikriyatı kuşatır, hem kabalayı kuşatır, hem daha sonraki
dini metinleri ve teolojiyi kuşatır. Özü budur tefsirin.
Anadolunun mayalanması Anadolu’da yaşamış kavimlere ait kültürlerin antropolojik sentezi
olamaz.
Kelam ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelam. Ve her daim bizatihi
kendisidir. Her daim bizatihi kendisi olan ve zamanın kaydı altına girmeyen hiç bir şekilde bir
başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur. O
doğduğu şekliyledir. O doğduğu ahvalindedir ve hep öyle kalır. Yani, sabittir, tek bir şeydir.
Kendisiyle hep aynıdır. Bu itibarla Anadolu’dan birçok kavimler geçmiştir binlerce yıl boyunca.
Bu binlerce yılın geriye bıraktıkları vardır. Bu geriye bırakılanlar sentezlenmiştir. Terkibe
girmiştir. Genişlemesine yol açmıştır Anadolu’daki kavimlerin. Sonra gelen önce gelenden bazı
şeyleri miras olarak almıştır. Ama bu miras olarak alınanların hiçbiri kelam değildir. Senteze tabi
olan, zamana tabi olan değişmeye, dönüşmeye tabi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır.
Kelam kültür değildir. Aksi takdirde kelamın inmesinden önceye mahsusen kelamın izini
bulabilmemiz gerekirdi. Böyle bir izin bulunmasından bahsedemeyiz. Dolayısıyla bir an vardır. O
iniş anıdır. O geliş anıdır. Doğuş anıdır ve onun ne öncesi o anda kayıtlıdır ve mevcuttur ne de
o an doğan önceden bir şey almıştır. Farklı bir yerden gelmiştir. Böyle söyleyelim, teşbih olsun
diye.
Endülüs mayasının uğradığı kırımla, Anadolu mayasının karşılaştığı yok olma, yok edilme
tehlikesi aynı mıdır?

Aynıdır tabi. Endülüs’te bir maya var idi. Ve modernitenin başlatılması, Endülüs mayasının o
topraklardan çıkartılmasına bağlanmıştır. Ve o mayayı ayakta tutanlara bir kırım uygulanmıştır.
Ve o Kırım’ı uygulayanlar Greko-Latin-Kilise diyarıdır. Aynı kırımı Anadolu’ya da uygulamak
istiyorlar. Çünkü Greko-Latin-Kilise diyarının bekası Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok
edilmesine bağlıdır. Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Kendi haliyle kendi
ahvaline göre. Anadolu mayası yok edilirse Greko-Latin-Kilise diyarı sökülüp atılmış olduğu bu
coğrafyaya yeniden gelecektir. Papa bunun için gelmiştir. Burası benim diyarım demek için
gelmiştir Anadolu’ya. Ve ne yazık ki, Papanın yanında konuşanlar ve Anadolu’yu temsil etmek
durumunda olanlar gereken şeylerin asgarisini dahi söyleyememişlerdir. Papa sadece onun için
gelmiştir. Anadolu kilisenin yeşertildiği coğrafyadır. Türklerin öncesinde. Onun için söylemiş ima
etmiştir kendisi de. Burası benim ikinci vatanım demiştir. İnşallah bunları muhakkak idrak
edenler, görenler vardır ve buna göre davranacaklardır. Arabistan’daki Vahabiler Anadolu’da da
damar sürmüştür. Vahabiliğin esasıyla kilisenin esası aynıdır. Esas iktidardır. Başka hiçbir esas
yoktur. Ve bu iktidar esasında ele geçirmektir. Hükümran olmaktır. Tabi Vahabiyle kastettiğimiz
teoloji açısından söyleyecek olursak geniş anlamda Sodom ve Gomore’yi kastederiz.


Kadim demde hatem olan kelamın söze döküldüğü ki, o zamanın kaydı altındadır. Tarih
öncesinde Arabistan’da yaşamış olup da dökülen sözün şartlarına dış kabuk esasında uyup,
ama sözü dökülüş öncesi itibariyle kendi esaslarını muhafaza edenlerdir Vahabiler. Dolayısıyla
davranış ve kabuk bakımından siz zannedersiniz ki söze dökülen kelamın gereğini esasını
yerine getirirler. Bu böyle değildir.

Modernleşme mayayı ne ölçüde etkilemiştir?
Batılılaşma, modernleşme mayayı hiçbir şekilde etkilememiştir. Nasıl etkilesin ki. Batılılaşma,
modernleşme zemini esası fikriyat olan, söz olan kültür olan bir faaliyetten ibarettir. Değişkendir.
Kılık değiştirir. Ancak, kelam öyle değildir. Kelam etkilenmez. Ama terk eder gider. Onun için
dikkat etmek gerekiyor. Anadolu’yu terk etmesin diye.
Kitabın sonunda bundan kısmen bahsettim. Eğer sözü ağırlıklı hale getirirsek, fikriyatı ağırlıklı
hale getirirsek kendi öz kimliğimizi, kendi esasımızı, kendi öz mayamızı açamaz isek, bilemez
isek, birliğimizi bozar isek o zaman kelam bu coğrafyada durmaz, buradan gider. Ama kelamın
etkilenmesini düşünemeyiz. Mesela batı yani Grek-Latin-Kilise diyarına mahsur düşünürlerden
Kant diyelim Schopenhauer’i etkilemiştir. Schpenhauer Kant’ı okuyarak, Kant’ı hareket noktası
alarak yeni bir fikriyat geliştirmiştir. Bu fikriyatın bir kısmı Kant’ın söylediklerine uygundur, bir
kısmı ise Kant’ın fikriyatının reddedilmesine dayanır. Dolayısıyla Schaupenhauer üzerinde
Kant’ın etkisinden bahsedebiliriz. Benzer olarak Schopenhauer’ın daha sonraki yıllarda,
günümüze daha yakın dönemlerdeki düşünürler üzerindeki etkilerden de sözedebiliriz. Fikriyat
ve kültür etkileşme içerisinde ilerler ve devam eder. Ancak kelamdan, kelamın etkilenmesi
demek, kelamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi demektir. Böyle bir şey mümkün değildir. Esas
itibariyle mümkün değildir. Kelama temas edemezsiniz ki onu değiştirebilesiniz. Etkilediğiniz ve
değiştirdiğinizi zannedebileceğiniz şey ancak kelamın belli bir kültür içerisindeki tezahürüne
mahsus unsurlardır. Bizatihi kelamın kendisi değildir. Kelamdan hiçbir şey çıkartamazsınız,
nokta dahi ekleyemezsiniz. Öyledir, o kadardır, sabittir, zamanın kaydı altında değildir. Ve
sadece inene mahsustur. Fikir konuşanlara mahsustur. Aktarabilirsiniz. Ama bu manada kelamı
bir fikir olarak aktaramazsınız. Düşünerek fikir oluştururusunuz. O fikri savunursunuz. Bazıları
kabul eder, bazıları etmez, bazıları kısmen kabul eder ama düşünerek kelam oluşturamazsınız.
Düşünmek yoluyla dolayısıyla dil esasında kelam tesis edemezsiniz. Kelamın sözü vardır.
Kelamın sözünü sadece kelamın sahibi söyler. Ve sadece ve sadece o sözü dinleriz veya
okuruz. Ama ona ne bir şey katabiliriz ne ondan bir şey eksiltebiliriz. Ne de onun üzerinde bir
muhakemede bulunabiliriz. Çünkü kelamın sözü üzerinde muhakemede bulunmak demek bir
şekilde o söze katmak, eklemek demektir. Halbuki kelamın sözüne katmak eklemek yapabilecek
olan kelamın sahibidir. Dolayısıyla neresinden bakarsak bakalım kelam etkilenmez. Kelam
etkiye tabi bir şey değildir. Fikir etkilenir. Düşünce etkilenir,. Ama kelam mahiyeti itibariyle
etkilenecek bir şey değildir.

Kelamın olmadığı yerde insan da olmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz.
Dolayısıyla bir Batı medeniyetinden söz edemeyiz. Bunlar hep afaki, hayali fikirlerdir Batı
medeniyeti diye. Medeniyet insana mahsustur. İnsanın olduğu coğrafyaya mahsustur. Bu
manada batıda insan bahsetme imkanımız bulunmaz. Kimin insanından bahsedeceğiz.
Kilisenin insanından mı? Kilisenin insanı mı vardır? Dante’nin insanı mı vardır? Niçe’nin
insanı mı vardır? Batı insansızdır. Bizim anladığımız manada insan teşkil olunamamıştır.
Yığın vardır. Batının bireyi yığınsaldır. Yığının bir unsurudur. Halbuki Anadolu’nun bireyi
ferttir. Ferdi bireydir. Sebep, Grek-Latin-Kilise diyarındaki bireyin dayanağı yığının
esaslarıdır. Yani kilisedir. Anadolu’daki ferdi bireyin dayanağı Türkistan’dan gelen
kelamdır. Yani bizatihi kendi özüdür, kendi esasıdır. Yığına dayanılarak ferdi birey
olunmaz. Ferdi birey olunmadan insan olunmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet
olmaz. Medeniyet Anadolu’ya mahsustur. Teknoloji ile medeniyeti karıştırmamak gerekir.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesinin yolu nedir?
Kelamdan doğan insan ne kendisine acı verir ne de başkasına. İnsan olan için cümle yaratılmış
birdir. Kurdun, kuşun, böceğin, otun, çöpün ötekiler bir, ayrı gayrı söz konusu değildir ama insan
olan için. Biyolojik olarak doğarak insan olunmaz. İnsan olmak için Anadolu’da Türkistan’dan
gelen kelamdan doğmak gerekir. Türkistan’dan gelen kelamdan doğarsanız Anadolu’ya insan
olursunuz, Anadolu’da mayalanırsınız o vakit cümle varlığın birliği nedir o yolla anlarsınız. Ama
bu düşünerek, analiz yapılarak, muhakemeye tabi kılınarak anlaşılacak bir şey değildir. Olsaydı
Batıda görürdük Greg-Latin-Kilise diyarında görürdük böyle bir şey söz konusu değildir.


Medeniyet içindeki kriz nedir? Bundan çıkmanın yolları nelerdir?
Anadolu mayası bir krizle karşı karşıya değildir. Kelamın krizi olmaz. Kriz topluma mahsustur.
Bireye mahsustur. Bu krizin esası da kimliğin doğru şekilde açılamamasıdır. Anadolu Türk
Kimliğinin esaslarının ortaya konamamasıdır ve Anadoludaki bireyin Grek-Latin-Kilise diyarına
teba yapılmak istenmesidir. Toplumun krizi buradan kaynaklanmaktadır. Bu krizi aşmanın yolu
da okumaktır, çalışmaktır, dil öğrenmektir. Esaretten kurtulmaktır. Bireysel özgürlüğü
kazanmaktır. Doğru düzgün düşünmeyi öğrenmektir. Alınteri dökmektir. Ama teba olmak
değildir. Grek-Latin Kilise diyarının tebası değiliz. Eğer o yöne saparsak kelam Anadolu’dan
gider, o zaman Anadolu yok olur. Anadoluyu Anadolu yapan Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu
kelamın burada kalması da mayalanmaya bağlıdır. Kim ki mayalanır o kelamı sağlam tutar.
Mayalanma düşünme, öğrenme, konuşma değildir. Mayadan doğmaktır.

Sadece Batı değil, Arabistan kimliğine dönerseniz de kendi kimliğinizi yok edersiniz. Bu tek
taraflı değildir. Anadolu Türk Kimliğinin esası ne Arabistan kültürüdür ne de Grek-Latin-Kilise
diyarıdır. Kendi özümüzü, kendi mayamızı açabildiğimiz takdirde bunu görürüz. Bunu
gördüğümüzde anlarız ki, ne Arap kültüründe ne Grek-Latin-Kilise diyarında bizim esasımıza
dair herhangi bir şey bulunmaz. Kadim demde hatem olan kelam Arap kültürüne mahsus
değildir. Aksi takdirde kelamın belli bir döneme ait olduğunu söylemiş oluruz. Bunu söylersek
kelamı göndereni inkar etmiş oluruz. Çünkü kelam kainattadır. Ne belli bir zamana ne belli bir
zümreyedir. Sözdeki açılış itibariyle öyleymiş gibi görünür cevher olması cihetinden durum
farklıdır. Zamanın kaydı altına girer o zaman da cevher olmaktan çıkar yani kelam olamaz.
Dolayısıyla kelam olabilmenin şartı, genelidir, umumadır. Hiç bir ayrım gözetmeden. Aksi halde
kelam olmaz.
Arap kültürüyle alakalı değildir Anadolu’daki Türk kimliği, yani Anadolu Mayası (bu herhangi bir
düşmanlık değildir) Çünkü Türkistan’dan gelen kelamın esası birliktir. Varlığın birliğidir
dolayısıyla ayrı gayrı yoktur. Arap dünyasını da Grek-Latin-Kilise diyarını da ayrı gayrı tutmaz.
Grek-Latin-Kilise diyarı kendi varlığının devam edebilmesi için düşmanlık eder. Kelam ile
mayalananın kelamın indiğiyle bir düşmanlığı olabilir mi? Olamaz. Esası birliktir. Ama
Grek-Latin-kilise diyarında kelam bulunmaz. Esası fikriyattır. Kilisedir. Bu itibarla da kendini
dönüştürebilecek olan şeye can düşmanlığı eder. Bu bakımdan bizim Arap kültürüyle de
alakamız bulunmaz özümüz esasımız aslımız Türkistan’dan gelen kelamdır. Anadolu’da neye
baksak o kelamın izini görürüz. Otunda, çöpünde, kuşun ötüşünde, yağmurunda, karların
eriyişinde bu kelamın izi vardır. Batılı gibi olmak komikliktir. Kayboluş ayağa kalkmayış söz
konusudur. Batının esası esarettir. Anadolu mayasının esası özgürlüktür. Bu özgürlük
parlamentoda kanun çıkartılarak tesis edilen bir özgürlük değildir. Birey olmanın şartıdır ve
hakikati, özü bulmakla alakalıdır. Bu ayrım son derece önemlidir. Anadolu Mayasının esası
özgürlüktür, hürriyettir. Anadolu ferdi bireyi hürdür. Grek-Latin-Kilise diyarının en derin
mütefekkiri daha esarettedir.
Aşk olsun Anadolu’daki mayaya
Aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara.
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara
Ve can verenlere ve vereceklere…
Prof.Dr. Yalçın Koç / Sadık Yalsızuçanlar

YA VAR EKSİK YOK TAM İSE?

Eski Türkçede “barmak” bugün VARMAK dediğimiz kelime idi. B harfi Türk hançeresinde zamanla V’ye dönüyordu. Yâni “varış” ile “barış” aynı kökten gelmekteydi. Barışmak da varışmak!.

*

Hele “VARLIK” ile “VARMAK” ilişkisi üzerinde ne kadar durulsa yeridir. “Var oluş”u bir “varma çabası”na bağlasak ne çıkar?

Varlığı felsefe “ontoloji” diye adlandırıyor mâlum. Buradan Türkçedeki hikmete yeni bir ufukla baksak bize kim karışabilir?

“Varma” çabasının öznesi, durup o gayreti bir “noksan tamamlamak” olarak alsa kezâ!..

Bu varlık yolculuğu üzerinde düşünmeye kim müstağnî durabilir?

Varlığı eksikliğe, yokluğu tamlığa teşbih eden ecdâda hâlâ tepeden bakan yeniyetme ulemâya ise acımalı mı, onlardan dinlenip dinlenip kaçmalı mı, herkes kendi karar versin…

*

Ayır nefsini şeytandan, ki sırlar duyasın candan

A’tâlar ere Sultan’dan, yakîne ere gümânın.

Eğer hep varlığın versen, bu varlıktan seni yursan,

Ana yokluk ile varsan, dîdârın göresin anın…

Eşrefoğlu Rûmî Hz. Dîvan,sh.151

Şehâdetin formülünü anlatmış Eşrefoğlu dedemiz… Tabiî o da biliyor ve bildiriyordu ki “şehâdet” illâ muhârebede can vererek olmazdı. Her mü’min aynı zamanda bir şehîd olmalıydı…

Dr.Sait Başer

Batı ve Türk-İslam Uygarlığı

12885789_10153854421213673_8590035436145234143_o

Çarpısan iki medeniyet var: Türk-lslam medeniyeti bin yıl fetihler yapmıs, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli basarıları var. ihtiyarlamıs. Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve baska.

Bence en esaslı fark: insana bakıslarında. Türk-İslam medeniyeti için insan uluhiyetin nusha-yi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesadüfi tefavütlerin dısında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu.

Batı evvela kendi insanına karsı zalim. Batının tarihi,bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dısında büsbütün azgınlasıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dıs dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği beserî kıymet yoktur.

Cemil MERİÇ

Tüm Gönül Dostlarıma Sevgilerimle

Tasavvuf ve Bilim

Kaynak: Jurnal 2. cilt sf 202

Raks ve Düm-Tek Sembolizm

Sufi-Omdurman-3964

Metinlerdeki Simgesel Anlatım

Şiir çözümlemesi ve okunmasında daha çok geleneksel şerh usullerine bağlı olarak beyit ve beyitteki kelimelerden yola çıkılarak açıklamalar yapılagelmiştir. Şüphesiz bu merkezden çembere doğru yayılma şeklindedir. Ancak metinlere veya beyitlere yaklaşımın farklı bir boyutu da çemberden merkeze doğru bir gidiştir. Eğer beyitte simgesel olarak bulunan kavram veya değerlerin arka planı verilerek, özüne inilirse beyit kendiliğinden açıklanmış olacaktır. Şüphesiz her beyte bu şekilde yaklaşmanın imkanı yoktur; ancak tasavvufun Allah, insan ve âlemle ilgili temel öğreti ve algılamalarının şiire yansımalarını bu şekilde çözümlemenin de önemli katkıları olacaktır.

Bu çalışmamızda düm-tek’in ve buna bağlı olarak kudümün nasıl bir simgesel yapı içerdiğini; dolayısıyla varlık âlemindeki yansımalarının nasıl olduğunu tespit etmeye çalışacağız. Başta Kur’an olmak üzere ilahî ve edebî eserlerin hemen hepsi simgesel anlatımlarla doludur. İnsanların aşkın (müteal) olanı algılama ve kavraması oldukça zordur; ancak insanlara bunların bir şekilde anlatılması da gerekiyordu. O halde yapılması gereken insanların tecrübe ve müşahede ettikleri âlemden simgelerin kullanılması idi. Öyle de olmuştur. Şüphesiz simgeler simgelediklerinin aynısı değildir, sadece insanların zihnine benzer çağrışımlar bırakma görevleri vardır. ‚Bu yüzden bir sanatkâr eserini varlığa getirirken aslında çok da bağımsız değildir. Çünkü ister bunun farkında olsun, ister olmasın kendinde meknuz, içinde gizlenmiş bu tanrısal kâbiliyetlerle hareket etmektedir. Bu durumda sanatçının kreasyonu da bir bakıma Tanrı’nın âlemi yaratma eyleminin taklidi olmaktadır. Nihayetinde ‚semboller, temsil ettikleri nesnelerin hakikat âlemindeki gerçek şekillerini yansıtırlar.

Saldı nüh-tâk kubbe-i gerdûna şûr-ı velvele

Feth-i genc-i âdeme tabl-ı beşâretdür kudûm (Sâkıb Dede)

(İnsanlık hazinesinin açıldığını müjdeleyen kudüm, dokuz kubbeli feleğe velvele verdi.) Bu yazının geri kalanını okuyun

İnsan Çilesiyle Barışmak Zorunda

Баланс

İnsan çilesiyle barışmak zorunda. O çile bize en uygun terbiyedir. Çilemizle barışmamak, hakkımızdaki “takdir” ile kavga halinde olmak demek. Üstelik o çilelere hemen hemen daima kendimiz talip olduk! Çileni öp başına koy. Halis bir muhatabın bize tahammülündeki o barışıklıktan gelen tevekkülünden, muhabbetinden ibret al! Bu yazının geri kalanını okuyun