Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken

Modern sanayi uygarlığı dünyayı ateşe vermenin eşiğinde. Toplumsal oluşumların ve toplulukların kökünün kurutulması, insani müştereklerin bağımlı olduğu canlı yeryüzü¨-sisteminin yok edilmesiyle iç içe geçmiş durumda. Artık kapitalizmin en son, “yakıp yıkma” safhasındayız. Askeri bağlamda bu tabir, yenilmiş bir halkın veya yaklaşan bir ordunun faydalanmasını engellemek için hayati kaynakların imha edilmesi anlamına gelir. Daha genel anlamdaysa, bereketli bölgelerin çoraklaştırılıp yenilenme kapasitesini yitirmesine karşılık gelir. Sudan mahrum bırakılmış nehirleri ve yeraltı suları zehirlenmiş havası kirlenmiş toprağı kuraklık ve kimyasal tarımla mahvedilmiş kavrulmuş bir dünya demektir.

Yakıp yıkma kapitalizmi, grup ve toplulukların kendi kendilerini geçindirmesine, kendi kendini yönetmesine veya birbirlerine destek olmasına imkân veren ne varsa imha eder. Bu durum madencilik, ormansızlaştırma ve zehirli atık yığma yoluyla yaşanması imkânsız çorak alanlar ve yoksulların umutsuz iç sürgünler haline geldiği şehirler yaratılan Küresel Güney’de son derece şiddetli yaşanıyor. Hesaplanarak düşük seviyede tutulan savaş hali veya uyuşturucu kartelleri arasındaki çatışmalar, bir zamanlar sivil toplumu andıran her şeyin ortadan kalkmasına neden oluyor…

Bunun karşısında “toplum karşıtı aygıtlara” kul köle olmaktan kurtulma ve pasiflik ile yalıtılmışlığı yeni dayanışma biçimlerine dönüştürme konusunda birliğin ve ortak eylemliliklerin benzersiz bir gücü olduğunu söyleyebiliriz.

Gezegenimizde yaşanabilir, müşterek bir gelecek olacaksa, fişi çekilip 7/24 kapitalizmin dünya-yıkıcı sistem ve operasyonlarıyla bağlantısı koparılmış, çevrimdışı bir gelecek olacak. Dünyadan geriye her ne kalacaksa, bugün içinde yaşadığımız haliyle şebeke, etrafımızı saran enkazın marjinal, kırık dökük bir parçası haline gelecek orada ve yeni topluluklar, insanların kafa kafaya vererek geliştireceği tasarımlar doğacaksa eğer, ancak bu enkaz üzerinde doğacak. Talihimiz yaver giderse, kısa ömürlü bir dijital çağ yerini işbirliği yaparak yaşamanın ve geçinmenin hem eski hem de yeni yollarına dayalı melez bir maddi kültüre bırakmış olacak. Toplumsal ve çevresel yıkımın yoğunlaştıkça yoğunlaştığı şu sıralarda, her düzeyde internet kompleksinin gölgesinde kalan gündelik hayatın belli bir onarılamazlık ve zehirlenmişlik eşiğini çoktan geçtiğinin gittikçe daha çok farkına varılıyor. Gittikçe artan sayıda insan biliyor ya da seziyor bunu; zararlı sonuçlarını sessiz sedasız sineye çekenler onlar çünkü. Halkın kullandığı dijital araç ve hizmetler her yerde ulusaşırı şirketlerin, istihbarat teşkilatlarının, suç kartellerinin ve sosyopat milyarder seçkinlerin iktidarına tabi. Bütün dünya ahalisine dayatılan internet kompleksi, bu ahalinin çoğu için iptila, yalnızlık, boş umutlar, zulüm, psikoz, borçluluk, ziyan edilmiş hayatlar, aşınmış bellekler ve toplumsal çözülme yaratan amansız bir makinedir. İnternetin zararları ve toplumkırıcı (sociocidal) etkileri yanında o ağızlara sakız edilen faydalarının esamisi bile okunmaz, hepsi tali kalır.

İnternet kompleksi, 7/24 kapitalizmin o hesaba gelmez devasa erişim alanından ve küresel ölçekte biriktirme, kaynak çıkarma, dolaşıma sokma, üretme, taşıma ve inşa etme çılgınlığından ayrılamaz hale gelmiştir. Çevrimiçi işlemlerin neredeyse bütün özellikleri, yaşanabilir ve adil bir dünya kurma imkânına düşman davranışları tetiklemektedir. Dijital ağların yapay olarak imal edilmiş iştahlarla daha da körüklenen hızı ve heryerdeliği, elde etme, sahip olma, göz koyma, haset etme ve kıskanmanın tartışılmaz önceliğini en üst düzeye çıkarır; bütün bunlar da dünyayı, yenilenme veya toparlanma imkânı bulamadan durmaksızın işleyen, kendi ısısından ve atıklarından boğulma raddesine gelmiş dünyayı daha da çürütür. Tekno-modernistlerin dev bir yenilik, icat ve maddi ilerleme şantiyesi olarak gezegen rüyası, kendine hâlâ savunucular, mazur-bulucular bulabiliyor. Mebzul miktardaki “yenilenebilir” enerji proje ve endüstrilerinin çoğu da işlerin mutat şekilde yürümesini, o mahvedici tüketim, rekabet ve artan eşitsizlik örüntülerinin muhafaza edilebilmesini sağlayacak şekilde tasarlanıyor. Yeşil Yeni Sözleşme (Green New Deal) gibi piyasa güdümlü tasarılar abes denecek ölçüde işe yaramaz, çünkü 7/24 kapitalizmin körüklediği manasız ekonomik faaliyetlerin genişlemesine, gereksiz elektrik enerjisi kullanımlarına veya küresel kaynak çıkarma (madencilik vs.) sanayilerine son vermek için şalter indirmek gibi bir dertleri yok.

Kitap Üzerine Yorumlar:

İnternetli dünyanın kapitalizme hizmet eden özellikler taşıdığını savunan Crary, egemen güçlerin kontrolündeki internetin başta bilgi tekeli olmak üzere sermayenin küreselleşmesine ve tek-tip insan yaratmaya hizmet ettiğini belirtiyor. Kitabın hemen girişinde Phillippe Sollers’ten bir alıntı yapan yazar, onun sözlerini kitabının ana fikri haline getirmiş: “Gece oldu ve başka bir dünya doğmakta. Haşin, sinik, kara cahil, hafızasız, akla ihtiyaç duymadan dönen bir dünya…”

Bunca bilginin yağmur gibi üzerimize aktığı bir enformasyon ortamında hem hafızasız ve hem de cahil kalmak asıl korkunç olan durum. İnternetin asıl ve gerçek olduğu yanılgısı içindeki toplumlar, bu ortamın özgür olduğunu sanıyorlar. Ama değil.

Jonathan Crary her şeyin internetle yönetildiği evrene “internet kompleksi” adını veriyor ve şu tespiti yapıyor: “Bütün dünya ahalisine dayatılan internet kompleksi, bu ahalinin çoğu için iptila, yalnızlık, boş umutlar, zulüm, psikoz, borçluluk, ziyan edilmiş hayatlar, aşınmış bellekler ve toplumsal çözülme yaratan amansız bir makinedir.”

Crary, internetli dünyanın toplumlar üzerinde kırıcı bir etki yaptığını yani onları pasifleştirdiğini, bu durumun özellikle otoriter devletlerin işine geldiğini kaydediyor. Üstelik sadece otoriterliği beslemekle kalmıyor, küreselleşme adı verilen iştah açıcı bir dünya pazarının en önemli enstrümanı da internettir. Bu özelliğiyle sanal ve yekvücut olmuş dünya birbirine bağlı telefonlar ve bilgisayarlarla finansal kapitalizmin hizmetindedir.

Dijital dünyaya hizmet için üretilen her şeyin doğal dengeyi bozduğunu ileri sürüyor Crary. Elektrikli otomobiller için gereken lityumun, rüzgar türbinleri için gereken neodimin, dijital aygıt ve ağlar için gereken nikelin, molibdenin ve diğer tüm madenlerin çıkarılması için dünyanın yakılıp yıkıldığını belirtiyor. Örnek olarak Peru’da faaliyet gösteren bir Çin şirketinin maden çıkarmak için 4 bin 500 metre yüksekliğindeki Toromocho Dağı’nı dümdüz ettiğini gösteriyor. İnternetin sürekliliği için 8 milyarlık gezegenin kesintisiz elektriğe ihtiyaç duyduğunu, karbon salınımının en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu ifade ediyor. Kitaptan okuyalım: “İnternetin finansallaştırılmasının, bünyesi gereği, gezegenin ısınması ve altyapıda yaşanan çöküşlerin doğurduğu çeşitli etkiler yüzünden zaten sendeleyen ve tehdit altında olan, pamuk ipliğine bağlı bir dünya ekonomisine bağımlı olduğu konusunda neredeyse hiçbir şey söylenmemektedir.”

Modern sanayi uygarlığının dünyayı ateşe attığını yazan Crary, kapitalizmin son safhasında olduğumuzu, bundan sonraki aşamanın ölümcül olacağını vurguluyor. Tıpkı kısa sürede hiçbir işe yaramaz hale gelen dijital araç-gereçler gibi insanoğlu da çok yakında bir kenara atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Başta özgür bir ortam sunan internetin artık tamamen devletlerin kontrolü altında olduğunu ve hiç kimseye ve hiçbir topluluğa özgürlük sunmadığını aktaran Jonathan Crary, sosyal medyanın insanı pasifize eden etkileri yüzünden üzerinde yeniden düşünülmesi gereken bir araç olduğunun altını çiziyor: “Gösteriler, protestolar, yürüyüşler yapılıyor yapılmasına ama aynı anda dijital hayatın atomize edici ayrışmalarına tekrar gömülünüyor. Eylem sırasında tomurcuklanır gibi olan bağlar yok olup gidiyor.”

Çürütülemeyecek bir hakikatı şöyle vurguluyor yazar: “Sosyal medyada devrimci özne yoktur.”

Jonathan Crary bir sanat tarihi profesörü ve editör. Edward Said’in öğrencisi. Lisans eğitimini ve doktorasını Columbia Üniversitesi’nde tamamlamış. Halen hem kendi okulunda hem de başka üniversitelerde dersler veriyor.

Dijital çağın sakıncalarını ve kapitalist evrimin sonrasında neler olacağına odaklandığı bu kitabı Tuncay Birkan’ın başarılı çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıktı.

Dijitalleşmeye, internetin yarattığı sosyal dönüşümlere ve bu dönüşümlerin yarattığı sakıncalara merak salanların okumasında yarar var.

***

7/24 kitabıyla Türkiye’de geniş okur kitlesine ulaşan anti-kapitalist düşünür Jonathan Crary, bu kez Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken maruz kaldığımız dijital ve sosyal hava durumunun kötümser, ancak gelecek uğruna hayli gerçekçi bir özetini sunuyor.

Metis Edebiyatdışı serisinden çıkan kitap, sözde ekolojistlere, burjuva yalakası naylon aydınlara ve can çekişen kapitalizmin ürettiği ‘yeni’ ama tamamen uyduruk kuşaklara karşı da çetin bir uyarı niteliğinde

Tembel ve kibirli dünyanın ‘Yapay Zekâ’yı her şey ve herkesten sorumlu kıldığı şu günlerde, Metis Yayınları’nın ‘Edebiyat Dışı’ serisine de Tuncay Birkan Türkçesiyle popüler olduğu kadar okunası bir çalışma katıldı. Serinin gedikli okurlarının, “7/24 – Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu” başlıklı, Nedim Çatlı çevirisiyle tanıdığı Jonathan Crary’nin Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken üst başlıklı kitabı, bu kez de bizi “Dijital Çağdan Kapitalizm Sonrası Dünyaya” hazırlama gayesinin meyvesi olarak raflardaki yerini koruyor.

Özgün hali 2022 Verso etiketli, Türkçeye Nisan 2023’te kazandırılan kitap, oldukça kötümser, ancak gerçekçi bir manzara üretiyor. Crary’nin kitabı, sosyolojiyi kitlesel bir ‘Adli Tıp’ aygıtı olarak kullanarak, sürekli kıyafet değiştiren anlık kıyametlerin detaylı analizlerini yaparak, okuru yeni kıyamet balolarına soğukkanlı bir kalemle hazırlamayı başarıyor. Tom Verlaine’in “Yok, Kıyamet deme…” sözüyle açılışını yapan, bölümleri boyunca dünyaya iz bırakmış nice isyankâr aydının özdeyişleriyle çerçevelenen yapıt, okura Jean-Luc Godard ve Guy Debord ile randevularının mutluluğunu tattırırken, onlara çatır çatır eleştirisini de sakınmıyor. Örneğin Crary, düşünür, toplum kuramcısı Elena Pulcini’nin (s.18) tabiriyle bizlerin ne gibi bir “narsisist hissizliği”ne kapıldığımızı belirtirken, Debord’un daha 1980’lerin sonlarında “…medyanın kullanım biçimlerinin yaygaracı ve sonsuz bir anlamsızlığı garanti ettiğini” (s.19) tekrarlıyor. Bizi önümüze boşaltılan dijital ağların şirketlerce denetlenen bilgi tekelleri konusunda dürtükleyen eser, esasen ‘teknoloji okuryazarlığı’ denen unsurun, alışveriş, oyun, dizi bağımlılığı ve parasallaşan diğer benzerleri için ne tür bir örtmece tabir olduğunu da mümkün mertebe harfi harfine (s.31) haykırıyor.

Bu sırada alanın piri Frederic Jameson’u da atlamadan, “Modernleşme süreci tamamlanıp, doğa geri dönmemek üzere gittiğinde, elinizde kalan şeydir postmodernizm…” diyen (s.48) kitap, kapitalist aygıt hakkındaki acil tespiti ise şöyle yapıyor:

“…’tercih oluşumunun sinirsel temelleri’ni araştırmak uğruna harcanan milyonların haddi hesabı yok. Bir sözde-sosyoloji, kaçınılmaz olarak kitleselleşmesi istenen homojen tüketim görevlerini tanımlamak için, kuşaklar (X Kuşağı, Z kuşağı vs.) icat ediyor. Gelgelelim, Küresel Güney’le başka yerlerin yoksullaştırılan bölgelerinde gençler kemer sıkma ekonomisi, borçluluk, kıtlık ve devlet terörü yoluyla daha farklı ve daha acımasız mahrumiyetlere tabi kılınıyorlar.

Burada söz konusu olan yetişkinliğe geçişin bir program gözetilerek hızlandırılması değil, uyanık geçirilen zamanın çoğunun, sınıflardaki bilgisayarlar, telefonlardaki sosyal medya, oyunlar ve diğer hareketli görüntüler tarafından kaplanması…” (s.55)

Jonathan Crary’nin kitabında okurun kitabın sayfalarında kaybolmamak adına ellerinden tuttuğu güçlü iki unsur bulunuyor: Kuşku ve farkındalık, kitabın okunma hızını artırıyor. Ama Crary, meslektaşlarının müthiş tespitlerine yaslandığı kitabında yine, okuru, özellikle de yeni kuşakları art arda uyarılarıyla, birer can simidi fırlatır gibi sarıp, sarmalıyor: “…Gençler, filozof Hans Jonas’ın ‘dünyayı ilk kez yeni gözlerle görmek’ diye tarif ettiği, vicdanın ve empatinin doğmasını mümkün kılan duyumsal hayret deneyimine ulaşamayacak biçimde kapatılıyorlar.” (s.56)

İnternetin, ‘Pasifik Okyanusu’ndaki devasa çöp alanının muadili’ olduğunu bağıran (s.57) yazar, şu harika beyanda da bulunmayı unutmuyor: “Sözde bilgi ekonomisinin en önde gelen başarılarından biri, cehalet, aptallık ve nefretin seri üretimidir.” (s.58)

Başta da andığımız gibi, ‘yapay zekâ’nın ürettiği krizlerin yeni yeni farkına vardığımız şu günlerde, Crary’nin kitabında dillendirdiği şu uyarı da, yine bu satıra kadar saydıklarımızla kendini yarıştırır bir açıklık içeriyor: “Teknoloji, insan üretkenliğini çoğaltmak yerine, onun ‘yerine geçince’, kapitalizm sonuna yaklaşır.”

Kitabında İnternet ve dijital kapitalizm refakatiyle “düşüncenin sahipsizleştirilmesi ve eskiden içsellik ve irade olarak görülen şeyin buharlaşması” (s.77) üzerine altı çizilesi bir uyarıda bulunan yazar, bu arada, kimi aydınların, bilim adamlarının da, ekolojik tehlikeler karşısında büyük şirket ve ordularla girdikleri suç ortaklığının kamuflajı için nasıl kullanıldıklarını da yüzümüze vuruyor. “Böyle korkakça yağcılık yapmak, sağcıların cehalet sevgileri kadar zararlıdır. Batı biliminin sınırlarına ve başarısızlıklarına yöneltilen hacimli ve çok yönlü eleştiri görünmez, ağza alınmaz kılındı. Bu esaslı eleştirel düşünce birikimine katkıda bulunanlar arasında, son yüzyılın, hatta daha uzun bir sürenin en izanlı filozofları, bilim insanları, feministleri, aktivistleri ve toplumsal düşünürlerinin bazıları bulunuyor.” (s.82)

Jonathan Crary, dobralığını kendi vicdanıyla sınadığı bu eylem hisli gürültülü çalışmasında, bununla da kalmayarak, adeta burjuvazi paçasında sırıtkan bir tavırla gezinen “yüzeyde kozmopolit sınıf”a da, bilhassa dikkat çekiyor: “…İtaatkãr bağlılık ile duyguları veya empatiyi küçümsemenin kendilerine çeşitli nimetler kazandıracağının farkında olan bu yüzeyde kozmopolit sınıf, en tepedeki seçkinlerle kulluğa benzer bir ilişki kurar. Dünyanın belli başlı şehirlerinin, aşırı zenginliğin şatafatını kent mekânının fiziksel dokusuna işleyecek şekilde yeniden inşa edilmesi de, kişinin bu güzide ortamlarla kurduğu hayali ilişkiyi büyütmeye hizmet ettiğinden, bu hürmetkârlığı daha da güçlendirir.” (s.101)

Netice yerine, bir bölümünün girişinde Alexander Kluge’un “Toplumumuz çözülürken, kamusal alan ile mahremiyet alanı aynı anda dumura uğruyor,” diyerek (s.113) bizi İnternet ‘kültürü’ ve ürettiği post-kapitalist tehditlere karşı ‘bağıra çağıra’ uyaran Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken kitabı, bir kitaptan ziyade, sokakta elinize tutuşturulan ‘kitap biçiminde bir manifesto’ hızıyla okunuyor. Kamusal ve bireysel alanın, soyut ve somut çıkar odaklarınca çoktan ele geçirildiğini, verdiği art arda örneklerle acil ve tutarlı kılan, duvara asılacak ömürlük özdeyişleriyle soğukkanlılığını yitirmeden okur lehine sayfalarını eriten kitap, asıl sınavını ise hemen her kitapta olduğu gibi, kendisini okuduktan sonra okurun alacağı tavırla veriyor.

***

”Evet, gece oldu ve başka bir dünya doğuyor. Sert, alaycı, okuma yazma bilmeyen, unutkan, sebepsiz dönen… Yayılmış, düzleştirilmiş, sanki perspektif ve kaçış noktası ortadan kalkmış gibi… Ve garip olan şu ki, bu dünyanın yaşayan ölüleri önceki dünyaya dayanıyor.”

Philippe Sollers

Çalış, tüket ve sergile… Yaşamımızın yeni döngüsü artık. Zaman ise farklı adlarla hayatımızı gasp ediyor. Çalışma zamanı, tüketim zamanı, pazarlama zamanı… En kötüsü ise tüm bu zamanların boş zamanımızın üzerine çöreklenmiş olması… Amerikalı akademisyen Jonathan Crary de 7/24 çalışan bir toplum haline geldiğimizi (getirildiğimizi) ve boş zamanlarımızda bile aktif olmamızın istendiğini söylüyor Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken adlı kitabında. 1967’de ‘Gösteri Toplumu’ adlı eserinde “gösteri”yi, insanları izin verilen bir dizi rutinin tuzağına düşürmeyi amaçlayan sosyo-kültürel-ekonomik güçler ağının adı olarak tanımlamıştı Guy Debord. Bugün bu ağlar o kadar çok gelişti ve yaygınlaştı ki… Gelecek yeni cihazları nasıl satın alacağımız ve hayatımızı nasıl bunlara göre inşa edeceğimiz üzerine indirgendi. Metalara ve insanlara sürekli erişim sağlamakla övünen bir dünyadayız artık. Ve günümüz kapitalizminin eskisinden daha fazla paraya ihtiyacı var.

Geçmişe göre daha modern evlerde ve daha çok çeşitliliğin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Oysa gerçekte… Sıkışık yerleşim yerlerinde kötü beslenmiş sağlıksız, doğadan kopuk, birlikte yaşama ve dayanışma ruhumuz körelmiş durumdayız. Kapitalizm ise eskisinden çok daha sert davranıyor bize. Geçmişteki tüm sömürü sistemlerinden gelen yoksulluklardan ve aşağılanmalardan bile daha fazla… Bizler de ne sahip olduğumuz teknolojik aletleri çok uzun saatler ve düşük ücretlerle çalışarak üreten o emekçi kesimini… Ne sahip olma dürtümüzle sürekli çalışmaya zorlandığımız ve borçlanan hayatlarımızı… Ne de kesintisiz bir üretim ve tüketim için kaynak çıkartırken dünyaya verdiğimiz hasarları sorguluyoruz.

Sürekli hikâyeler anlatıp duruyoruz fakat o hikâyelerin öznesi değiliz. Elimizde tutunabilir hiç bir şey yok… Anılarımız bile bulut sistemlerinin içinde uzayda salınım halinde. Eşitsiz ilişkiler ağındaki bu eşitsiz toplumda bolluk algısıyla yaşamaya devam ederken bizleri gözetleyen neyi yapıp neyi yapmamız gerektiğini söyleyen o akıllı teknolojiler hayatımızın başköşesini işgal ediyor. Günümüz endüstrisi kendi rahatlığı için çeşitli nedenlerle(ki bu nedenlerin yaratıcıları da onlar) kendi bölgelerinden uzağa taşınan insanları köklerinden kopmuş kendileri için tasarlanan dünyanın içine sokuluyor. En kötüsü de bu insanların bunu kendi rahatlıkları için olduğuna inanmaları… Bu çağ hem toplumsal parçalanmanın hem de çevresel çöküşün çağı… Bizler de onun çevrim içi hizmetkârları… Ve bu çağı uzatmak uğruna gezegenimizi kapitalizm yamyamına teslim etmeye devam ediyoruz. 1955’de Aime Cesaire’ın Avrupa sömürgeciliği ile ilgili tespitleri hala geçerliliğini koruyor. “Onlar ilerlemeden tedavi edilen hastalıklardan, inşa edilen otoyollardan, geliştirilen hayat standartlarından bahsediyorlar bana. Bense özleri boşaltılmış toplumlardan, ayaklar altında çiğnenen kültürlerden, tahrip edilen kurumlardan, yok edilen dinlerden, imha edilen sanat eserlerinden, silinip giden imkânlardan bahsediyorum.”

Tarih boyunca peşine düştüğümüz o amaç ve hedefler… Artık seçtiğimiz amaç ve hedefler olmaktan çoktan çıktı. Bugün hayatımızı kolaylaştırmak için yaptığımız her şey… Yaşanabilir hayat sahamızı her geçen gün daha fazla kirletiyor. Ve yaptığımız yeniliğin süreklilik istediğine inandırıldığımız için de ihtiyacımızdan fazla kaynak tüketiyoruz. Duraklamadan işleyen, yenilenme veya toparlanma olasılığı olmayan, ısısı ve israfıyla boğulan bir dünya burası… Yaratılan dijital ağlar ise bağımlılığın, yalnızlığın, boş umutların, hafızanın aşınmasının ve toplumsal parçalanmanın amansız motoru… Gezegenimizi iklim değişikliği gibi büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Bu çağın patronları bu tehlikeyi ya önemsemiyor, ya da önemsermiş gibi gözüktüklerinde ise gerçekçi çözümler üretmiyorlar. Elektrikli arabaların iklim değişikliğine çözüm olduğunu söylüyorlar fakat bunun için gereken kaynağın dünyaya vereceği zarardan hiç bahsetmiyorlar. Siyaset artık bu çağın akıllı teknolojileri tarafından belirleniyor. Yapılan anketler ve yaptıkları algı yönetimiyle halk uyuşturuluyor. Özgürlük alanı diye sunulan dijital platformlarda biz de tepkilerimizi dile getirdiğimizi zannediyoruz. Oysa… Sadece kendimizi avutuyoruz. Burada devrimci özneye yer yok çünkü. ’Twitter kullanmıyorum artık Threads kullanıyorum.’ Zuckerberg ve Elon Musk’ın ideolojileri düşünmemize ket vurarak pürüzsüz yüzeyler istiyor tüm diğer ideolojiler gibi… Bu sistemin devamlılığı tepkilerin kontrol altına alınmasına bağlı… Bilinçli yaşamak için yola çıkan, varoluşunu arayan o insana ne oldu peki? Tarih boyunca aklıyla övünen… O şimdi… İcat ettiği aletlere akıllı diyor.

Ya geleceği bırakacağımız gençlerimiz? Onlar ise siyasi eylemlilikten uzak, teknolojik uyum ve tüketim taleplerinin yığını altında ezilmiş durumda. Ya ekonomik sıkışmışlığın içinde iş bulamayıp, emeğin sömürdüğü düzende harcanıyorlar. Ya da nasıl kısa sürede para kazanabileceklerini kafalarına dolduran sistemlerle, ağın içine katılıp düzenin devamına yardımcı oluyorlar. Ana akım medyada bize sunulan o mutlu gezegen… Nedense büyük çoğunluğumuza gülümsemiyor. ‘Dünya biziz, her şey güzel olacak’ deniliyor sürekli… Gerçek hiç de öyle değil… Teknoloji okuryazarlığı eğitimleri okullarımıza ders olarak konuluyor. Aslında alışveriş yapma, oyun oynama, dizilerin bölümlerini peş peşe seyretme ve diğer parasallaştırılmış davranışları kazandırmak için ortaya atılan örtmece bir tabir bu Cary’e göre. Kısaca yapılan her şey bu sistemin işleyişinin devamı üzerine kurgulu. Ve hiçbir şey bizim yararımız düşünülerek yapılmıyor. Facebook kurucusu Zuckerberg bile Instagram’da paylaştığı aile fotoğrafında çocuklarının yüzlerini kapatırken kendi tasarladığı sosyal ağların gizlilik politikasına güvenmediğini gösteriyor. Ya bizler… Birbirimize bağımlı olmadığımızı, hayatlarımızın özerk yöneticileri olduğumuzu zannediyor; ilişkilerimizi, çevrimiçi hesaplarımızı nasıl kontrol ediyorsak öyle idare edebileceğimiz inancını taşıyoruz. Ve bir avuç tirana hizmet etmek için yaratılmış bu sahte dünyada art arda takılan görüntüler arasında gezinirken her şeyi silip süpürüyoruz. Doyumsuzluk oburuyuz her birimiz. Ve ulus ötesi şirketler tarafından tasarlanan ve yönetilen sistemlerle hayatlarımızı sürdürebileceğimize inancını devam ettiriyoruz.

Dijital teknolojiyi aynı şekilde kullanmaya devam edebileceğimize inanmak… Çok tehlikeli bir fantezi. Tüm bu teknolojileri eleştirsek de(ki çoğumuz bunu yapmıyoruz) bunları üreten şirketler bizi ‘teknolojiye karşı’ olmakla suçluyor. Bu teknolojilerin dünyada kalmak için zorunlu olduğunu ve sürekli bir şimdiki zaman olan, bir gelecek fikrini kabul etmemizi istiyorlar. ”İnternetin hâkim olmadığı bir dünya kurmak demek, her şeyi değiştirmek demek olacaktır.” Ha şunu bileydiniz!

O nefes alıp veren, içindeki her şeyi ruhunun ritmik nabzıyla birleştiren gezegenimiz… Onu duyarsızlığımızla çoktan ölüme terk ettik. Ama unuttuğumuz ve göz ardı ettiğimiz bir şey var ki… Onun ölümü bizim de sonumuz olacak… Artık yapısal değişikliklere ihtiyacımız var. Hem de hemen… Bir an önce farklı yaşam biçimleri hayal etmek zorundayız. Eğer bunu yapamazsak bu çağın ortaya çıkardığı en büyük sorun olan iklim değişikliği zaten sonumuz olacak. Yapmamız gereken şey çok basit oysa… Yaşanan zamanı zaman olarak iadesini istemek ve kolektif ihtiyaçlarımızı yeniden keşfetmek… Bunu yapabilmek için öncelikle birbirimizle bağ kurmanın, birbirimize dokunmanın sıcaklığını yeniden hissetmek zorundayız. İnsan olmamızı sağlayan unuttuğumuz o duygularımızın… Anlayacağınız fabrika ayarlarına geri dönmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor. Eğer bunu yapmazsak (yapamazsak) kendi kendimizin azmettiricisi olarak hepimiz bu dünyanın katili olacağız.

”Bağımsız özerk kendilik olarak hayattır vazgeçilen.’Bağımsız özerk kendilik olarak hayattır vazgeçilen.

Böylece özne kendini, kendisine yabancı varoluşsal güçlere teslim eder.”

Ludwig Binswanger

12 Eylül 2023 tarihinde Bilim, Felsefe, Gündem içinde yayınlandı ve , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin. Yorum yapın.

Yorum bırakın