Kategori arşivi: Felsefe

Bulanık Mantık / Saçaklı Mantık – Fuzzy Logic

Belirsiz, bulanık, ortada ve kaotik

Aslında, her şey, her zaman olduğu ve olması gerektiği gibi: belirsiz, bulanık, ortada ve kaotik. Türkiye’ye dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yok. Ne kadar ince elenip sık dokunursa dokunsun, temel alınan hiçbir veri, uzun vadeli tahminleri – buna “felâket senaryoları” da dahil – doğru çıkaracak kadar sağlam değil, ve olmayacak. Çünkü, ne kâinat, ne dünya, ne de Türkiye belli kurallara göre işleyen, her olayın bir takım sebeplerin kaçınılmaz sonucu olarak tezahür ettiği, başı sonu belli olan “deterministik” sistemler.

“Kâinatta belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur” diyen Newton. Sir Isaac Newton’un 1687 basımı Principia‘sına göre, kesin bir sistem olan kâinatı/dünyayı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarına göre hareket ederler. Parçacıkların birbirleriyle olan ilişkileri, “nedensellik” çerçevesinde gelişir. Biz insanlar, nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek, kâinatın nasıl işlediğini kesin olarak öğrenebiliriz. Ve insanlığı, kâinatın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.

Isaac Newton, ilk “Aydınlanma Çağı”na damgasını vurmuş olan büyük fizikçi. Aydınlanma Çağı Aristo’yu kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galile ve Newton’la devam eden bir dizi buluş ya da keşif sonucunda, semavi dinlerin dünya ve kâinat açıklamalarını reddeden, yeni açıklamalar getiren sürecin adı. Aydınlanma Çağı öncesi kâinat ve dünyaya dair “doğrular” ya vahiy ya da usavurum yoluyla “saptanırken,” Newton’dan sonra doğruların gözlem sonucu olarak belirlenmesi ilkesi kesin olarak benimseniyor, gözlem, ölçüm ve deney bilimsel düşüncenin olmazsa olmazları olarak yerleşiyor, dahası, parçaların gözlem, ölçüm ve deney sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun “Bütün”e uygulanabileğine, bu sade ve basit kanunlar “Bütün”ü kesin olarak açıklayabileceklerine inanılıyor.

Birinci Aydınlanma Çağı’nın düşünce dünyası bir ya-ya da dünyası, çünkü, Birinci Aydınlanma Çağının ruhunu veren “Klasik Fizik”in dünyası, doğrusal mantığın kurallarının geçerli olduğu bir ya-ya da dünyası. Bilimde, bir şey, ya doğrudur, ya da yanlış. Ya siyahtır, ya da beyaz. “Hem doğru hem de yanlış” olamaz, çünkü “doğru” tektir. Örneğin, ışık. Klasik Fizikçiler, ışığın, ya cisimcik bölüklerinden ya da dalga serilerinden oluşması gerektiğini düşünürlerdi. Hem dalga serilerinden hem de cisimcik bölüklerinden oluşan ışık tanımlaması, “saçmalık”tan başka bir şey olamazdı.

Newton’un kainat ve dünyanın gözlemlenebilir, ölçümlenebilir ve çözümlenebilir verilerden oluştuğu, bu işlemlerin sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun “Bütün”e uygulanabileceği, “Bütün’ü kesin olarak açıklayabileceği” şeklindeki dünya görüşü sadece fiziği değil, fiziğin dışındaki diğer tüm bilimleri de şekillendirdi. Modern dünyayı biçimlendiren sosyal bilimler, sanat, edebiyat, hatta müzik klasik fiziğin kuralları doğrultusunda gelişti. Örneğin, Newton’un atomlardan oluşan kâinat fikri, iktisatta Adam Smith’in çıkarlarını kovalayan bireysel girişimcilerden oluşan kapitalist/liberal anlayışının mesnedini teşkil eder. Münferit atomların birbirleriyle olan ilişkileri ekonomide bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerini modeller. Gerek fizikte, gerekse ekonomide kullanılan araştırma yöntemi de aynı esasa dayanır: sistemi mümkün olan en küçük parçasına indirmek ve parçacıkların davranışına bakarak, bütünün geleceğine dair karar vermek, tahmin yürütmek.

Bir şey ya öyledir ya da öyle değildir; ya siyah ya beyazdır, belirsizlik, bulanıklık, gri yoktur anlayışını siyaset bilimine taşıdığında ise iki olgu ile karşılaşılır: toplum mühendisliği ve ideolojilerin keskinliği.

Toplum mühendisliği, otokratik ya da en azından Jakoben/ tepeden-inmeci yönetimlerle sonuçlanırken, ideolojiler keskinleşir. Çünkü “doğru” tektir. Newton’un siyah-beyaz dünyasında meselâ ya sağcı, ya da solcu olunur. Tıpkı bir fotonun aynı zamanda hem cisimcik hem de dalga olması düşüncesinin saçma olduğu inancı gibi, burada da hem solcu hem de sağcı olduğunu savunan birisi ciddiye alınamaz. Ya da, daha güncel bir örnek: hem laik, hem de Müslüman olunabileceği şeklindeki bir iddia ya kabul edilemez bir yozlaşma olarak nitelendirilir ya da marjinal bir tutum olarak kenara itilir.

Newton’un dünya görüşü, edebiyata da yansır. Meselâ, roman karakterleri de ya iyi ya kötü, ya kahraman ya da korkak olurlar. Hemen her zaman belirli bir hedefe hizmet etmeleri, iyilik ya da kötülükte tutarlı olmaları gerekir. Karakterleri bu kurala uymayan bir eserin roman olmadığı sonucuna varılır.

Meselâ, müzik. Müzikte notaların do-re-mi gibi kesin/matematiksel sesler şeklinde düzenlenmesi Birinci Aydınlanma Çağının sonuçlarındandır. Türk müziğinin ara tonları, Batı anlayışında yok sayılır. Zamanla beyeniden de düşer.

Özetle, Klasik Fizik’in “doğru tektir” aksiyomunun kabulü, hem o hem de bu, anlayışının reddidir. Gri alanlar, şahsiyetsizlik, yozluk, bozukluk anlamına geldiği için yok sayılırlar. Klasik Fizik’in bu “mekanize” dünya görüşünün sarsılmaya başlaması, 1920’lerde filizlenen parçacık ya da kuantum fiziğindeki ilerlemelerin sonucu. “Yeni Fizik” diye bilinen kuantum fiziği, bilim dünyasının “doğru” anlayışını altüst etmekle tehdit eder, çünkü siyah-beyazcı Newton Fizik’inin aksine, “Yeni Fizik”te “kesinlik” yoktur, “tek” doğru yoktur. “Hiçbir şey şey kesin değil, hiçbir şey imkânsız değil.” Yeni Fizik’in temel cümlesidir.

Albert Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptamasıyla dikkatleri çeken kuantum devrimi, ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunun tesbit edilmesiyle birlikte reddedilemez bir oluşum haline gelir. Dahası, ışığın dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta bir diyaloğa girerek belirttiğinin ortaya çıkması işleri daha da karıştırır.

Arşimed’in “Evraka! Evraka!” diye bağırdığı su ve tas deneyinin Kuantum Fizik’indeki karşılığı ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu saptayan deney. Şöyle ki, herhangi bir ışık kaynağının, mesela bir ampülün, önüne dalga dedektörü koyulduğunda, ışığın dalga niteliğini açık ettiği, oysa cisimcik dedektörü kullanıldığında cisimcik niteliğini sergilediği saptanır. Bu deneyin telmihi, ışığın biz onu nasıl görmek istiyorsak, kendisini bize öyle gösterdiğidir!

Deneyin sonucu öylesine garipsenir ki, kuantum fizikcisi Erwin Schrödinger, ışığın bu hem dalga hem de cisimcik olma niteliğini vurgulamak için “Schrödinger’in Kedisi” diye anılan, kuantum deneyini tertipler. Schrödinger, bu deney ile ışığın tetikleyeceği bir tabancanın namlusunun karşısına yerleştirilen bir kutuya konan bir kedinin ölü ya da diri olmasının, ışığın dalga ya da cisimcik gibi hareket etmesine bağlı olduğunu göstermeyi amaçlar. Işık, cisimcik gibi hareket ederse kedi ölecek, dalga gibi hareket ederse yaşamaya devam edecektir. Işığın ne zaman nasıl hareket edeceği asla bilemeyeceğimiz şeylerden biri olduğu için, deney bizi kedinin ölümle/yaşamın üstüste bindiği, süperpoze, bir durumda olduğu şeklinde garip ve tekinsiz bir gerçeklikle karşı karşıya getirir. Böylece aynı anda ölü ve diri olmak gibi bildiğimiz hayatta imkansız olan bir keyfiyetin kuantum dünyasında bir gerçeklik olduğu vurgulanır. Anlaması zor, alışması, sindirmesi daha da zor bir gerçeklik!

Öyle ya da böyle, “Yeni Fizik,” önümüzdeki yüzyılın dünya görüşüne damgasını vuracak yeni anlayışlar getiriyor. Tıpkı Klasik Fizik’in “Birinci Aydınlanma Çağını” başlatıp, günümüze hakim olan “mekanize” dünya görüşünü şekillendirdiği gibi, “İkinci Aydınlanma Çağı”nın da insanın kendisine, kendi bedenine, topluma, Kâinatı oluşturan canlı cansız tüm varlıklara hatta “canlılık ve ölülük” durumlarına bakışını radikal bir biçimde değiştireceği öngörülüyor. Belirsizliğe, bulanıklığa alışacak, kaostan korkmamayı öğreneceğiz.

Hiçbir şey kesin değildir, ama herşey mümkündür (II)

“Kâinatta belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur. Kâinatı/dünyayı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarına göre hareket ederler. Birbirleriyle olan ilişkileri, ‘nedensellik’ çerçevesinde gelişir. Nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek bizi kâinatın/dünyanın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.”

Birinci Aydınlama Çağınının zihniyetini özetleyen bu inanç, 1920’lerden itibaren “Yeni Fizik” olarak da bilinen Kuantum Fiziğindeki ilerlemeler sonucu sarsılmaya başlıyor. Werner Heisenberg, “Nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek bizi kâinatın/dünyanın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur” diyen Isaac Newton’un yanıldığını, kuantum mekaniğinde bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu matematiksel olarak kanıtlıyor.

Klasik Fizik, doğrusal sistemleri çözüyor, ne ki, gerçek dünyada doğrusal sistem yok! Şunu şöyle etkilersek, bu sonucu alırız diye kesin bir şey söyleyemiyoruz, çünkü gerçek dünya doğrusal değil. Gerçek dünya kırçıl, gerçek dünya puslu, gerçek dünya saçaklı. Siyah-beyaz olan, tertipli, düzenli olan, bilim, dünya değil. Kırçıl bir dünyayı anlatmak için, içinde kırçıl kelime olmayan bir dili, bilimin dilini, kullanageldik; sorun da burada.

Soruna, “Uyumsuzluk Problemi” diyorlar ve ekliyorlar: Eski Yunan, Demokritus, kâinatı atomlara ve boşluğa indirgedi. Eflâtun, dünyayı doğrular ve üçgenlerle doldurdu. Aristo oturdu, siyah-beyaz mantığın kanunlarını yazdı. O gün bugün, matematikçiler ve bilim adamları, aslen puslu/kırçıl/saçaklı olan evreni tarif etmek için, siyah-beyaz kanunları kullanırlar. Aristo mantığının ikili (doğrusal) sisteminde gökyüzü ya mavidir, ya da mavi değildir. Hem mavidir hem de mavi değildir olmaz. Bir şey, ya doğrudur yada yanlış. Dijital bilgisayar, 0/1 ikili sisteminde çalışır. Bilim, siyah-beyaz düşüncenin zaferidir.

“Bilim” deyince akan sular durmaktadır ama aslında siyah-beyaz da yoktur. Karadır denilen her şeyi, saç, kumaş, gece, gökyüzü, kömür, ne bulursak toplayıp bakalım. Bakalım, birinin siyahı ötekininkini tutuyor mu?! Keza beyaz. Köpük, bulut, elmanın içi, kemik, diş, kar. Öyleyse, beyaz diye de bir şey yok, beyazımsı birşeyler var!

“Yeni Fizik”in önde gelen iki açılımından birisi “Kaos Paradigması,” diğeri “Fuzzy,” yani puslu veya saçaklı mantık. Kaos Teorisi, Birinci Aydınlanma Çağını başlatan Klasik Fizik’in açıklamaya muktedir olmadığı için gözardı etmeyi sürdürdüğü “türbülans”a/karmaşaya anlam kazandıran, “dinamik sistemler” denilen süreçlerin işleyişini açıklayan teori. Klasik Fizik’in, “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” şeklindeki nedensellik ilişkilerinin işlemediği durumlar: hava hareketleri, deniz dalgaları, girdaplar, depremler, borsadaki iniş-çıkışlar, vb. vb. Bunlar, doğrusal sistemler olmadıkları için neden-sonuç ilişkileri kesin olarak saptanamayan oluşumlar.

Dinamik sistemlerin özellikleri, başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak – moleküler – bir değişikliğin beklenmedik boyutlarda sonuçlar doğurabilmesi. “Kelebek Etkisi” diyorlar: şu anda Kabil’de kanat çırpan bir kelebeğin, bir süre sonra New York’ta fırtınaya sebep olabilmesi gibi meteorolojik bir durum ortaya çıkabiliyor.

İnsan toplumları da dinamik sistemler. Bu saptamanın telmihi önemli, çünkü Kaos Paradigması, toplum mühendisliği (örneğin, Yeni Dünya Düzeni) girişimcilerinin, kesin sonuçlar almayı beklememeleri gereğine işaret ediyor. Ne kadar iyi düzenlendiği, uygulandığı, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir toplumsal olay, bütün bir dünyayı sarsacak Kelebek Etkisi yaratabilecektir, çünkü. Bu bağlamda, “ateş olsa, cürmü kadar yer yakar” deyişi gerçekçi değildir.

Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” şeklinde özetlediği olgu – dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir hadisenin kesin olarak gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusu – hep bilinir, ancak “küsurat” işlevsellik adına gözardı edilirdi. Küsuratın ihmal edilmemesi gereği, dinamik sistemlerde fırtınalar yaratabildiği kanıtlanınca ortaya çıktı.

Olgular, veriler, fuzzy/puslu’dur, ölçümler fuzzy/puslu’dur, hatta ölü ile diri arasındaki fark bile fuzzy/puslu’dur. Nesneler arası ilişkiler, Klasik Fizik’in öngördüğü şekilde tezahür etmeyebilir. Hatta, “hiçbir şey kesin değildir, ama herşey mümkündür.

Aristo mantığının siyah beyaz kesinliğini reddeden fuzzy ya da çokdeğişkenli mantık, hem-hem de şeklinde ifade edilen dünya gerçeğinin mantığı: A’nın hem A, hem de A olmadığı durumu tasvir ediyor. Dahası, muğlaklığın hesaba geldiğini isbat ediyor.  Fuzzy Revolution/Saçaklı Devrim diyorlar. Batı dünyasındaki öncüsü Lütfi Askerzade, Berkeley’deki Güney Kaliforniya Üniversitesi, Elektrik Mühendisliği Fakültesi dekanı. Kuantum filozofu Max Black’in hemşerisi. İkisi de Bakü’lü. ’80li yıllara kadar dünyanın önde gelen bilim merkezlerindendi, Bakü. Sovyetler Birliği ile beraber çöktü. Lütfi Bey, 1942’de Tahran Üniversitesi’den mezun. Aynı yıl, yüksek lisans için Massachusetts Institute of Technology’ye gidiyor. MIT, fen bilimlerinin mabedi sayılıyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi dekanlığı da elektrik mühendisliği dalında gelinebilecek en yüksek mevki. Doktorası, Columbia’dan. Princeton Institute of Advanced Study denince akla Kurt Gödel, Albert Einstein, Stephen Kleene gibi isimler gelir. Lütfi Askerzade, Columbia’dan sonra yıllarca çalışacağı Princeton Institute of Advanced Study’ye gidiyor.

Lütfi Askerzade, ‘Fuzzy Logic’ kavramını ilk kez, 1962 yılında, ‘Devre Teorisinden Sistem Teorisine’ başlıklı makalesinde kullanıyor: “Bize radikal ölçülerde farklı bir matematik lazım. Bize saçaklı verileri tanımlayabilecek bir matematik lazım!” diyor ve ekliyor, “Aristo mantığı, davete gelirken, smokin, kolalı beyaz gömlek, siyah kravat, siyah rugan iskarpinler giyinen birine benzer. Saçaklı mantık ise, blucin, tişört, lastik ayakkabıyla gelene. Eskiden böyle bir kıyafet kabul edilemezdi. Ama artık işler eskisi gibi değil, işler değişti.” Askerzade’nin bu sözleri “İkinci Aydınlanma Çağı”nın gebe olduğu zihniyet değişikliğine işaret eden sözler. Buna karşın, ilk harekete geçenler Amerikalılar değil, Japonlar.

Saçaklı Mantık, 1990’ların başlarında Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi olarak ortaya çıkıyor. Yüksek-teknoloji tüketim ürünleri imalatının bayraktarlığını Japonya yapıyor. Japon mühendisleri, bilgisayarlardan, elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce ürün ve sistemin makina zekâ katsayısını (IQ) arttırmak için Saçaklı Mantıktan yararlanıyorlar. Hükümet, iki büyük araştırma laboratuarı kuruyor, çokdeğişkenli mantık üzerine konferanslar tertip ediyorlar. Japon televizyonu, “Saçaklı Mühendislik” belgesellerini en-iyi-saatte (prime-time) yayınlarken, Japon Parlamentosunda siyasiler, saçaklı mantığın anlamı tartışıyorlar. Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. O yıllarda küresel bilgisayar pazarı, yaklaşık 200 milyar dolardı. Fuzzy Japonlar, daha o yıllarda pazarın yüzde birine hakimdiler. Ve yarış daha yeni başlıyor, denmesine karşın Körfez krizinde “fuzzy” füzelerin deneme mahiyetinde kullanıldıklarından söz ediliyor.

Özetle, Schrödinger’in kedisinde sembolleşen Yeni Fizik ve onun türevleri Kaos Pradigması ve Saçaklı Mantık’ın, insanlığı siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden, kesin yargıların kabalığından, dayatmasından kurtaracağı söyleniyor. Dünyada yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım veya ölçü olmadığının idrakı, düşünce biçimimizin radikal bir değişime uğrayacağının habercisi. İkinci Aydınlanma Çağı, Demokritus’un parçacıklarına karşına Buda’nın “bütüncül” dünya görüşünü yerleştiriyor.

Belirsiz, bulanık, ortada ve kaotik

“Kâinatta belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur. Kâinatı/dünyayı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarına göre hareket ederler. Birbirleriyle olan ilişkileri, ‘nedensellik’ çerçevesinde gelişir. Nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek bizi kâinatın/dünyanın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.”  

Birinci Aydınlama Çağınının zihniyetini özetleyen bu inanç, 1920’lerden itibaren “Yeni Fizik” olarak da bilinen Kuantum Fiziğindeki ilerlemeler sonucu sarsılmaya başlıyor. Werner Heisenberg, “Nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek bizi kâinatın/dünyanın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur” diyen Isaac Newton’un yanıldığını, kuantum mekaniğinde bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu matematiksel olarak kanıtlıyor.  

Klasik Fizik, doğrusal sistemleri çözüyor, ne ki, gerçek dünyada doğrusal sistem yok! Şunu şöyle etkilersek, bu sonucu alırız diye kesin bir şey söyleyemiyoruz, çünkü gerçek dünya doğrusal değil. Gerçek dünya kırçıl, gerçek dünya puslu, gerçek dünya saçaklı. Siyah-beyaz olan, tertipli, düzenli olan, bilim, dünya değil. Kırçıl bir dünyayı anlatmak için, içinde kırçıl kelime olmayan bir dili, bilimin dilini, kullanageldik; sorun da burada. 

Soruna, “Uyumsuzluk Problemi” diyorlar ve ekliyorlar: Eski Yunan, Demokritus, kâinatı atomlara ve boşluğa indirgedi. Eflâtun, dünyayı doğrular ve üçgenlerle doldurdu. Aristo oturdu, siyah-beyaz mantığın kanunlarını yazdı. O gün bugün, matematikçiler ve bilim adamları, aslen puslu/kırçıl/saçaklı olan evreni tarif etmek için, siyah-beyaz kanunları kullanırlar. Aristo mantığının ikili (doğrusal) sisteminde gökyüzü ya mavidir, ya da mavi değildir. Hem mavidir hem de mavi değildir olmaz. Bir şey, ya doğrudur yada yanlış. Dijital bilgisayar, 0/1 ikili sisteminde çalışır. Bilim, siyah-beyaz düşüncenin zaferidir.  
“Bilim” deyince akan sular durmaktadır ama aslında siyah-beyaz da yoktur. Karadır denilen her şeyi, saç, kumaş, gece, gökyüzü, kömür, ne bulursak toplayıp bakalım. Bakalım, birinin siyahı ötekininkini tutuyor mu?! Keza beyaz. Köpük, bulut, elmanın içi, kemik, diş, kar. Öyleyse, beyaz diye de bir şey yok, beyazımsı birşeyler var!

“Yeni Fizik”in önde gelen iki açılımından birisi “Kaos Paradigması,” diğeri “Fuzzy,” yani puslu veya saçaklı mantık. 

Kaos Teorisi, Birinci Aydınlanma Çağını başlatan Klasik Fizik’in açıklamaya muktedir olmadığı için gözardı etmeyi sürdürdüğü “türbülans”a/karmaşaya anlam kazandıran, “dinamik sistemler” denilen süreçlerin işleyişini açıklayan teori. Klasik Fizik’in, “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” şeklindeki nedensellik ilişkilerinin işlemediği durumlar: hava hareketleri, deniz dalgaları, girdaplar, depremler, borsadaki iniş-çıkışlar, vb. vb. Bunlar, doğrusal sistemler olmadıkları için neden-sonuç ilişkileri kesin olarak saptanamayan oluşumlar.

Dinamik sistemlerin özellikleri, başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak – moleküler – bir değişikliğin beklenmedik boyutlarda sonuçlar doğurabilmesi. “Kelebek Etkisi” diyorlar: şu anda Kabil’de kanat çırpan bir kelebeğin, bir süre sonra New York’ta fırtınaya sebep olabilmesi gibi meteorolojik bir durum ortaya çıkabiliyor. 

İnsan toplumları da dinamik sistemler. Bu saptamanın telmihi önemli, çünkü Kaos Paradigması, toplum mühendisliği (örneğin, Yeni Dünya Düzeni) girişimcilerinin, kesin sonuçlar almayı beklememeleri gereğine işaret ediyor. Ne kadar iyi düzenlendiği, uygulandığı, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir toplumsal olay, bütün bir dünyayı sarsacak Kelebek Etkisi yaratabilecektir, çünkü. Bu bağlamda, “ateş olsa, cürmü kadar yer yakar” deyişi gerçekçi değildir.  

Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” şeklinde özetlediği olgu – dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir hadisenin kesin olarak gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusu – hep bilinir, ancak “küsurat” işlevsellik adına gözardı edilirdi. Küsuratın ihmal edilmemesi gereği, dinamik sistemlerde fırtınalar yaratabildiği kanıtlanınca ortaya çıktı.

Olgular, veriler, fuzzy/puslu’dur, ölçümler fuzzy/puslu’dur, hatta ölü ile diri arasındaki fark bile fuzzy/puslu’dur. Nesneler arası ilişkiler, Klasik Fizik’in öngördüğü şekilde tezahür etmeyebilir. Hatta, “hiçbir şey kesin değildir, ama herşey mümkündür.”  

Aristo mantığının siyah beyaz kesinliğini reddeden fuzzy ya da çokdeğişkenli mantık, hem-hem de şeklinde ifade edilen dünya gerçeğinin mantığı: A’nın hem A, hem de A olmadığı durumu tasvir ediyor. Dahası, muğlaklığın hesaba geldiğini isbat ediyor. 
Fuzzy Revolution/Saçaklı Devrim diyorlar. Batı dünyasındaki öncüsü Lütfi Askerzade, Berkeley’deki Güney Kaliforniya Üniversitesi, Elektrik Mühendisliği Fakültesi dekanı. Kuantum filozofu Max Black’in hemşerisi. İkisi de Bakü’lü. ’80li yıllara kadar dünyanın önde gelen bilim merkezlerindendi, Bakü. Sovyetler Birliği ile beraber çöktü. Lütfi Bey, 1942’de Tahran Üniversitesi’den mezun. Aynı yıl, yüksek lisans için Massachusetts Institute of Technology’ye gidiyor. MIT, fen bilimlerinin mabedi sayılıyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi dekanlığı da elektrik mühendisliği dalında gelinebilecek en yüksek mevki. Doktorası, Columbia’dan. Princeton Institute of Advanced Study denince akla Kurt Gödel, Albert Einstein, Stephen Kleene gibi isimler gelir. Lütfi Askerzade, Columbia’dan sonra yıllarca çalışacağı Princeton Institute of Advanced Study’ye gidiyor.  

Lütfi Askerzade, ‘Fuzzy Logic’ kavramını ilk kez, 1962 yılında, ‘Devre Teorisinden Sistem Teorisine’ başlıklı makalesinde kullanıyor: “Bize radikal ölçülerde farklı bir matematik lazım. Bize saçaklı verileri tanımlayabilecek bir matematik lazım!” diyor ve ekliyor, “Aristo mantığı, davete gelirken, smokin, kolalı beyaz gömlek, siyah kravat, siyah rugan iskarpinler giyinen birine benzer. Saçaklı mantık ise, blucin, tişört, lastik ayakkabıyla gelene. Eskiden böyle bir kıyafet kabul edilemezdi. Ama artık işler eskisi gibi değil, işler değişti.” Askerzade’nin bu sözleri “İkinci Aydınlanma Çağı”nın gebe olduğu zihniyet değişikliğine işaret eden sözler. Buna karşın, ilk harekete geçenler Amerikalılar değil, Japonlar.

Saçaklı Mantık, 1990’ların başlarında Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi olarak ortaya çıkıyor. Yüksek-teknoloji tüketim ürünleri imalatının bayraktarlığını Japonya yapıyor. Japon mühendisleri, bilgisayarlardan, elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce ürün ve sistemin makina zekâ katsayısını (IQ) arttırmak için Saçaklı Mantıktan yararlanıyorlar. Hükümet, iki büyük araştırma laboratuarı kuruyor, çokdeğişkenli mantık üzerine konferanslar tertip ediyorlar. Japon televizyonu, “Saçaklı Mühendislik” belgesellerini en-iyi-saatte (prime-time) yayınlarken, Japon Parlamentosunda siyasiler, saçaklı mantığın anlamı tartışıyorlar. Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. O yıllarda küresel bilgisayar pazarı, yaklaşık 200 milyar dolardı. Fuzzy Japonlar, daha o yıllarda pazarın yüzde birine hakimdiler. Ve yarış daha yeni başlıyor, denmesine karşın Körfez krizinde “fuzzy” füzelerin deneme mahiyetinde kullanıldıklarından söz ediliyor. 

Özetle, Schrödinger’in kedisinde sembolleşen Yeni Fizik ve onun türevleri Kaos Pradigması ve Saçaklı Mantık’ın, insanlığı siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden, kesin yargıların kabalığından, dayatmasından kurtaracağı söyleniyor. Dünyada yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım veya ölçü olmadığının idrakı, düşünce biçimimizin radikal bir değişime uğrayacağının habercisi. İkinci Aydınlanma Çağı, Demokritus’un parçacıklarına karşına Buda’nın “bütüncül” dünya görüşünü yerleştiriyor. 

Alev Alatlı

Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken

Modern sanayi uygarlığı dünyayı ateşe vermenin eşiğinde. Toplumsal oluşumların ve toplulukların kökünün kurutulması, insani müştereklerin bağımlı olduğu canlı yeryüzü¨-sisteminin yok edilmesiyle iç içe geçmiş durumda. Artık kapitalizmin en son, “yakıp yıkma” safhasındayız. Askeri bağlamda bu tabir, yenilmiş bir halkın veya yaklaşan bir ordunun faydalanmasını engellemek için hayati kaynakların imha edilmesi anlamına gelir. Daha genel anlamdaysa, bereketli bölgelerin çoraklaştırılıp yenilenme kapasitesini yitirmesine karşılık gelir. Sudan mahrum bırakılmış nehirleri ve yeraltı suları zehirlenmiş havası kirlenmiş toprağı kuraklık ve kimyasal tarımla mahvedilmiş kavrulmuş bir dünya demektir.

Yakıp yıkma kapitalizmi, grup ve toplulukların kendi kendilerini geçindirmesine, kendi kendini yönetmesine veya birbirlerine destek olmasına imkân veren ne varsa imha eder. Bu durum madencilik, ormansızlaştırma ve zehirli atık yığma yoluyla yaşanması imkânsız çorak alanlar ve yoksulların umutsuz iç sürgünler haline geldiği şehirler yaratılan Küresel Güney’de son derece şiddetli yaşanıyor. Hesaplanarak düşük seviyede tutulan savaş hali veya uyuşturucu kartelleri arasındaki çatışmalar, bir zamanlar sivil toplumu andıran her şeyin ortadan kalkmasına neden oluyor…

Bunun karşısında “toplum karşıtı aygıtlara” kul köle olmaktan kurtulma ve pasiflik ile yalıtılmışlığı yeni dayanışma biçimlerine dönüştürme konusunda birliğin ve ortak eylemliliklerin benzersiz bir gücü olduğunu söyleyebiliriz.

Gezegenimizde yaşanabilir, müşterek bir gelecek olacaksa, fişi çekilip 7/24 kapitalizmin dünya-yıkıcı sistem ve operasyonlarıyla bağlantısı koparılmış, çevrimdışı bir gelecek olacak. Dünyadan geriye her ne kalacaksa, bugün içinde yaşadığımız haliyle şebeke, etrafımızı saran enkazın marjinal, kırık dökük bir parçası haline gelecek orada ve yeni topluluklar, insanların kafa kafaya vererek geliştireceği tasarımlar doğacaksa eğer, ancak bu enkaz üzerinde doğacak. Talihimiz yaver giderse, kısa ömürlü bir dijital çağ yerini işbirliği yaparak yaşamanın ve geçinmenin hem eski hem de yeni yollarına dayalı melez bir maddi kültüre bırakmış olacak. Toplumsal ve çevresel yıkımın yoğunlaştıkça yoğunlaştığı şu sıralarda, her düzeyde internet kompleksinin gölgesinde kalan gündelik hayatın belli bir onarılamazlık ve zehirlenmişlik eşiğini çoktan geçtiğinin gittikçe daha çok farkına varılıyor. Gittikçe artan sayıda insan biliyor ya da seziyor bunu; zararlı sonuçlarını sessiz sedasız sineye çekenler onlar çünkü. Halkın kullandığı dijital araç ve hizmetler her yerde ulusaşırı şirketlerin, istihbarat teşkilatlarının, suç kartellerinin ve sosyopat milyarder seçkinlerin iktidarına tabi. Bütün dünya ahalisine dayatılan internet kompleksi, bu ahalinin çoğu için iptila, yalnızlık, boş umutlar, zulüm, psikoz, borçluluk, ziyan edilmiş hayatlar, aşınmış bellekler ve toplumsal çözülme yaratan amansız bir makinedir. İnternetin zararları ve toplumkırıcı (sociocidal) etkileri yanında o ağızlara sakız edilen faydalarının esamisi bile okunmaz, hepsi tali kalır.

İnternet kompleksi, 7/24 kapitalizmin o hesaba gelmez devasa erişim alanından ve küresel ölçekte biriktirme, kaynak çıkarma, dolaşıma sokma, üretme, taşıma ve inşa etme çılgınlığından ayrılamaz hale gelmiştir. Çevrimiçi işlemlerin neredeyse bütün özellikleri, yaşanabilir ve adil bir dünya kurma imkânına düşman davranışları tetiklemektedir. Dijital ağların yapay olarak imal edilmiş iştahlarla daha da körüklenen hızı ve heryerdeliği, elde etme, sahip olma, göz koyma, haset etme ve kıskanmanın tartışılmaz önceliğini en üst düzeye çıkarır; bütün bunlar da dünyayı, yenilenme veya toparlanma imkânı bulamadan durmaksızın işleyen, kendi ısısından ve atıklarından boğulma raddesine gelmiş dünyayı daha da çürütür. Tekno-modernistlerin dev bir yenilik, icat ve maddi ilerleme şantiyesi olarak gezegen rüyası, kendine hâlâ savunucular, mazur-bulucular bulabiliyor. Mebzul miktardaki “yenilenebilir” enerji proje ve endüstrilerinin çoğu da işlerin mutat şekilde yürümesini, o mahvedici tüketim, rekabet ve artan eşitsizlik örüntülerinin muhafaza edilebilmesini sağlayacak şekilde tasarlanıyor. Yeşil Yeni Sözleşme (Green New Deal) gibi piyasa güdümlü tasarılar abes denecek ölçüde işe yaramaz, çünkü 7/24 kapitalizmin körüklediği manasız ekonomik faaliyetlerin genişlemesine, gereksiz elektrik enerjisi kullanımlarına veya küresel kaynak çıkarma (madencilik vs.) sanayilerine son vermek için şalter indirmek gibi bir dertleri yok.

Kitap Üzerine Yorumlar:

İnternetli dünyanın kapitalizme hizmet eden özellikler taşıdığını savunan Crary, egemen güçlerin kontrolündeki internetin başta bilgi tekeli olmak üzere sermayenin küreselleşmesine ve tek-tip insan yaratmaya hizmet ettiğini belirtiyor. Kitabın hemen girişinde Phillippe Sollers’ten bir alıntı yapan yazar, onun sözlerini kitabının ana fikri haline getirmiş: “Gece oldu ve başka bir dünya doğmakta. Haşin, sinik, kara cahil, hafızasız, akla ihtiyaç duymadan dönen bir dünya…”

Bunca bilginin yağmur gibi üzerimize aktığı bir enformasyon ortamında hem hafızasız ve hem de cahil kalmak asıl korkunç olan durum. İnternetin asıl ve gerçek olduğu yanılgısı içindeki toplumlar, bu ortamın özgür olduğunu sanıyorlar. Ama değil.

Jonathan Crary her şeyin internetle yönetildiği evrene “internet kompleksi” adını veriyor ve şu tespiti yapıyor: “Bütün dünya ahalisine dayatılan internet kompleksi, bu ahalinin çoğu için iptila, yalnızlık, boş umutlar, zulüm, psikoz, borçluluk, ziyan edilmiş hayatlar, aşınmış bellekler ve toplumsal çözülme yaratan amansız bir makinedir.”

Crary, internetli dünyanın toplumlar üzerinde kırıcı bir etki yaptığını yani onları pasifleştirdiğini, bu durumun özellikle otoriter devletlerin işine geldiğini kaydediyor. Üstelik sadece otoriterliği beslemekle kalmıyor, küreselleşme adı verilen iştah açıcı bir dünya pazarının en önemli enstrümanı da internettir. Bu özelliğiyle sanal ve yekvücut olmuş dünya birbirine bağlı telefonlar ve bilgisayarlarla finansal kapitalizmin hizmetindedir.

Dijital dünyaya hizmet için üretilen her şeyin doğal dengeyi bozduğunu ileri sürüyor Crary. Elektrikli otomobiller için gereken lityumun, rüzgar türbinleri için gereken neodimin, dijital aygıt ve ağlar için gereken nikelin, molibdenin ve diğer tüm madenlerin çıkarılması için dünyanın yakılıp yıkıldığını belirtiyor. Örnek olarak Peru’da faaliyet gösteren bir Çin şirketinin maden çıkarmak için 4 bin 500 metre yüksekliğindeki Toromocho Dağı’nı dümdüz ettiğini gösteriyor. İnternetin sürekliliği için 8 milyarlık gezegenin kesintisiz elektriğe ihtiyaç duyduğunu, karbon salınımının en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu ifade ediyor. Kitaptan okuyalım: “İnternetin finansallaştırılmasının, bünyesi gereği, gezegenin ısınması ve altyapıda yaşanan çöküşlerin doğurduğu çeşitli etkiler yüzünden zaten sendeleyen ve tehdit altında olan, pamuk ipliğine bağlı bir dünya ekonomisine bağımlı olduğu konusunda neredeyse hiçbir şey söylenmemektedir.”

Modern sanayi uygarlığının dünyayı ateşe attığını yazan Crary, kapitalizmin son safhasında olduğumuzu, bundan sonraki aşamanın ölümcül olacağını vurguluyor. Tıpkı kısa sürede hiçbir işe yaramaz hale gelen dijital araç-gereçler gibi insanoğlu da çok yakında bir kenara atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Başta özgür bir ortam sunan internetin artık tamamen devletlerin kontrolü altında olduğunu ve hiç kimseye ve hiçbir topluluğa özgürlük sunmadığını aktaran Jonathan Crary, sosyal medyanın insanı pasifize eden etkileri yüzünden üzerinde yeniden düşünülmesi gereken bir araç olduğunun altını çiziyor: “Gösteriler, protestolar, yürüyüşler yapılıyor yapılmasına ama aynı anda dijital hayatın atomize edici ayrışmalarına tekrar gömülünüyor. Eylem sırasında tomurcuklanır gibi olan bağlar yok olup gidiyor.”

Çürütülemeyecek bir hakikatı şöyle vurguluyor yazar: “Sosyal medyada devrimci özne yoktur.”

Jonathan Crary bir sanat tarihi profesörü ve editör. Edward Said’in öğrencisi. Lisans eğitimini ve doktorasını Columbia Üniversitesi’nde tamamlamış. Halen hem kendi okulunda hem de başka üniversitelerde dersler veriyor.

Dijital çağın sakıncalarını ve kapitalist evrimin sonrasında neler olacağına odaklandığı bu kitabı Tuncay Birkan’ın başarılı çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıktı.

Dijitalleşmeye, internetin yarattığı sosyal dönüşümlere ve bu dönüşümlerin yarattığı sakıncalara merak salanların okumasında yarar var.

***

7/24 kitabıyla Türkiye’de geniş okur kitlesine ulaşan anti-kapitalist düşünür Jonathan Crary, bu kez Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken maruz kaldığımız dijital ve sosyal hava durumunun kötümser, ancak gelecek uğruna hayli gerçekçi bir özetini sunuyor.

Metis Edebiyatdışı serisinden çıkan kitap, sözde ekolojistlere, burjuva yalakası naylon aydınlara ve can çekişen kapitalizmin ürettiği ‘yeni’ ama tamamen uyduruk kuşaklara karşı da çetin bir uyarı niteliğinde

Tembel ve kibirli dünyanın ‘Yapay Zekâ’yı her şey ve herkesten sorumlu kıldığı şu günlerde, Metis Yayınları’nın ‘Edebiyat Dışı’ serisine de Tuncay Birkan Türkçesiyle popüler olduğu kadar okunası bir çalışma katıldı. Serinin gedikli okurlarının, “7/24 – Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu” başlıklı, Nedim Çatlı çevirisiyle tanıdığı Jonathan Crary’nin Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken üst başlıklı kitabı, bu kez de bizi “Dijital Çağdan Kapitalizm Sonrası Dünyaya” hazırlama gayesinin meyvesi olarak raflardaki yerini koruyor.

Özgün hali 2022 Verso etiketli, Türkçeye Nisan 2023’te kazandırılan kitap, oldukça kötümser, ancak gerçekçi bir manzara üretiyor. Crary’nin kitabı, sosyolojiyi kitlesel bir ‘Adli Tıp’ aygıtı olarak kullanarak, sürekli kıyafet değiştiren anlık kıyametlerin detaylı analizlerini yaparak, okuru yeni kıyamet balolarına soğukkanlı bir kalemle hazırlamayı başarıyor. Tom Verlaine’in “Yok, Kıyamet deme…” sözüyle açılışını yapan, bölümleri boyunca dünyaya iz bırakmış nice isyankâr aydının özdeyişleriyle çerçevelenen yapıt, okura Jean-Luc Godard ve Guy Debord ile randevularının mutluluğunu tattırırken, onlara çatır çatır eleştirisini de sakınmıyor. Örneğin Crary, düşünür, toplum kuramcısı Elena Pulcini’nin (s.18) tabiriyle bizlerin ne gibi bir “narsisist hissizliği”ne kapıldığımızı belirtirken, Debord’un daha 1980’lerin sonlarında “…medyanın kullanım biçimlerinin yaygaracı ve sonsuz bir anlamsızlığı garanti ettiğini” (s.19) tekrarlıyor. Bizi önümüze boşaltılan dijital ağların şirketlerce denetlenen bilgi tekelleri konusunda dürtükleyen eser, esasen ‘teknoloji okuryazarlığı’ denen unsurun, alışveriş, oyun, dizi bağımlılığı ve parasallaşan diğer benzerleri için ne tür bir örtmece tabir olduğunu da mümkün mertebe harfi harfine (s.31) haykırıyor.

Bu sırada alanın piri Frederic Jameson’u da atlamadan, “Modernleşme süreci tamamlanıp, doğa geri dönmemek üzere gittiğinde, elinizde kalan şeydir postmodernizm…” diyen (s.48) kitap, kapitalist aygıt hakkındaki acil tespiti ise şöyle yapıyor:

“…’tercih oluşumunun sinirsel temelleri’ni araştırmak uğruna harcanan milyonların haddi hesabı yok. Bir sözde-sosyoloji, kaçınılmaz olarak kitleselleşmesi istenen homojen tüketim görevlerini tanımlamak için, kuşaklar (X Kuşağı, Z kuşağı vs.) icat ediyor. Gelgelelim, Küresel Güney’le başka yerlerin yoksullaştırılan bölgelerinde gençler kemer sıkma ekonomisi, borçluluk, kıtlık ve devlet terörü yoluyla daha farklı ve daha acımasız mahrumiyetlere tabi kılınıyorlar.

Burada söz konusu olan yetişkinliğe geçişin bir program gözetilerek hızlandırılması değil, uyanık geçirilen zamanın çoğunun, sınıflardaki bilgisayarlar, telefonlardaki sosyal medya, oyunlar ve diğer hareketli görüntüler tarafından kaplanması…” (s.55)

Jonathan Crary’nin kitabında okurun kitabın sayfalarında kaybolmamak adına ellerinden tuttuğu güçlü iki unsur bulunuyor: Kuşku ve farkındalık, kitabın okunma hızını artırıyor. Ama Crary, meslektaşlarının müthiş tespitlerine yaslandığı kitabında yine, okuru, özellikle de yeni kuşakları art arda uyarılarıyla, birer can simidi fırlatır gibi sarıp, sarmalıyor: “…Gençler, filozof Hans Jonas’ın ‘dünyayı ilk kez yeni gözlerle görmek’ diye tarif ettiği, vicdanın ve empatinin doğmasını mümkün kılan duyumsal hayret deneyimine ulaşamayacak biçimde kapatılıyorlar.” (s.56)

İnternetin, ‘Pasifik Okyanusu’ndaki devasa çöp alanının muadili’ olduğunu bağıran (s.57) yazar, şu harika beyanda da bulunmayı unutmuyor: “Sözde bilgi ekonomisinin en önde gelen başarılarından biri, cehalet, aptallık ve nefretin seri üretimidir.” (s.58)

Başta da andığımız gibi, ‘yapay zekâ’nın ürettiği krizlerin yeni yeni farkına vardığımız şu günlerde, Crary’nin kitabında dillendirdiği şu uyarı da, yine bu satıra kadar saydıklarımızla kendini yarıştırır bir açıklık içeriyor: “Teknoloji, insan üretkenliğini çoğaltmak yerine, onun ‘yerine geçince’, kapitalizm sonuna yaklaşır.”

Kitabında İnternet ve dijital kapitalizm refakatiyle “düşüncenin sahipsizleştirilmesi ve eskiden içsellik ve irade olarak görülen şeyin buharlaşması” (s.77) üzerine altı çizilesi bir uyarıda bulunan yazar, bu arada, kimi aydınların, bilim adamlarının da, ekolojik tehlikeler karşısında büyük şirket ve ordularla girdikleri suç ortaklığının kamuflajı için nasıl kullanıldıklarını da yüzümüze vuruyor. “Böyle korkakça yağcılık yapmak, sağcıların cehalet sevgileri kadar zararlıdır. Batı biliminin sınırlarına ve başarısızlıklarına yöneltilen hacimli ve çok yönlü eleştiri görünmez, ağza alınmaz kılındı. Bu esaslı eleştirel düşünce birikimine katkıda bulunanlar arasında, son yüzyılın, hatta daha uzun bir sürenin en izanlı filozofları, bilim insanları, feministleri, aktivistleri ve toplumsal düşünürlerinin bazıları bulunuyor.” (s.82)

Jonathan Crary, dobralığını kendi vicdanıyla sınadığı bu eylem hisli gürültülü çalışmasında, bununla da kalmayarak, adeta burjuvazi paçasında sırıtkan bir tavırla gezinen “yüzeyde kozmopolit sınıf”a da, bilhassa dikkat çekiyor: “…İtaatkãr bağlılık ile duyguları veya empatiyi küçümsemenin kendilerine çeşitli nimetler kazandıracağının farkında olan bu yüzeyde kozmopolit sınıf, en tepedeki seçkinlerle kulluğa benzer bir ilişki kurar. Dünyanın belli başlı şehirlerinin, aşırı zenginliğin şatafatını kent mekânının fiziksel dokusuna işleyecek şekilde yeniden inşa edilmesi de, kişinin bu güzide ortamlarla kurduğu hayali ilişkiyi büyütmeye hizmet ettiğinden, bu hürmetkârlığı daha da güçlendirir.” (s.101)

Netice yerine, bir bölümünün girişinde Alexander Kluge’un “Toplumumuz çözülürken, kamusal alan ile mahremiyet alanı aynı anda dumura uğruyor,” diyerek (s.113) bizi İnternet ‘kültürü’ ve ürettiği post-kapitalist tehditlere karşı ‘bağıra çağıra’ uyaran Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken kitabı, bir kitaptan ziyade, sokakta elinize tutuşturulan ‘kitap biçiminde bir manifesto’ hızıyla okunuyor. Kamusal ve bireysel alanın, soyut ve somut çıkar odaklarınca çoktan ele geçirildiğini, verdiği art arda örneklerle acil ve tutarlı kılan, duvara asılacak ömürlük özdeyişleriyle soğukkanlılığını yitirmeden okur lehine sayfalarını eriten kitap, asıl sınavını ise hemen her kitapta olduğu gibi, kendisini okuduktan sonra okurun alacağı tavırla veriyor.

***

”Evet, gece oldu ve başka bir dünya doğuyor. Sert, alaycı, okuma yazma bilmeyen, unutkan, sebepsiz dönen… Yayılmış, düzleştirilmiş, sanki perspektif ve kaçış noktası ortadan kalkmış gibi… Ve garip olan şu ki, bu dünyanın yaşayan ölüleri önceki dünyaya dayanıyor.”

Philippe Sollers

Çalış, tüket ve sergile… Yaşamımızın yeni döngüsü artık. Zaman ise farklı adlarla hayatımızı gasp ediyor. Çalışma zamanı, tüketim zamanı, pazarlama zamanı… En kötüsü ise tüm bu zamanların boş zamanımızın üzerine çöreklenmiş olması… Amerikalı akademisyen Jonathan Crary de 7/24 çalışan bir toplum haline geldiğimizi (getirildiğimizi) ve boş zamanlarımızda bile aktif olmamızın istendiğini söylüyor Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken adlı kitabında. 1967’de ‘Gösteri Toplumu’ adlı eserinde “gösteri”yi, insanları izin verilen bir dizi rutinin tuzağına düşürmeyi amaçlayan sosyo-kültürel-ekonomik güçler ağının adı olarak tanımlamıştı Guy Debord. Bugün bu ağlar o kadar çok gelişti ve yaygınlaştı ki… Gelecek yeni cihazları nasıl satın alacağımız ve hayatımızı nasıl bunlara göre inşa edeceğimiz üzerine indirgendi. Metalara ve insanlara sürekli erişim sağlamakla övünen bir dünyadayız artık. Ve günümüz kapitalizminin eskisinden daha fazla paraya ihtiyacı var.

Geçmişe göre daha modern evlerde ve daha çok çeşitliliğin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Oysa gerçekte… Sıkışık yerleşim yerlerinde kötü beslenmiş sağlıksız, doğadan kopuk, birlikte yaşama ve dayanışma ruhumuz körelmiş durumdayız. Kapitalizm ise eskisinden çok daha sert davranıyor bize. Geçmişteki tüm sömürü sistemlerinden gelen yoksulluklardan ve aşağılanmalardan bile daha fazla… Bizler de ne sahip olduğumuz teknolojik aletleri çok uzun saatler ve düşük ücretlerle çalışarak üreten o emekçi kesimini… Ne sahip olma dürtümüzle sürekli çalışmaya zorlandığımız ve borçlanan hayatlarımızı… Ne de kesintisiz bir üretim ve tüketim için kaynak çıkartırken dünyaya verdiğimiz hasarları sorguluyoruz.

Sürekli hikâyeler anlatıp duruyoruz fakat o hikâyelerin öznesi değiliz. Elimizde tutunabilir hiç bir şey yok… Anılarımız bile bulut sistemlerinin içinde uzayda salınım halinde. Eşitsiz ilişkiler ağındaki bu eşitsiz toplumda bolluk algısıyla yaşamaya devam ederken bizleri gözetleyen neyi yapıp neyi yapmamız gerektiğini söyleyen o akıllı teknolojiler hayatımızın başköşesini işgal ediyor. Günümüz endüstrisi kendi rahatlığı için çeşitli nedenlerle(ki bu nedenlerin yaratıcıları da onlar) kendi bölgelerinden uzağa taşınan insanları köklerinden kopmuş kendileri için tasarlanan dünyanın içine sokuluyor. En kötüsü de bu insanların bunu kendi rahatlıkları için olduğuna inanmaları… Bu çağ hem toplumsal parçalanmanın hem de çevresel çöküşün çağı… Bizler de onun çevrim içi hizmetkârları… Ve bu çağı uzatmak uğruna gezegenimizi kapitalizm yamyamına teslim etmeye devam ediyoruz. 1955’de Aime Cesaire’ın Avrupa sömürgeciliği ile ilgili tespitleri hala geçerliliğini koruyor. “Onlar ilerlemeden tedavi edilen hastalıklardan, inşa edilen otoyollardan, geliştirilen hayat standartlarından bahsediyorlar bana. Bense özleri boşaltılmış toplumlardan, ayaklar altında çiğnenen kültürlerden, tahrip edilen kurumlardan, yok edilen dinlerden, imha edilen sanat eserlerinden, silinip giden imkânlardan bahsediyorum.”

Tarih boyunca peşine düştüğümüz o amaç ve hedefler… Artık seçtiğimiz amaç ve hedefler olmaktan çoktan çıktı. Bugün hayatımızı kolaylaştırmak için yaptığımız her şey… Yaşanabilir hayat sahamızı her geçen gün daha fazla kirletiyor. Ve yaptığımız yeniliğin süreklilik istediğine inandırıldığımız için de ihtiyacımızdan fazla kaynak tüketiyoruz. Duraklamadan işleyen, yenilenme veya toparlanma olasılığı olmayan, ısısı ve israfıyla boğulan bir dünya burası… Yaratılan dijital ağlar ise bağımlılığın, yalnızlığın, boş umutların, hafızanın aşınmasının ve toplumsal parçalanmanın amansız motoru… Gezegenimizi iklim değişikliği gibi büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Bu çağın patronları bu tehlikeyi ya önemsemiyor, ya da önemsermiş gibi gözüktüklerinde ise gerçekçi çözümler üretmiyorlar. Elektrikli arabaların iklim değişikliğine çözüm olduğunu söylüyorlar fakat bunun için gereken kaynağın dünyaya vereceği zarardan hiç bahsetmiyorlar. Siyaset artık bu çağın akıllı teknolojileri tarafından belirleniyor. Yapılan anketler ve yaptıkları algı yönetimiyle halk uyuşturuluyor. Özgürlük alanı diye sunulan dijital platformlarda biz de tepkilerimizi dile getirdiğimizi zannediyoruz. Oysa… Sadece kendimizi avutuyoruz. Burada devrimci özneye yer yok çünkü. ’Twitter kullanmıyorum artık Threads kullanıyorum.’ Zuckerberg ve Elon Musk’ın ideolojileri düşünmemize ket vurarak pürüzsüz yüzeyler istiyor tüm diğer ideolojiler gibi… Bu sistemin devamlılığı tepkilerin kontrol altına alınmasına bağlı… Bilinçli yaşamak için yola çıkan, varoluşunu arayan o insana ne oldu peki? Tarih boyunca aklıyla övünen… O şimdi… İcat ettiği aletlere akıllı diyor.

Ya geleceği bırakacağımız gençlerimiz? Onlar ise siyasi eylemlilikten uzak, teknolojik uyum ve tüketim taleplerinin yığını altında ezilmiş durumda. Ya ekonomik sıkışmışlığın içinde iş bulamayıp, emeğin sömürdüğü düzende harcanıyorlar. Ya da nasıl kısa sürede para kazanabileceklerini kafalarına dolduran sistemlerle, ağın içine katılıp düzenin devamına yardımcı oluyorlar. Ana akım medyada bize sunulan o mutlu gezegen… Nedense büyük çoğunluğumuza gülümsemiyor. ‘Dünya biziz, her şey güzel olacak’ deniliyor sürekli… Gerçek hiç de öyle değil… Teknoloji okuryazarlığı eğitimleri okullarımıza ders olarak konuluyor. Aslında alışveriş yapma, oyun oynama, dizilerin bölümlerini peş peşe seyretme ve diğer parasallaştırılmış davranışları kazandırmak için ortaya atılan örtmece bir tabir bu Cary’e göre. Kısaca yapılan her şey bu sistemin işleyişinin devamı üzerine kurgulu. Ve hiçbir şey bizim yararımız düşünülerek yapılmıyor. Facebook kurucusu Zuckerberg bile Instagram’da paylaştığı aile fotoğrafında çocuklarının yüzlerini kapatırken kendi tasarladığı sosyal ağların gizlilik politikasına güvenmediğini gösteriyor. Ya bizler… Birbirimize bağımlı olmadığımızı, hayatlarımızın özerk yöneticileri olduğumuzu zannediyor; ilişkilerimizi, çevrimiçi hesaplarımızı nasıl kontrol ediyorsak öyle idare edebileceğimiz inancını taşıyoruz. Ve bir avuç tirana hizmet etmek için yaratılmış bu sahte dünyada art arda takılan görüntüler arasında gezinirken her şeyi silip süpürüyoruz. Doyumsuzluk oburuyuz her birimiz. Ve ulus ötesi şirketler tarafından tasarlanan ve yönetilen sistemlerle hayatlarımızı sürdürebileceğimize inancını devam ettiriyoruz.

Dijital teknolojiyi aynı şekilde kullanmaya devam edebileceğimize inanmak… Çok tehlikeli bir fantezi. Tüm bu teknolojileri eleştirsek de(ki çoğumuz bunu yapmıyoruz) bunları üreten şirketler bizi ‘teknolojiye karşı’ olmakla suçluyor. Bu teknolojilerin dünyada kalmak için zorunlu olduğunu ve sürekli bir şimdiki zaman olan, bir gelecek fikrini kabul etmemizi istiyorlar. ”İnternetin hâkim olmadığı bir dünya kurmak demek, her şeyi değiştirmek demek olacaktır.” Ha şunu bileydiniz!

O nefes alıp veren, içindeki her şeyi ruhunun ritmik nabzıyla birleştiren gezegenimiz… Onu duyarsızlığımızla çoktan ölüme terk ettik. Ama unuttuğumuz ve göz ardı ettiğimiz bir şey var ki… Onun ölümü bizim de sonumuz olacak… Artık yapısal değişikliklere ihtiyacımız var. Hem de hemen… Bir an önce farklı yaşam biçimleri hayal etmek zorundayız. Eğer bunu yapamazsak bu çağın ortaya çıkardığı en büyük sorun olan iklim değişikliği zaten sonumuz olacak. Yapmamız gereken şey çok basit oysa… Yaşanan zamanı zaman olarak iadesini istemek ve kolektif ihtiyaçlarımızı yeniden keşfetmek… Bunu yapabilmek için öncelikle birbirimizle bağ kurmanın, birbirimize dokunmanın sıcaklığını yeniden hissetmek zorundayız. İnsan olmamızı sağlayan unuttuğumuz o duygularımızın… Anlayacağınız fabrika ayarlarına geri dönmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor. Eğer bunu yapmazsak (yapamazsak) kendi kendimizin azmettiricisi olarak hepimiz bu dünyanın katili olacağız.

”Bağımsız özerk kendilik olarak hayattır vazgeçilen.’Bağımsız özerk kendilik olarak hayattır vazgeçilen.

Böylece özne kendini, kendisine yabancı varoluşsal güçlere teslim eder.”

Ludwig Binswanger

ANADOLU MAYASI

Anadolu mayası’ kavramlaştırması ile neyi kastediyorsunuz?

İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini

bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya, esastır, özdür. Mayasını, aslını esasını bilen, gönlüne

gelen, gönlüne çalınan kelamı bilen kendini bilir. Kendini bilmenin insan olmanın esası mayadır.

Anadolu maya demek öz demek. Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile

kastedilen Anadol u’ya Türkistan’dan gelen kelam’dır.

Bu kelam Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır. Bu kelam olmadan

beşerden insan olarak bahsedemeyiz. Anadolu’nun esası özü bu mayadır. Mayadır ne yapar.

Nasıl yoğurt yaparız. Mesela yoğurdun bir mayası vardır. Sütü uygun koşullarda ısıtır ve maya

çalarız. Maya çalındığı şeyi, sütü dönüştürür neye, yoğurda dönüştürür. Yani çalınan şeyin

kimliğini değiştirir. Kimlik nasıl değişir. Özünü değiştirir. Özünü değiştirmek yoluyla değiştirdiği

şeye birlik verir. O birlik itibariyle mayalanmış şey, dönüşmüş bir şeydir. Esası özü de o

dönüşmüş şeyin ona çalınan mayadır.

Kültür ile maya arasındaki fark nedir?

Mesela yoğurt mayalamakla, ıspanak ekmek arasında bir ayrım yaparak anlatabiliriz. Ziraat,

tarla kültürüdür. Kültürel örnek vermek istersek bunun güzel örneklerinden birisi ziraattir.

Tarlaya mesela ıspanak tohumu ekeriz. Uygun koşullarda bu tohumlar yeşerir, ıspanak olur.

Ispanakları devşiririz. Devşirmediklerimiz, tohumlarını verir. Vakti zamanı gelince de bunlar ölür

veya tarladan söker alırız. Bu süreç bir kültür sürecidir. Bu süreç itibariyle bir kimlik değişmesi

ortaya çıkmaz. Tarla tarla olarak kalır. Ispanağın tarlada yetişmesi yetiştiği ortamı dönüştürmez.

Ona yeni bir kimlik vermez. Kültürü kabaca ifade edersek, esasa, öze dair bir kimlik oluşturmaz.

Halbuki maya öyle değildir. Süte yoğurt mayası çaldığımızda ve tuttuğunda yoğurt olarak

dönüşmüştür artık geriye süt kalmaz. Sütün kimliği değişmiştir. Başka bir şey olmuştur. Maya bu

itibarla çalındığı şeyi dönüştürür. Ama nasıl dönüştürür? Farklı farklı şeyler olarak değil, birlik

vererek. Mesela inek sütünü, keçi sütünü karıştırıp mayalarsak ortaya çıkan yoğurt keçi, inek,

koyun yoğurdu değildir. Bir tek yoğurttur. Birliği de bu şekilde düşünebiliriz. Ama kültürde bu

manada bir birlik düşünemeyiz. Kültür daha ziyade dışsal koşullarla alakalıdır. Dışsal

değişimlerle alakalıdır. Maya içle alakalıdır. Asıl maya ile kültür arasındaki asli fark da budur.

Mayanın içe mahsus olması, kültürün dışa mahsus olması. Bu bakımdan Greko-Latin-Kilise

dediğimiz diyarın esası dışa mahsustur. Anadolu’nun esası ise içe mahsustur.

Cümle varlığın birliği ve beraberliğidir Anadolu mayasının esası? Değil mi?

Çünkü Anadolu mayasının esası Türkistan’dan gelen kelamdır. Kelam söz değildir. Önce bu

ayrımı dikkatli bir şekilde yapmamız gerekiyor. Söz, konuştuğumuz dile, lisana mahsustur.

Fikirdir, düşünceye mahsustur. Düşünceye bağlıdır. Halbuki kelam gönle mahsustur. Gönül

işidir. Mahalli gönüldür. Gönülde gelir, gönüle iner. Fikrin, düşüncenin, sözün, dilin mahalli

zihindir. Buradaki ayrım gönül ve zihin ayrımı olmuş oluyor.

Kelam ve söz ayrımı önemlidir. Kelam ve söz ayrımını anlamadan mayanın ne olduğunu

anlayamayız. Ne olduğunu anlamadan da insanın ne olduğunu bilemeyiz. Bu bakımdan ayrımı

dikkatle yapmamız gerekiyor. Demin onu söyledim. Söz dile mahsustur, düşünceye mahsustur,

kelam gönüle mahsustur. Ancak bizim anladığımız manada dilsel unsur değildir kelam. Kelam

cevherdir de diyebiliriz ama bunu dikkatli şekilde açmamız gerekir. Bu da çetin bir meseledir.

Anadolu’yu mayalayan ‘kelam’ın kaynağının Türkistan olduğunu söylüyorsunuz…

Kelam, Anadolu’ya mahsustur. Kelamın, Anadolu mayasının kaynağı Türkistan’dır.

Türkistan’da Yesi’de yetişmiş, büyümüş bir yüce insana mahsustur. Bu kelamın kaynağı kadim

demde hatem olan kelamdır. Yani ilk demde son olan kelamdır. Bu itibarla araya başka bir

safha koyamayız. Kelamdan bu şekilde bahsetmez isek, kelamı esas, asıl, öz, cevher olarak

düşünemeyiz. Dolayısıyla kadim demde hatem olan kelam, kadim demde hatem olana

mahsustur. Ona aittir. Ona gelmiştir ve söz olarak o söylemiştir. Bu itibarla esası bakımından

herhangi bir sosyolojik unsura da tabi değildir. Kelamın sosyolojik hiçbir yanı yoktur. Kelamı biz

beşeriyetin herhangi bir safhasına bağlamak istersek, kelamın esasına uymayan şeyler

söylemiş oluruz. Kelam zamana tabi değildir. Aksine zamanın tamamını kuşatır. Yani diyemeyiz

ki kelam şu tarihte geldi. O tarihte söylenen kelamın sözüdür. Tarihe bağlı olan kelam ile alakalı

sözdür. Onu kadim demde hatem olan söz olarak telaffuz etmiştir. Söz olarak telaffuz etmesi de

sadece ona mahsustur. Bu sebeple, kelamın sözünü, kelamın sahibinin telaffuz ettiği tarihe

bağlayabiliriz. Ama kelam zamana bağlanamaz. Bu bakımdan da kelamdan kadim demde

hatem olan kelam diye bahsederiz. Ne önceki bulunur ne sonrası bulunur. Bu şekilde de

söyleyebiliriz. Bu bakımdan beşerin düşünmek ve söylemek yoluyla idrakinin ötesindedir kelam.

Çünkü beşerin sözü ve söylemi zamana tabidir. Zamanın kaydı altında şekillenir. Oysa kelamı

bu manada bir kaydın altına alamayız. Alır isek o zaman kelam olmaktan çıkartırız. Tabi bunun

çok sıklıkla yapıldığını ve Aristoteles’in etkisinde yüzyıllar boyunca, demin anlattığım manada

kelama büyük zararlar verildiğini görüyoruz. Ayrıntılı olarak da açabiliriz, anlatabiliriz. Bu

bakımdan söz zamanın kaydı altındadır. Düşünceye ve idrake bağlıdır. Kelam bunların hiçbirinin

kaydı altında değildir. Ve sadece sahibine mahsustur. Kelamın sözünü kelamın mahalli söyler.

Kelam kime gelmiş ise eksiksiz olarak o sözü teşkil eden söze, dile döken kelamın mahallidir bu

anlamda.

Mahal ile yer farklıdır. Yer, herhangi bir şeye mahsus değildir. Bir yerde sandalye vardır,

sandalyeyi oradan alırsınız oraya bir masa yerleştirirsiniz. Dolayısıyla yer yerleştirilene tabi bir

şey olarak düşünülemez. Halbuki mahal, kelama tabidir. Yani kelamın indiği yere bir başka şey

yerleştiremezsiniz. Sadece kelama mahsustur. Onu oradan aldım, yerine bunu koydum

diyemezsiniz. Bunun da anlamı şudur. Kadim ve hatem olan sahibidir kelamın, anlamı budur.

Batı dediğimiz şeyin esası iki dildir : Biri Grekçedir, öbürü Grekçedeki kavramların geliştirilmesi

ve genişletilmesi sonucunda oluşturulan Latincedir. Bu iki dilde konuşanların, yazanların,

düşünenlerin, söyleyenlerin ürünlerinin kiliseyle çerçevelenmesi, kiliseyle zarflanması ki buna

Greko-Latin-Kilise diyarı demekteyiz. Bu diyarın esası fikriyattır. Sözdür. Bu diyarda kelam

bulunmaz. Halbuki Anadolu’nun esası mayadır yani kelamdır. Yani Greko-Latin-kilise

diyarındaki, bol bol düşünür, bol bol konuşur yazar, çizer ama özü yoktur. Anadolu’da

mayalanan konuşursa çok az konuşur, söylerse çok az söyler. Çoğu defa hiç söylemez. Ama

özü vardır. Aradaki fark bu şekilde anlatılabilir.

Batı insanı ile Anadolu insanını kıyaslar mısınız?

Batıda insan yoktur. İnsan olmak için özünü kelam kılmak gerekir. Kelamdan doğmak

gerekir. Ana hatlarıyla söylersek iki doğuş düşünebiliriz. Birisi biyolojik doğuştur ana babadan doğuş.

Öbürü de maya itibariyle söylersek asli doğuştur, kelamdan doğmaktır yani insan olmaktır.

Kelamdan doğmayan Anadolu anlamında insan olamaz. Yani eli vardır, ayağı vardır kaşı gözü

vardır ama bu öz itibariyle insan olmak demek değildir. Öz itibariyle insan olmak demek özünü

kelama bağlamak demektir. Kelamdan doğmak demektir. Batıda bu anlamda ne öz vardır,

batıdan kastettiğim tekrar söyleyeyim Greko-Latin-Kilise diyarında ne bu anlamda öz vardır ne

de Anadolu’daki anlamında insan vardır. İnsan Anadolu’ya mahsustur. İnsan olmanın esası kelam ile mayalanmaktır. Bu Anadolu’dadır. Benzeri başka hiçbir diyarda bulunmaz. Anadolu’ya mahsus bir iştir.

Nasrettin Hoca’nın göle maya çalmasının anlamı nedir?

Nasrettin Hoca kelam ile Anadolu’yu mayalayanlardandır ama anlayabilene, ama

mayalanabilene. Hem güleriz hem mayalanırız. Yani Nasrettin Hoca’nın sözünü gönlüne maya

edebilen elbette ki Anadolu’da mayalanır. Hoca’nın işi de budur.

Nasrettin Hoca düşünce ile gönül arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Anadolu gönül

üzerinden yürür. Nasrettin Hoca’nın yaptığı gündelik hayatın içinden gelen manzaralar yoluyla

kelama mahsus hakikati anlatmaktadır. Güldürmek tarafından. Ağlatmak yoluyla da olur.

Merkebe niye ters biner. Gösterir. Görün bakın der. Merkep sizin düşüncenize benzer. Siz

düşündüğünüzde aynen merkebe ters binmiş biri gibi gidersiniz önünüzü görmezsiniz sadece

katettiğiniz yolu görürsünüz, etrafı göremezsiniz. Düşünce böyle çalışır ama gönül başka türlü

çalışır. Gönlün esası farklıdır. Düşüncenin esası farklıdır. Gönül söze gelmez. Düşünceye

kapalıdır. Yani düşünmek yoluyla, dil yoluyla analitik olarak gönlü açamazsınız. Eğer bunu

açmak mümkün olsaydı, Greko-Latin-Kilise diyarının düşünürleri, mütefekkirleri Anadolu’ya

gönül ehli olurlardı. Oysa bu manada hiçbir mütefekkir Anadolu’ya gönül ehli değildir. Çünkü

düşünmek yoluyla, analiz yoluyla, rasyonalite yoluyla hakikati çerçeveleyemezsiniz. Kelamı

kuşatamazsınız, zaptedemezsiniz o anlamda.

Dil nedir?

Teologyanın Esasları kitabımda anlattım dilin ne olduğunu. Dilin ne olduğunu dile bakarak

açamazsınız. Dilin ne olduğunu anlayabilmek için nazariyata bakmak gerekir. Nazariyat nedir

sorusunun cevabını aramak gerekir. Dil bu itibarla bakacak olursak nazariyattan düşenin

seyretmek aracıdır. Dil bir seyretme işidir, manzara seyretme işidir.

Türkçe şunun için önemlidir. Türkçe kimliğimizin omurgasıdır. Sebebi, Türkistan’dan gelen

kelam Türkçe gelmiştir. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Türkistan’dan

Türkçe gelen kelam, kadim demde hatem olan kelamın Türkçe’ye tercümesi, tefsiri meali olarak

düşünülemez. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kelamın gönlünde açıldığı yüce insana

mahsustur. Kadim demde hatem olan kelamdır ve Türkçe olarak açılmıştır. Bu tefsir değildir,

tercüme değildir, meal değildir. Ve bu açıdan da Anadolu kimliğinin esasıdır. Anadolu kimliğinin

omurgasının Türkçe olması etnografik bir düşünce şekli olarak düşünülemez.

Kelamın etnografyayla hiçbir alakası yoktur. Irkla, cinsle hiçbir alakası yoktur. Kelam geneldir. Umuma

mahsustur. Herhangi bir ayrım gözeterek kelam inmemiştir. Ancak açılışı Türkçe’dir. Bu kelamı

Anadolu’da Türkçe ifade edenler doğup yaşamışlardır. Bu kelamın Türkçe olarak açılmış

olması, tercüme yoluyla asla ve esasa bağlanabilecek bir husus da değildir. Bunu rasyonel

olarak, analitik olarak, bir dil analizi yaparak çözümleme yaparak aslına geri götüremezsiniz.

Bir yapı nasıl esere dönüşür?

Yapıyla kastettiğimiz herhangi bir manada malzemenin birbirine bağlanmasıdır. Bir bireşim

içerisinde ürüne dönüştürülmesidir. Bu manada; bir evden, bir besteden, bir edebi metinden, bir

matematik teoreminden bir mantık teorisinden birer yapı olarak söz edebiliriz. Kastettiğimiz ise

insandan gelen izdir. Dolayısıyla soru şunu sormaktadır. Bağlanmış malzeme ile insandan

gelen arasındaki fark nedir? İnsandan gelen iz ile kastedilen gönüle mahsus olandır. Yani kelam

ile, maya ile, öz ile alakalı olandır. Siz bir malzemeyi diyelim, taşı, tuğlayı, demiri statik hesaplar

yaparak doğru bir şekilde yapıya dönüştürebilirsiniz. Bu yapının kendi parçaları itibariyle

tanımlanan, içi vardır, dışı vardır. Kendi parçaları itibariyle zemini vardır. Duvarları vardır ancak

yapının doğru, kurallara uygun şekilde yapılmış olması bunun eser olması anlamına gelmez.

Mesela gotik mimariyi düşünelim. Gotik mimaride unsurlar malzeme olarak ustaca birbirine

bağlanmıştır ve bir bütünlük tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bir yapıdır ama ortaya çıkanın bir eser

olabilmesi için- demin söylediğimiz- iç-dış ayrımının giderilmiş olması gerekir. Esere

dönüşebilmesi için yapının aşılması gerekir. Yapının aşılması demek, yapı üzerinden yapıyı

kuranın gönlüne temas edilmesi demektir. Mimar Sinan’ın bir eserini seyrederken siz Mimar

Sinan ile birlikte olduğunuzu hissederseniz. O yapının ne içi, ne dışı kalır ortada, taş da kalmaz

ortaya bir eser çıkar. Yani ustanın gönlünden gelen iz çıkar. Bu tarzda bir ayrım

Greko-Latin-Kilise diyarına mahsus estetik kuramlarında bulamayız. Çünkü o diyara mahsus

estetik kuramlarının esası özetle söylersek subjektif hissiyattır. Yani sizde uyandırdığı beğeni

duygusudur. Sizde ne ölçüde duygulara yol açtığıdır. Halbuki eserin bu manada duyguyla bir

alakası yoktur. Eser bir görüştür. O izin görüşüdür.

Kelamın olmadığı yerde eser olmaz. Eser, insanın olduğu yerde vardır. İnsan kelamın olduğu

yerde vardır. Her ne yerdir ki orada kelam yoktur, orada insan da yoktur. İnsanın olmadığı yerde

usta da yoktur, ustanın olmadığı yerde gönülden gelen iz olarak düşündüğümüz eser de

bulunmaz. O sebeple Batıda yani Greko-Latin-Kilise diyarında seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz bu

manada eser değildir. Yani şu vardır Batıdaki yapı kurallarına uygun yapılmıştır. Yani

müzikolojinin kurallarına, harmoninin kurallarına, mimarinin, estetik anlayışın, simetri kurallarına

uygun bir şekilde inşa yapılır. Ancak bunların hiçbirisi yapıyı esere dönüştürmez. Yapının

düzgün, doğru, sağlam bir yapı olmasını temin eder. Ama bunların hiçbirisi eser için yeter şart

değildir. Bir yapının eser olabilmesi demin dediğim şartlara bağlıdır.

Kelamın olmadığı yerde insan olmaz, insanın olmadığı yerde usta olmaz, ustanın

olmadığı yerde de eser olmaz.

Eser Anadolu’ya mahsustur. Greko-Latin-Kilise diyarında eser yoktur. Düzgün yapılar

vardır ama o düzgün yapılar kastettiğimiz manada eser değildir.

Mimar Sinan’ın bu kadar muhteşem eserler yapmasının sebebi nedir? Mimar Sinan Anadolu’da

mayalanmıştır. Mimar Sinan bir insandır. Mayası olan, kelamdan gelen bir insandır. Ve büyük

bir ustadır. Bu iki özellik yoluyla eser ortaya koymuştur. Eser ortaya kaymak, bir yapıyı kurallara

uygun şekilde inşa etmek demek değildir. Siz bir yapı inşa edebilirsiniz. Düzgün bir yapı olarak

ortaya koyarsınız. Bu matematikte bir teorem olabilir, mantıkta bir teori olabilir. Bir ikametgah,

bir ibadethane, bir şiir olabilir. Bağlamak birlik vermek değildir. Esere dönüşenin birliği vardır.

Birliğin kaynağı da kelamdır. Kelam olmadan yapıya, yani bağlanmış malzemeye birlik vermek

mümkün değildir. Birliğin kaynağı o yapıyı kuran ustanın kelam ile olan alakasıdır. Burada

subjektif duyguların falan hiçbir etkisi yoktur. Ne zaman ki o birliği verir ve o çokluk tekliğe

indirgenir ve siz o teklik içinde farkları kaldırırsınız ortada ne iç kalır, ne dış kalır Mesela Mimar

Sinan’ın Şemsi Paşa Camiinde ne iç vardır ne dış vardır. Ne deniz vardır, ne kara vardır.

Hepsiyle bir bütündür. Bir birliktir. Baktığınızda her şeyiyle bir tek görürsünüz. Şemsi Paşa’yı

çeker ordan alırsanız Üsküdar’ı bitirirsiniz. Yani sanki yaratılıştan o orda imiştir. Eser odur. Ama

yapı, yapı öyle değildir.

Tefsir nedir?

8., 9. yüzyıldan itibaren başlayan bir fikri faaliyet alanı değildir. En az birkaç bin yıllık geçmişi

vardır. Bu itibarla bir diyara mahsusen tefsiri düşünemeyiz. İkincisi belli bir zamana mahsus

olarak düşünemeyiz. Ama tefsirden bahsettiğimizde kastedilen düşünceye bağlı bir açma

faaliyetidir. Anadolu mayasında anlattığım şekliyle, özetle birkaç cümleyle söyleyecek olursam

tefsir, yerden mahalle giden yolu düşünce esasında arama faaliyetidir. Yani sözün mekanından

kelamın mekanına düşünmek yoluyla bir geçiş aramaktır. Böyle bir geçiş imkanı maalesef

bulunmaz. Eğer bulunsaydı o zaman kelama gerek kalmazdı. O zaman Greko-Latin-Kilise

diyarının mütefekkirleri Anadolu’ya kelam ehli olurdu. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu

ilahiyatçılara çok kötü dokunuyor ama ne yapayım. Yani tefsirin esası özü budur. Yer ile mahal

arasındaki farkı düşünce yoluyla gidermek faaliyetidir. Bu çok genel bir ifade şeklidir. Yani hem

Greko-Latin-Kilise diyarındaki felsefe fikriyatı kuşatır, hem kabalayı kuşatır, hem daha sonraki

dini metinleri ve teolojiyi kuşatır. Özü budur tefsirin.

Anadolunun mayalanması Anadolu’da yaşamış kavimlere ait kültürlerin antropolojik sentezi

olamaz.

Kelam ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelam. Ve her daim bizatihi

kendisidir. Her daim bizatihi kendisi olan ve zamanın kaydı altına girmeyen hiç bir şekilde bir

başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur. O

doğduğu şekliyledir. O doğduğu ahvalindedir ve hep öyle kalır. Yani, sabittir, tek bir şeydir.

Kendisiyle hep aynıdır. Bu itibarla Anadolu’dan birçok kavimler geçmiştir binlerce yıl boyunca.

Bu binlerce yılın geriye bıraktıkları vardır. Bu geriye bırakılanlar sentezlenmiştir. Terkibe

girmiştir. Genişlemesine yol açmıştır Anadolu’daki kavimlerin. Sonra gelen önce gelenden bazı

şeyleri miras olarak almıştır. Ama bu miras olarak alınanların hiçbiri kelam değildir. Senteze tabi

olan, zamana tabi olan değişmeye, dönüşmeye tabi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır.

Kelam kültür değildir. Aksi takdirde kelamın inmesinden önceye mahsusen kelamın izini

bulabilmemiz gerekirdi. Böyle bir izin bulunmasından bahsedemeyiz. Dolayısıyla bir an vardır. O

iniş anıdır. O geliş anıdır. Doğuş anıdır ve onun ne öncesi o anda kayıtlıdır ve mevcuttur ne de

o an doğan önceden bir şey almıştır. Farklı bir yerden gelmiştir. Böyle söyleyelim, teşbih olsun

diye.

Endülüs mayasının uğradığı kırımla, Anadolu mayasının karşılaştığı yok olma, yok edilme

tehlikesi aynı mıdır?

Aynıdır tabi. Endülüs’te bir maya var idi. Ve modernitenin başlatılması, Endülüs mayasının o

topraklardan çıkartılmasına bağlanmıştır. Ve o mayayı ayakta tutanlara bir kırım uygulanmıştır.

Ve o Kırım’ı uygulayanlar Greko-Latin-Kilise diyarıdır. Aynı kırımı Anadolu’ya da uygulamak

istiyorlar. Çünkü Greko-Latin-Kilise diyarının bekası Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok

edilmesine bağlıdır. Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Kendi haliyle kendi

ahvaline göre. Anadolu mayası yok edilirse Greko-Latin-Kilise diyarı sökülüp atılmış olduğu bu

coğrafyaya yeniden gelecektir. Papa bunun için gelmiştir. Burası benim diyarım demek için

gelmiştir Anadolu’ya. Ve ne yazık ki, Papanın yanında konuşanlar ve Anadolu’yu temsil etmek

durumunda olanlar gereken şeylerin asgarisini dahi söyleyememişlerdir. Papa sadece onun için

gelmiştir. Anadolu kilisenin yeşertildiği coğrafyadır. Türklerin öncesinde. Onun için söylemiş ima

etmiştir kendisi de. Burası benim ikinci vatanım demiştir. İnşallah bunları muhakkak idrak

edenler, görenler vardır ve buna göre davranacaklardır. Arabistan’daki Vahabiler Anadolu’da da

damar sürmüştür. Vahabiliğin esasıyla kilisenin esası aynıdır. Esas iktidardır. Başka hiçbir esas

yoktur. Ve bu iktidar esasında ele geçirmektir. Hükümran olmaktır. Tabi Vahabiyle kastettiğimiz

teoloji açısından söyleyecek olursak geniş anlamda Sodom ve Gomore’yi kastederiz.

Kadim demde hatem olan kelamın söze döküldüğü ki, o zamanın kaydı altındadır. Tarih

öncesinde Arabistan’da yaşamış olup da dökülen sözün şartlarına dış kabuk esasında uyup,

ama sözü dökülüş öncesi itibariyle kendi esaslarını muhafaza edenlerdir Vahabiler. Dolayısıyla

davranış ve kabuk bakımından siz zannedersiniz ki söze dökülen kelamın gereğini esasını

yerine getirirler. Bu böyle değildir.

Modernleşme mayayı ne ölçüde etkilemiştir?

Batılılaşma, modernleşme mayayı hiçbir şekilde etkilememiştir. Nasıl etkilesin ki. Batılılaşma,

modernleşme zemini esası fikriyat olan, söz olan kültür olan bir faaliyetten ibarettir. Değişkendir.

Kılık değiştirir. Ancak, kelam öyle değildir. Kelam etkilenmez. Ama terk eder gider. Onun için

dikkat etmek gerekiyor. Anadolu’yu terk etmesin diye.

Kitabın sonunda bundan kısmen bahsettim. Eğer sözü ağırlıklı hale getirirsek, fikriyatı ağırlıklı

hale getirirsek kendi öz kimliğimizi, kendi esasımızı, kendi öz mayamızı açamaz isek, bilemez

isek, birliğimizi bozar isek o zaman kelam bu coğrafyada durmaz, buradan gider. Ama kelamın

etkilenmesini düşünemeyiz. Mesela batı yani Grek-Latin-Kilise diyarına mahsur düşünürlerden

Kant diyelim Schopenhauer’i etkilemiştir. Schpenhauer Kant’ı okuyarak, Kant’ı hareket noktası

alarak yeni bir fikriyat geliştirmiştir. Bu fikriyatın bir kısmı Kant’ın söylediklerine uygundur, bir

kısmı ise Kant’ın fikriyatının reddedilmesine dayanır. Dolayısıyla Schaupenhauer üzerinde

Kant’ın etkisinden bahsedebiliriz. Benzer olarak Schopenhauer’ın daha sonraki yıllarda,

günümüze daha yakın dönemlerdeki düşünürler üzerindeki etkilerden de sözedebiliriz. Fikriyat

ve kültür etkileşme içerisinde ilerler ve devam eder. Ancak kelamdan, kelamın etkilenmesi

demek, kelamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi demektir. Böyle bir şey mümkün değildir. Esas

itibariyle mümkün değildir. Kelama temas edemezsiniz ki onu değiştirebilesiniz. Etkilediğiniz ve

değiştirdiğinizi zannedebileceğiniz şey ancak kelamın belli bir kültür içerisindeki tezahürüne

mahsus unsurlardır. Bizatihi kelamın kendisi değildir. Kelamdan hiçbir şey çıkartamazsınız,

nokta dahi ekleyemezsiniz. Öyledir, o kadardır, sabittir, zamanın kaydı altında değildir. Ve

sadece inene mahsustur. Fikir konuşanlara mahsustur. Aktarabilirsiniz. Ama bu manada kelamı

bir fikir olarak aktaramazsınız. Düşünerek fikir oluştururusunuz. O fikri savunursunuz. Bazıları

kabul eder, bazıları etmez, bazıları kısmen kabul eder ama düşünerek kelam oluşturamazsınız.

Düşünmek yoluyla dolayısıyla dil esasında kelam tesis edemezsiniz. Kelamın sözü vardır.

Kelamın sözünü sadece kelamın sahibi söyler. Ve sadece ve sadece o sözü dinleriz veya

okuruz. Ama ona ne bir şey katabiliriz ne ondan bir şey eksiltebiliriz. Ne de onun üzerinde bir

muhakemede bulunabiliriz. Çünkü kelamın sözü üzerinde muhakemede bulunmak demek bir

şekilde o söze katmak, eklemek demektir. Halbuki kelamın sözüne katmak eklemek yapabilecek

olan kelamın sahibidir. Dolayısıyla neresinden bakarsak bakalım kelam etkilenmez. Kelam

etkiye tabi bir şey değildir. Fikir etkilenir. Düşünce etkilenir,. Ama kelam mahiyeti itibariyle

etkilenecek bir şey değildir.

Kelamın olmadığı yerde insan da olmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz.

Dolayısıyla bir Batı medeniyetinden söz edemeyiz. Bunlar hep afaki, hayali fikirlerdir Batı

medeniyeti diye. Medeniyet insana mahsustur. İnsanın olduğu coğrafyaya mahsustur. Bu

manada batıda insan bahsetme imkanımız bulunmaz. Kimin insanından bahsedeceğiz.

Kilisenin insanından mı? Kilisenin insanı mı vardır? Dante’nin insanı mı vardır? Niçe’nin

insanı mı vardır? Batı insansızdır. Bizim anladığımız manada insan teşkil olunamamıştır.

Yığın vardır. Batının bireyi yığınsaldır. Yığının bir unsurudur. Halbuki Anadolu’nun bireyi

ferttir. Ferdi bireydir. Sebep, Grek-Latin-Kilise diyarındaki bireyin dayanağı yığının

esaslarıdır. Yani kilisedir. Anadolu’daki ferdi bireyin dayanağı Türkistan’dan gelen

kelamdır. Yani bizatihi kendi özüdür, kendi esasıdır. Yığına dayanılarak ferdi birey

olunmaz. Ferdi birey olunmadan insan olunmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet

olmaz. Medeniyet Anadolu’ya mahsustur. Teknoloji ile medeniyeti karıştırmamak gerekir.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesinin yolu nedir?

Kelamdan doğan insan ne kendisine acı verir ne de başkasına. İnsan olan için cümle yaratılmış

birdir. Kurdun, kuşun, böceğin, otun, çöpün ötekiler bir, ayrı gayrı söz konusu değildir ama insan

olan için. Biyolojik olarak doğarak insan olunmaz. İnsan olmak için Anadolu’da Türkistan’dan

gelen kelamdan doğmak gerekir. Türkistan’dan gelen kelamdan doğarsanız Anadolu’ya insan

olursunuz, Anadolu’da mayalanırsınız o vakit cümle varlığın birliği nedir o yolla anlarsınız. Ama

bu düşünerek, analiz yapılarak, muhakemeye tabi kılınarak anlaşılacak bir şey değildir. Olsaydı

Batıda görürdük Greg-Latin-Kilise diyarında görürdük böyle bir şey söz konusu değildir.

Medeniyet içindeki kriz nedir? Bundan çıkmanın yolları nelerdir?

Anadolu mayası bir krizle karşı karşıya değildir. Kelamın krizi olmaz. Kriz topluma mahsustur.

Bireye mahsustur. Bu krizin esası da kimliğin doğru şekilde açılamamasıdır. Anadolu Türk

Kimliğinin esaslarının ortaya konamamasıdır ve Anadoludaki bireyin Grek-Latin-Kilise diyarına

teba yapılmak istenmesidir. Toplumun krizi buradan kaynaklanmaktadır. Bu krizi aşmanın yolu

da okumaktır, çalışmaktır, dil öğrenmektir. Esaretten kurtulmaktır. Bireysel özgürlüğü

kazanmaktır. Doğru düzgün düşünmeyi öğrenmektir. Alınteri dökmektir. Ama teba olmak

değildir. Grek-Latin Kilise diyarının tebası değiliz. Eğer o yöne saparsak kelam Anadolu’dan

gider, o zaman Anadolu yok olur. Anadoluyu Anadolu yapan Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu

kelamın burada kalması da mayalanmaya bağlıdır. Kim ki mayalanır o kelamı sağlam tutar.

Mayalanma düşünme, öğrenme, konuşma değildir. Mayadan doğmaktır.

Sadece Batı değil, Arabistan kimliğine dönerseniz de kendi kimliğinizi yok edersiniz. Bu tek

taraflı değildir. Anadolu Türk Kimliğinin esası ne Arabistan kültürüdür ne de Grek-Latin-Kilise

diyarıdır. Kendi özümüzü, kendi mayamızı açabildiğimiz takdirde bunu görürüz. Bunu

gördüğümüzde anlarız ki, ne Arap kültüründe ne Grek-Latin-Kilise diyarında bizim esasımıza

dair herhangi bir şey bulunmaz. Kadim demde hatem olan kelam Arap kültürüne mahsus

değildir. Aksi takdirde kelamın belli bir döneme ait olduğunu söylemiş oluruz. Bunu söylersek

kelamı göndereni inkar etmiş oluruz. Çünkü kelam kainattadır. Ne belli bir zamana ne belli bir

zümreyedir. Sözdeki açılış itibariyle öyleymiş gibi görünür cevher olması cihetinden durum

farklıdır. Zamanın kaydı altına girer o zaman da cevher olmaktan çıkar yani kelam olamaz.

Dolayısıyla kelam olabilmenin şartı, genelidir, umumadır. Hiç bir ayrım gözetmeden. Aksi halde

kelam olmaz.

Arap kültürüyle alakalı değildir Anadolu’daki Türk kimliği, yani Anadolu Mayası (bu herhangi bir

düşmanlık değildir) Çünkü Türkistan’dan gelen kelamın esası birliktir. Varlığın birliğidir

dolayısıyla ayrı gayrı yoktur. Arap dünyasını da Grek-Latin-Kilise diyarını da ayrı gayrı tutmaz.

Grek-Latin-Kilise diyarı kendi varlığının devam edebilmesi için düşmanlık eder. Kelam ile

mayalananın kelamın indiğiyle bir düşmanlığı olabilir mi? Olamaz. Esası birliktir. Ama

Grek-Latin-kilise diyarında kelam bulunmaz. Esası fikriyattır. Kilisedir. Bu itibarla da kendini

dönüştürebilecek olan şeye can düşmanlığı eder. Bu bakımdan bizim Arap kültürüyle de

alakamız bulunmaz özümüz esasımız aslımız Türkistan’dan gelen kelamdır. Anadolu’da neye

baksak o kelamın izini görürüz. Otunda, çöpünde, kuşun ötüşünde, yağmurunda, karların

eriyişinde bu kelamın izi vardır. Batılı gibi olmak komikliktir. Kayboluş ayağa kalkmayış söz

konusudur. Batının esası esarettir. Anadolu mayasının esası özgürlüktür. Bu özgürlük

parlamentoda kanun çıkartılarak tesis edilen bir özgürlük değildir. Birey olmanın şartıdır ve

hakikati, özü bulmakla alakalıdır. Bu ayrım son derece önemlidir. Anadolu Mayasının esası

özgürlüktür, hürriyettir. Anadolu ferdi bireyi hürdür. Grek-Latin-Kilise diyarının en derin

mütefekkiri daha esarettedir.

Aşk olsun Anadolu’daki mayaya

Aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara

Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara.

Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara

Ve can verenlere ve vereceklere…

Prof.Dr. Yalçın Koç / Sadık Yalsızuçanlar

Gazzâlî yüzünden mi geri kaldık?

Alman asıllı Oryantalist Joseph Schacht “Onbirinci yüzyılın başlarından itibaren, Müslümanların entelektüel hayatında genel bir durgunluğu fark ediyoruz” der. İskoç asıllı Anglikan Papaz Oryantalist Montgomery Watt’a göre de, İmam Gazzâlî (1058-1111) sonrası, özellikle de 1258’de Bağdat’ın Moğollarca istilasından sonra, İslam entelektüel hayatı durağanlaşmıştır.

Oryantalistlerin Gazzâlî söylemi nedense bizde hiç sorgulanmadan kabul edilmiştir. İlginçtir. Gazzâlî’nin İslam entelektüel hayatının sonunu getirdiği tezi hem “Modernist İslamcılar”da hem de Türkiye’deki sol entelijansiyada bir dogma hâline gelmiştir. İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun 28 Şubat sürecinde televizyonlarda Gazzâlî’ye karşı İbn Rüşd savunucuları hâlâ aklımdadır. Zavallı İbn Rüşd’ün Voltaire gibi aydınlanma filozofu falan olduğunu Gazzâlî’nin de bir din âlimi olduğunu sanıyordu. Oysa ki, İbn Rüşd de Maliki fakihi bir din âlimiydi.

Yıllar önce yazdığım gibi “Çağdaş Müslümanlar” karşı karşıya kaldıkları tüm krizleri, geçmişte yaşanmış bir kırılmayla açıklamaya giriştiler. İmam Gazali hazretleri bu kırılma noktasının en belirleyici âlimi oldu. Türk İslam medeniyetinin en temel sorunu yaşadığı çağdaş sorunları bir geleneğe bağlı olarak çözmesi gerekirken, tüm geleneği sorunlu bir alan olarak görmeyi tercih etmesidir. Bu illet Selefi tarih okumasının bariz bir hastalığıdır. Selefi tarih tezi İslam medeniyetinin asr-ı saadetten sonra sürekli kötüye gittiğini varsaymıştır.

Ve maalesef Türk solu da Modernist İslamcılar da bu hastalıkla maluldür. Türk solu ile Modernist İslamcı çizgi bu noktada kesişmektedir. Türk Solu dinden kurtulunca ilerleyeceğini sanır. Bu nedenle dinle bağlarını koparmak ve dinî geleneği fütursuzca eleştirmek aydın olmanın temel şartıdır. Modernist İslamcılar da geleneği aşağıladığı, ondan kurtulduğu zaman daha iyi Müslüman olunacağını zanneder. Birisi aydınlanma adına diğeri de İslam adına geleneğe saldırır.

Her ikisi için de Gazzâlî âdeta bir köşe taşıdır. Neden bu iki farklı ideoloji Oryantalizmin bu tezini bu kadar sahiplenmiştir? Gerçekten İmam Gazzâlî’nin sözde Felsefe eleştirisi İslam medeniyetinin sonunu mu getirmiştir? Bu soruları cevaplandırmadan önce bu iddianın jeopolitik önemini açıklamak isterim…

Dinî meseleler yalnızca dinî hükümleri ilgilendirmez aynı zamanda dinî jeopolitiğimizi de belirler. Özellikle Oryantalist tezlerin büyük çoğunluğu bir gerçeği açıklamaktan daha çok bir tasarım içindir. Buna karşılık vermek ayrıca dinî jeopolitik bir aklı gerektirir.

Oryantalistlerin durgunlaşmayı İmam Gazzâlî hazretleri ile başlatmalarının gerekçesi Gazzâlî midir yoksa Gazzâlî’nin yaşadığı çağ mıdır? Aslında Oryantalistler Gazzâlî’nin ne kadar önemli bir âlim olduğunu kabul ederler. Gazzâlî sonrası İslamın geri kaldığını söyleyen Montgomery Wat aynı zamanda Gazzâlî’nin entelektüel biyografisini yazan adamdır. “Müslüman Aydın Gazali Hakkında Bir Araştırma” adındaki kitabı Türkçeye kazandırılmıştır.

Ne kadar ilginç değil mi? Hem Gazzâlî’yi bir Müslüman aydın diye göklere çıkaracaksın hem de onu İslam’ın geri kalmasından sorumlu tutacaksın. Çünkü asıl mesele Gazzâlî değil, Gazzâlî’nin yaşadığı dönem yani 12. Yüzyıldır.
Şimdi meseleyi yeniden formüle edelim. İslam, Gazzâlî’den sonra geri kaldı demek aslında İslam dünyası 12. Yüzyıldan sonra bitti demektir. Peki 12. Yüzyıldan sonra İslam dünyasında siyasal olarak ne olmuştur? Hâkimiyet kime geçmiştir. Selçuklulara yani Türklere. Demek ki Gazzâlî sonrası İslamın ölüm ilanını vermek Türklerin liderliğinde 19. Yüzyıla kadar devam eden tüm çağları toprağın altına gömmek demektir.

Gerçekten de 20. Yüzyıl’a kadar Gazzâlî’nin veya 12. Yüzyılla birlikte İslam medeniyetinin gelişimini durdurduğuna dair elle tutulur bir iddiaya rastlamıyoruz. Vehhabilerin Osmanlıya isyanıyla birlikte Vehhabi Selefi aydınlar İslam dünyasının geri kalmışlığını Osmanlı’ya fatura etmeye başladılar. Aynı tez daha sonra Oryantalistler ve Arap Milliyetçileri tarafından dile getirildi.

Dolayısıyla Selefiliğin baskın etkisi olarak ortaya çıkan köktenci tarih okuması ve kırılma modeli, İslamdan sapma, bozulma ve gerileme tezleriyle geleneği toptan bir imhaya tabi tutmuştur. Bizden sürekli arkaya bakmamızı, geleneğe sövmemizi isteyenler, değişimin yakın geçmişteki dinamiklerini bilinmez alana hapsederek, çağı eleştirmemizi imkânsız kılmaktadırlar.

Şimdi isterseniz Ian Morris’e kulak verelim. Yazar “Dünyaya Neden Batı Hükmediyor (Şimdilik)” adlı geniş hacimli çalışmasında insanlık tarihini MÖ 3000’den MS 2000’e kadar Batı ve Doğu açısından birçok farklı değişkeni dikkate alarak karşılaştırır. Okuryazarlık, savaşma gücü, enerji kaynaklarının kullanımı, şehirleşme gibi birçok farklı değişkene bakar. Ve sonuç olarak Batı ile Doğu arasındaki rekabetin 1800’lü yıllara kadar az da olsa Doğu lehine olduğunu ve asıl dengenin 18. Yüzyılda değiştiğini söyler. Oysa bizim tartışmadığımız, konuşmadığımız en önemli yüzyıldır bu tarih. 18. Yüzyıldan sonra dünyanın nasıl değiştiği, bu değişime karşı bizim ne yaptığımız, nasıl karşı koyduğumuz ve neleri yapmadığımız belki 11. Yüzyıldan ve gelenekten daha fazla sorgulamayı hak ediyor.

İmam Gazzâlî hazretleri ile İslam dünyasında bilim ve felsefenin sona ermediğinin ikinci delili Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam Uygarlığında Mimari, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp Saatler, Optik, Mineraller, Savaş Tekniği üzerine ciltler dolusu çalışmalarıdır.

Üçüncüsü ise İlmi Etüdler Derneği (İLEM) tarafından yapılan “İslam Bilim ve Düşünce Atlası” adlı çalışmadır. Bu çalışmada 12. Yüzyıl sonrası dönem gerileme değil “yenilenme” dönemi olarak adlandırılmıştır. Bilim tarihi çalışmaları açıkça bu tezin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Burada temel sorun ilerlemenin ve refahın temel itici gücünün hâlâ kültür ve dinin ilahiyata bakan yüzü olduğuna inanılmasıdır. Oysa ilerleme ve refah dinin insana, topluma ve kâinata bakan yüzü ile ilgilidir.

Daron Acemoğlu-James A. Robinson, “Ulusların Düşüşü Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri” adlı kitabında ülkelerin neden yükseldiği ve neden çöktüğünü ele alır. Bu tezlerden biri kültür, zihniyet ile refah arasındaki ilişkidir. Köktenci tarih okumalarının ve Türk İslam medeniyetinde özellikle Weber’in “Kapitalizmin Ruhu ve Protestanlık” eserinin etkisiyle çok fazla öne çıkan bir tezdir. Bu tez hipotez, Batı Avrupa’nın modern sanayi toplumuna dönüşmesinin özünde Reform ve Protestan ahlakının olduğunu ileri süren Alman sosyolog Max Weber’in teorisine dayanır. Bu tezden dolayı bir ara Çin kültürü ve Konfüçyüs öğretilerinin ekonomik gelişmeye müsait olmadığını düşünenler vardı mesela. Şimdiyse Çinli çalışma ahlakı Çin, Hong Kong ve Singapur’daki büyümenin motoru olarak gösterilmekte. Dolayısıyla teoloji ile ilerleme tezi arasında doğrusal bir bağ kurma anlayışı iflas etmiş durumda.

Yazarlara göre kültürel ögeler yani din, ulusal kimlik, etnik köken ya da ahlaki değerler, gidişatın neden basmakalıp devam ettiğini anlamamızda o kadar önemli değil aslında. Kapsayıcı ekonomik ve politik kurumlar, eşit rekabet ortamı ve denetim ilerleme ve refah için çok daha önemli.

1070’te ölen Kadı Sâid el-Endelüsî “Tabakâtü’l-Ümem” adlı eserinde Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” adlı eserinde olduğu gibi milleti diğerinden ayıran ve onu öne çıkaran şey nedir, sorusuna cevap arar. Bunlar ilimle ilgilenip çeşitli bilim ve sanat üretenler ve ilimle ilgilenmeyip bilgi ve sanat üretemeyenler olarak ikiye ayrılır. Said’e göre güvenlik, devlet başkanının teşvik ve himayeleri ile ilmî canlılık arasında doğrusal bir bağ vardır. Bilim ancak huzurun hâkim olduğu güçlü devletlerde, taassuptan uzak yöneticilerin teşvik ve himaye ettiği ortamlarda gelişir. Sonrada ilimde ileri giden Milletlerin tıp, felsefe, matematik, astronomi gibi alanlarda ne yaptıklarını sayar. Görüldüğü gibi Kadı Sâid el-Endelüsî’ye göre sorunu çözenler ve toplumu diğerlerinden daha ileri götürenler bilgi ve bilgiye sahip olanlardır.

Demek ki ne dini ne de geleneği sırtımızdan atarak uzaya gidebiliriz. Aynı şekilde bilimi, düşünceyi, irfanı, sanatı, aklı dışlayan bir dindarlıkla da ilerleyebiliriz. İnsan, kâinat ve tarih Allah’ın kevni âyetleridir. Bu âyetleri okumasını bilen dünyayı yönetir, Sünnetullah budur…

Hilmi Demir

Kuantum fiziği evrenin birliğini ortaya koyuyor

Çoğu insan dünyanın ateş ve sudan, proton ve elektronlara kadar çeşitli ayrımlardan oluştuğunu düşünüyor. Ancak Heinrich Päs, kuantum fiziğinin, Hıristiyanlığın haksız yere kültürümüzden dışladığı kadim evrensel birlik fikrini yeniden canlandırdığını öne sürerek bu fikre karşı çıkıyor.

Modern fizik, genellikle Asya felsefeleri veya dinleriyle ilişkilendirilen, ancak Batı düşüncesine veya bilimsel düşünceye tamamen yabancı olduğu anlaşılan bir fikri yeniden canlandırıyor. Monizm, evrendeki her şeyin bölünmez, kusursuz bir bütünün parçası olduğunu, yani Her Şeyin Bir olduğunu benimser.

Örneğin Hinduizm’in manevi özünü tanımlayan Sanskritçe metinlerden biri olan Upanişadlar’da “Brahma” kavramı, “tüm varlıkları, tüm tanrıları, tüm dünyaları, tüm nefesleri, tüm benlikleri” bir arada tutmak olarak tanımlanır; tıpkı ” tüm tekerlekler bir araba tekerleğinin göbeğinde ve kenarında bir arada tutuluyor. Benzer şekilde Çin Taoizm felsefesi, altıncı yüzyıla göre Tao’yu evreni yaratan ve destekleyen “Bir”, “göklerin ve yerin başlangıcı” ve “sayısız yaratılmışların atası” olarak tanımlar. M.Ö. Çinli bilge Lao-tzu. Benzer fikirler Mahayana ve Zen Budizminde ve çeşitli mistik geleneklerde de mevcuttur.

Tarihe daha yakından bakıldığında monizmin ne yalnızca Asyalılara özgü olduğu, ne de Avrupa ya da bilimsel geleneğe yabancı olduğu ortaya çıkar. Bugün hala her şeyi kapsayan bir birlik fikrinin Amerika, Afrika, Asya veya Okyanusya’daki çoğu yerli dinde ortak olduğunu gözlemleyebiliyoruz; bunlar genellikle kutsal veya manevi bir doğa kavramını benimsiyor – eski Mısır tanrıçası İsis’ten “” temsil ediyor. hayvanlarda, bitkilerde ve kayalarda yaşayan, gök gürültüsü ve depremlerde kendini gösterebilen Kuzeydoğu’nun Büyük Ruhu “Manitou”nun Amerikan Kızılderilileri üzerinden, Kızılderililerin geleneksel dinindeki “lokahi” kavramına kadar her şey olmuş, olmuş ve olacaktır. Hawaiili din filozofu Gwen Griffith-Dickson’a göre “karşıtların birliğini” ve “çeşitli unsurların uyumunu” yansıtan Hawaii Adaları.

Batı Avrupa’da tekçi felsefenin yaygın biçimde gerilemesinde en az bir can alıcı faktör, başta Hıristiyanlık olmak üzere tek tanrılı dinlerin kazandığı baskın ve siyasi roldü.

Avrupa’da, MÖ 6. yüzyıl Yunan filozofu Herakleitos, “her şeyden Bir’den ve Bir’den her şeyden” adlı parçasında monizmi özetlerken, çağdaşı Parmenides “Bir”i yok edilemez, ebedi ve zamansız bir bütün olarak tanımlıyor. Aynı sıralarda, birbirine sıkı sıkıya bağlı bir matematikçi-filozof grubu olan Pisagorcular, “Bir’in her şeyin ilkesi olduğunu” ve “maddenin ve tüm varlıkların ondan var olduğunu” öğrettiler. Bu konuların birçoğu, monizmi akademisinde gizli, yazılı olmayan bir doktrin olarak öğrettiği söylenen Platon’un felsefesinde birleşti. Daha sonra, “Bir”i “aşkın bir biçimde her şey”, “her şeyin kaynağı” veya “Varlığın yaratıcısı” olarak tanımlayan MS üçüncü yüzyıl filozofu Plotinus gibi Neo-Platonistler, Roma İmparatorluğu’nda monist felsefenin savunucuları oldular. . Bilime zıt olanlar dışındaki her şey, Kopernik ve Kepler’e evrendeki uyumları arama konusunda ve Newton’a kendi evrensel çekim yasasını geliştirme konusunda ilham veren, kesin monistik tadıyla Platoncu ve Pisagorcu fikirlerin bir karışımıydı.

Hem Kopernik hem de Kepler öğrencilik günlerinden beri Platoncu filozofları okumuştu. Kopernik, güneş sisteminin güneş merkezli modeli hakkındaki kitabına Platon’un akademisinin sözde sloganından bir alıntıyla başladı ve Kepler, eski bir Pisagorcuyu yeniden canlandırarak gezegensel hızların ilişkilerini tanımlamak için müzik aralıklarını kullanmaya çalıştığında gezegensel hareket yasalarını keşfetti. Marsilio Ficino çevresindeki Floransa’daki Rönesans Platoncuları arasında da popüler olan ve “kürelerin müziği” olarak bilinen motif. Yaklaşık bir yüzyıl sonra Newton, Cambridge Üniversitesi’ndeki eski meslektaşı Platoncu Ralph Cudworth’un çalışmalarından derinden etkilenmişti. Aslında Newton’un notları Platon’a, Pisagor’a ve yerçekiminin bir alegorisi olarak yorumladığı kürelerin müziğine göndermelerle doludur. Newton, antik çağda tanrılaştırılan çeşitli gezegenler, elementler ve fenomenler hakkında şöyle açıklıyor: “Bunların hepsi tek bir şeydir, ancak birçok isim vardır… güçlerini tüm bedenlerde uygulayan tek ve aynı tanrı.”

Eğer Tanrı her yerde olsaydı, inanlının temasa geçmesi için aracı olarak rahiplere ihtiyaç duyulmazdı. Sonuç olarak monizm bir sapkınlık olarak görülmeye başlandı.

Peki Avrupa’da bu güçlü felsefi geleneğin tamamen unutulmasına neden olan ne oldu? Peki neden modern bilimden monist felsefenin yeniden canlanmasını bekleyebiliriz? Batı Avrupa’da tekçi felsefenin yaygın biçimde gerilemesinde en az bir can alıcı faktör, başta Hıristiyanlık olmak üzere tek tanrılı dinlerin kazandığı baskın ve siyasi roldü.

Antik çağın sonlarına gelindiğinde Platonculuk, Roma imparatorluğunun baskın dünya görüşü olmak için Hıristiyanlıkla rekabete girdi. Hıristiyanlık galip geldi ancak evrenin Tanrı ile özdeşleştirildiği “panteizm” veya “panenteizm” olarak reenkarnasyonlarında monist fikirleri miras aldı. Bu kavramlar Hippo’lu St. Augustine ve Areopagite Dionysius’un eserlerinde detaylandırılmıştır. Ancak Hıristiyanlık tek başına monizmden faydalanmadı. Adını Pers peygamberi Mani’den alan “Maniheizm”, tekçiliğe oldukça karşı bir dünya görüşünü savunur, dünyanın iyiyle kötünün destansı bir mücadelesinin içinde olduğunu iddia eder. Maniheizm ve benzeri felsefeler sayesinde melekler ve şeytanlar, Tanrı ve şeytan, cennet ve cehennem gibi “dualistik” kavramlar Hıristiyan inançları arasında önemli bir yer edinmiştir.

Konstantin değişiminde Hıristiyanlık, Roma imparatorluğunun devlet dini ve dolayısıyla bir politika meselesi haline geldi. Bundan sonraki yüzyıllarda siyaset dini etkileyecek, din felsefeyi şekillendirecek, felsefe bilime zarar verecektir. Sonuçta, Tanrı kavramı olarak her şeyi kapsayan bir birlik, din adamlarının tekelini tehdit ediyor. Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerde Tanrı, dışarıdan yönettiği dünyadan farklı olarak anlaşılır. Aslında, eğer Tanrı her yerde olsaydı, inanlının temasa geçmesi için aracı olarak hiçbir rahip kadrosuna ihtiyaç duyulmazdı. Sonuç olarak monizm bir sapkınlık olarak görülmeye başlandı. Ancak nerede ele alınırsa ve izin verilirse versin, “Bir”i düşünmek artık aşkın bir alemle, içe dönüklük ve kaçışla, mistisizmle ve ezoterizmle ilişkilendirilir.

Antik Mısır veya Hindistan günlerinden bu yana, temel birlik veya gerçek doğa, örtülü bir gerçeklik veya tanrıça olarak tasavvur edildi, ancak doğanın tam olarak nasıl gizlenebileceğinin somut mekanizması bir sır olarak kaldı.

Orta Çağ’daki tekçi filozoflar arasında John Scotus Eriugena, Bena’lı Amalric ve Meister Eckhart yer alıyor ve hepsi Tanrı’yı doğal dünyadan ayırmak için mücadele ediyordu. MS 9. yüzyılda, Batı Francia kralı ve Karolenj imparatorluğu Kel Charles’ın imparatoru olan saray dilbilgisi uzmanı Eriugena, “her şeyin katıldığı çok genel bir doğa” ve “Tek Evrensel İlke tarafından yaratılan” hakkında yazmıştı. , ancak kitabı yasaklandı. Yaklaşık 300 yıl sonra Bena’lı Amalric “her şey birdir ve her şey Tanrı’dır” diye öğrettiğinde kınandı, kalıntıları kutsal olmayan bir yere atılmak üzere mezarından çıkarıldı ve takipçilerinden on tanesi yakıldı. Paris’teki hissesi. Başka bir elli yıl sonra, Dominiken Tarikatı’nda yüksek rütbeli bir keşiş ve ilahiyatçı olan Meister Eckhart şu vaazı verdi: “Tanrı. . . gizli birliğinde Birdir” ve “her şeye akar.” Bir papalık boğası onun şeytan tarafından baştan çıkarıldığını belirledi.

Her şey ancak Rönesans tüm hızıyla devam ettiğinde değişti. Batı’da kaybolan ancak Konstantinopolis ve İslam dünyasında varlığını sürdüren orijinal antik kitaplar, Bağdat ve Konstantinopolis’in Moğollar ve Türkler tarafından fethinden ve İber yarımadasının Araplardan Reconquista tarafından fethinden sonra mülteciler tarafından Batı Avrupa’ya yeniden tanıtıldı. Kaybolan ve ele geçirilen bu kitaplar, Rönesans’ı ve sonrasında sanat ve bilimdeki patlamayı başlatmada önemli bir rol oynadı ve kilise yetkililerinin de ilgisini çeken bir hayranlık uyandırdı. 15. yüzyılda Alman filozof Cusa’lı Nicholas şunu ilan edebildi: “Tanrı en basit Özdür. . . tüm dünyanın veya evrenin” ve hâlâ Katolik kilisesinde kariyer yapıyor, kardinal oluyor ve hatta Roma’da papanın vekili oluyor. Ve Floransa’da zengin bankacı Cosimo de’ Medici, doktoru Marsilio Ficino’yu Platon’un ve Plotinus’un tüm eserlerini Latince’ye çevirmesi için görevlendirdi. Ficino’nun etrafındaki, aralarında Cosimo’nun torunu “Muhteşem” Lorenzo’nun ve Sandro Botticelli ve Michelangelo gibi dahi ressamların da bulunduğu akademisyenler çevresi, Rönesans düşüncesine tekçi felsefe aşılayan yeni bir Platoncu akademiyle karşılaştırılmıştı. Sonuç olarak, daha sonra Newton, Goethe, Romantizm ve Einstein’ı etkileyen Giordano Bruno, Ralph Cudworth ve Spinoza’nın yazılarında “Birlik” kavramı karşımıza çıkıyor.

Ancak monizmin parlak dönemi uzun sürmedi. Fundamentalizmin ve Karşı-Reformasyonun yükselişiyle birlikte din ve siyaset yeniden daha baskıcı ve ikici hale geldi. 1600 yılında, “Her şey”in “bir tek” olduğunu ve “her şeyi kendi içinde içerdiğini” yazan Giordano Bruno, Roma’da kazığa bağlanarak yakıldı. Ve ilerlemenin ivmesi Engizisyonun baskısındaki güney Avrupa’dan liberal Amsterdam’da bile uzaklaşırken, “Tanrı”yı ve “doğayı” tek, ebedi ve zorunlu olarak var olan bir töz olarak tanımlayan filozof Baruch Spinoza en sert yasağa maruz kaldı. Sefarad Yahudi cemaati tarafından şimdiye kadar telaffuz edilmişti. Henüz 18. yüzyılın başlarında, “Tanrı, dünya ve doğanın tek bir şey olduğunu” ilan eden öğrenci Thomas Aikenhead, Edinburgh’da küfür nedeniyle asılmıştı. Alman şair ve bilge Goethe, filozof Friedrich Schelling ve Romantikler 19. yüzyılda Spinoza’nın felsefesini yeniden canlandırdıklarında, bu durum ısı, buhar, elektrik, karmaşık sistemler ve Johann Wilhelm Ritter gibi yaşamın kökeni gibi olgular üzerinde çalışan bilim adamlarına ilham kaynağı oldu. UV radyasyonunu ve şarj edilebilir pili keşfeden, elektromanyetizma ilkesini keşfeden Hans Christian Ørsted, Michael Faraday, Alexander von Humboldt, Charles Darwin veya Ernst Haeckel. Evreni “aynı zamanda hem Tanrı hem de Doğa olan tek bir töz” olarak tasavvur etmede Spinoza’yı takip eden Haeckel, kendisini monist bir “antipop” olarak ilan ettirmiştir. Öte yandan, yaratıcı öznenin nesnel gerçeklere göre önceliğini vurgulayan Romantiklerin inancı, tekçiliğin ezoterizmle ilişkilendirilmesini sağlayan alternatif gerçekleri ve sahte bilimi teşvik eden bir gelişmeyi destekliyordu.

Ve tabii ki, din ve tarihsel gelişmelerin yanı sıra, monizm felsefesi, eğer “her şey bir ise”, dünyayı neden bir şeylerin çoğulluğu olarak deneyimlediğimizi ya da Cusa’lı Nicholas’ın sözleriyle, “ nasıl oluyor da şeylerin birliği veya evren çoğulluk içinde var oluyor ve bunun tersine çoğulluk da… birlik içinde var oluyor”. Eriugena’nın “natura creans” veya Spinoza’nın “natura naturans” olarak adlandırdığı monistik temel, her gün karşılaştığımız “natura creata” veya “natura naturata” değildir. Antik Mısır veya Hindistan günlerinden bu yana, temel birlik veya gerçek doğa, örtülü bir gerçeklik veya tanrıça olarak tasavvur edildi, ancak doğanın tam olarak nasıl gizlenebileceğinin somut mekanizması bir sır olarak kaldı.

Kuantum mekaniğine, nükleer enerjinin arkasındaki fiziğe, bilgisayarlara, güneş pillerine ve MRI tarayıcılarına girin. Kuantum mekaniği, hem monist felsefeyi haklı çıkarabilecek hem de onun en büyük sorununu çözebilecek birbiriyle ilişkili iki süreçle birlikte gelir. Bu süreçlerden ilki, yaklaşık 80 yıl önce Einstein ve çalışma arkadaşları tarafından işaret edilen ve 2022 Nobel Fizik Ödülü’nün konusu olan dolaşıklık olarak biliniyor. Dolanıklık, kuantum sistemlerde nesnelerin nasıl tamamen ve bütünüyle birleştiğini ve artık alt sistemlerinin özellikleri hakkında hiçbir şey söylemenin mümkün olmadığını anlatıyor.

Bu fenomen, kuantum nesnelerinin dalgalar tarafından tanımlandığı ve çeşitli bireysel dalga modellerinin, genel bir sonuç olarak aynı şişmeyi üretmek üzere birleştirilebileceği gerçeğine dayanmaktadır. Örneğin rüzgarsız bir günde okyanusun sakin, camsı yüzeyini düşünürsek ve iki ayrı dalga modelinin üst üste bindirilmesiyle bu düzlemin nasıl oluşturulabileceğini kendimize sorarsak, sayısız olasılık vardır. Örneğin iki tamamen düz yüzeyin üst üste bindirilmesi yine tamamen düz bir sonuçla sonuçlanacaktır. Diğer bir olasılık, yarım salınım döngüsü kadar kaydırılan iki özdeş dalga modelini üst üste bindirmektir, böylece ilk modelin dalga tepeleri diğerinin dalga çukurlarını yok eder ve bunun tersi de geçerlidir. Benzer şekilde, dolanık bir kuantum sisteminde bileşenleri hakkında spekülasyon yapmanın hiçbir anlamı yoktur. Parçalar tamamen bütünün içinde birleşmiştir.

Genel olarak dolanıklık, farklı kuantum sistemleri etkileşime girdiğinde ortaya çıkar. Bu nedenle tüm evreni dolaşık bir kuantum sistemi olarak düşünmek mantıklıdır. Ve dolanıklık evrene uygulandığında, Herakleitos’un parçasının ilk kısmı olan “her şeyden Bir”i fark eder. Aslında bu, kuantum mekaniğinin doğayla ilgili bir teori olarak ciddiye alınan en bariz yorumudur.

Dolaşıklığın karşılığı “eşevresizlik” olarak bilinir; bu süreç, dolaşmış bir kuantum nesnesinin yalnızca bir kısmı gözlemlenebiliyorsa nasıl görüneceğini açıklayan bir süreçtir. Alman fizikçi Heinz-Dieter Zeh’in 1970’lerde işaret ettiği gibi, gözlemcinin bakış açısından kuantum sistemi paralel gerçekliklerdeki bireysel nesnelerin farklı kümeleri gibi görünüyor. Bu olgu, Goethe’nin arkadaşı şair Friedrich Schiller ile paylaştığı dizelerden birinde oldukça iyi anlatılıyor: “İsis kendini perdesiz gösteriyor, ama insanda katarakt var.” Veya alternatif olarak, Platon’un ünlü Mağara Alegorisi’ndeki mahkumların deneyimlediği gerçek şeylerin gölgeleri gibi, kendi spesifik perspektifimizden gördüğümüz bir nesnenin yansıtılmış görüntüsüne. Tıpkı Platon’un mahkumları gibi, gerçek gerçeklik her şeyi kapsayan bir bütün iken, gördüğümüz şeyin geçici gölgelerini gerçeklik sanıyoruz.

Prof.Heinrich Pas | Heinrich Päs, TU Dortmund Üniversitesi’nde Teorik Fizik Profesörü ve The One: How an Ancient Idea Holds the Future of Physics kitabının yazarıdır.

Gen Tuzakları / Gen Oyunları

Günümüzde gen oyunları yahut gen tuzakları diyebileceğimiz yeni bir tiyatro ulusların gözü önünde sahnelenmektedir.  Bu arada tıbbi genetiğin ulaştığı noktaları ve insan sağlığına katkılarını göz ardı etmek de mümkün değildir. Günümüzde amniyosentez ve bazı teşhis yöntemleri ile çocuk doğmadan bazı hastalıklar belirlenmektedir. Bu son derece faydalıdır. Genetik hastalıkların teşhis ve sağaltımında bulunan yöntemler inkâr edilemeyecek yüksek seviyelere erişmiştir.  Fakat doğumdan önce veya sonra fark edilen yaşam boyu ilaç alması gereken insanlar sigorta şirketlerince sigortalanmamaktadır. Veri bankalarında bilgiler gizli tutulmaktadır. Bugün halen savaş bölgesine giderken sağlık sigortası yaptırılamamaktadır. Büyük şirketlerce genlerin şimdiden patentleri alınmaya başlamıştır. Gelişmekte olan ülkeler sürekli olarak gelişmiş ülkelere muhtaç edilmektedir. Az gelişmiş ülkelerin çalışma sahaları daraltılmaktadır. 

Popüler genetik diyebileceğimiz bir alanda ise internet sitelerinde birçok insan genetikçiden daha fazla uzman kesilmişlerdir. Bir merak ve araştırmanın ötesine geçerek İngiltere kraliyet ailesinin Peygamber Efendimizin soyundan geldiği gibi her yönü ile siyasî ve tutarsız olduğu belli iddialar da bunlara dâhildir. Geçmiş yüzyıllarda da Napolyon, Bismark gibi  ünlü devlet adamlarını “Şark”ın bazı işgüzarları zorla müslüman göstermeye çalışmışlardır.

 Son yıllarda You Tube kanallarında gençler katılımcı ve izleyicilerin ağız mukozasını alarak yurt dışındaki laboratuvarlara “Tıbbi Etik Kurulları”nın izni olmadan gönderebilmektedir. Gelen laboratuar sonuçlarına göre her ne hikmetse Türk çocukları 70 bin-50 bin sene önceki akrabalarla irtibatlandırılmakta fakat bugünkü Türklük bağları bulunamamaktadır. Sade insanlardan gerçekler laboratuarlar tarafından gizlenmekte birçok konuda olduğu gibi uluslar üstü şirketlerin amaçları ile biyolojik materyallerini( Ağız mukozası, tükürük, kan, idrar vb.) veren insanların safiyetleri farklı istikamette hareket etmektedir. İnsanlara kendileri üzerinde oynanan bu tuzağın birincil nedeni gen patentleri olmakla beraber birçok alt nedenleri de içinde barındırmaktadır. Hâlbuki önce insanlara yürütülen Genom projesinde ulaşılan sonuçlar dürüstlükle açıklanmalıdır. Bırakınız tüm insanlardaki genetik benzerlikleri insanların hayvan ve bitkilerle olan benzerlikleri farklılıklardan kat ve kat yüksektir. “İnsanlar genetik olarak % 99.9 biri birine benzer. DNA’nın sadece % 2 si genleri oluşturur. Şempanze % 98.8 genetik olarak insana; Kedi % 90 genetik olarak insana; İnek % 80 genetik olarak insana; Meyve Sineği % 60 genetik olarak insana; Muz % 60 genetik olarak insana benzer”. Yani genom projesi ile insan toplulukları arasındaki farklar değil yeryüzünde yaşayan tüm canlılar arasındaki benzerlikler ortaya konabilir. Dünyada 5-6 uluslar üstü şirketin laboratuvarlarında yapılan DNA analizlerinin spekülatif (kurgusal) verileri uzun yıllar devam edecek ve görünenin altındaki niyetleri ileride anlaşılacaktır. Bu söylediklerimizi niyet okuma şeklinde düşünen okuyuşlara bu konuda Batının vukuatlı tarihinden örnekler vermek gerekmektedir:

IRKÇILIK

Avrupa’dan başlayıp dünyayı saran ırkçı bakış, sadece Avrupa milletlerine değil, dünyanın dört bir tarafındaki milletlere de kan ve gözyaşı getirmiştir. Avrupa’nın diğer milletlere bakışının esas temeli sömürgeciliğine sözde meşru zemin oluşturmaktır. “üstün ırk” kavramını Avrupalıların ortaya atışı ve bunu sömürge için kullanmaları, yüz yıllardır, yeryüzünde sonu gelmez savaşları ateşlemiştir. Irk kavramı tek başına sömürgecilikten sorumlu mudur? Tabi ki Avrupalının buna yüklediği anlam ve yorumlar tarihin seyrini değiştirmiştir. Bu terimi Avrupa özellikle 17. yy da kendi menfur amaçları için kullanmaya başlamıştır. Bu kullanımda batının tanınmış filozofları ve ahlakçıları; ötekileştirdiklere diğer millet ve halklara acımasız yorumlar yapmışlardır. 

Ünlü Alman Filozofu Kant da dahil olmak üzere birçok düşünür ırkçılık girdabından kurtulamamıştır. Kant 1775’de “Of The Different Human Races” araştırmasında yazdığı ifadelerde genelde gezginlerin kitaplarından aldığı bilgileri kullanmıştır. Irk hakkında konuşmalar yapmış, antropoloji ve fiziki coğrafya konusunda dersler vermiştir. Bu çalışmasında yazdığı bilgiler araştırma ürünü olmayan teorik bilgilerdir. Üstelik biyolojik yorumları günümüzde çocukları bile güldürecek ilkelliktedir. Negroların (siyahiler) tembel, kızıldereliler güçsüz, sarı derililerin safra kanallarının engellenmiş olduğunu  yazabilmektedir (Kant, 1775: 39-41). Herder, Hegel, Gobinea yazdıkları eserlerde sürekli olarak önce beyazlarda zihinin çalıştığını söylemiştir. Bunlara ünlü evrimci Darwin’de dâhildir. Bu bakış açıları sıradan Avrupalı’nın değil Avrupa’ya yön vermiş ahlâkçıların, filozofların görüşleridir. O halde ister Asya, ister Afrika, isterse Güney Amerika olsun kendi kavramlarını oluşturmak zorundadır. 

ÖJENİ (EUGENİ)

İnsan ırkının iyileştirilmesi hareketidir. Eugeni kavramını ilk kez 1883 yılında Darwin’in kuzeni Francis Galton kullanmıştır. En yetenekliler için pozitif eugenidir. ABD 1907, 1932 I. Dünya savaşından sonra 14 milyon Amerikalıyı yani kendi halkını kısırlaştırmıştır. Rockefeller ve Carneige vakıfları Öjeni hareketini desteklemiştir. İkinci Dünya savaşı sırasında öjeni Almanya ve iskandinavya’da artmıştır. Eugeni hareketi özellikle II. Dünya Savaşı’nda Almanya’da yapılan soykırım ile büyük oranda son bulmuştur.  (Karaçay, 2012: 13-14). Yahut son bulduğu düşünülmektedir.

Tıbbi genetik çalışmalarını özen ve dikkatle ayırarak, arkeo-genetik ile diğer soysal ve psikolojik amaçlı genetik çalışmaların ideolojik temellere oturabileceği unutulmamalıdır.  Hatta tıbbî çalışmalarda “tıbbî etik” göz ardı edilirse onun da insanlığın geleceğini tehdit edebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. 

GÜNÜMÜZ POPÜLER GEN ÇALIŞMALARI

IBM & National Geographic 2005 yılı coğrafik genom projesi başlattı. 25. 000 insandan örnek almış, 500.000 kişiye kit ulaştırılmıştır. Bu sayı şimdi milyarların üzerindedir (

https://www.youtube.com/embed/D1TlFvs1PzQ?wmode=transparent). National Geographic Dr. Spencer Wells-Residence Explorer ve ekibi ile Geno 2.0 Yeni Nesil testini piyasaya sürdü. Bunlar iddia edildiğine göre daha yüksek kapasiteli DNA testiydiler. Daha doğru bölgesel soy tayininde kullanılıyor, geliştirilmiş DNA haplogroup aramaları ile ataların hikayelerine ulaşılıyordu. Geno 2.0 Yeni Nesil kiti ağrısız yanak mukazasından DNA örnekleri Türkiye’de dahil IBM & National Geographic laboratuarlarına gönderildi. Bir ticaret görüntüsü altında “Gen haritasında indirim sezonu” başlığında “maliyet ilki 1 milyon dolara sonra 50 bin doların altında, 2010’da rakamın 5 bin dolara gerilediği bugünse daha da düştüğü söylenmektedir. Gen haritası sanayiinin patlama yapması bekleniyor” denildi ve yeryüzünde iki elin parmakları kadar şirket kontrolü ele aldı. 2015’den itibaren analiz fiatları daha da düştü. Bazen ücretsiz de yapılıyor. Çünkü alınan biyolojik materyallerin şirketlere, istihbarat birimlerine ve emperyal devletlerin üniversite ve politikacılarına yapacağı hizmet çok daha büyük getirileri gösteriyordu. 

“NewScientist dergisindeki yoruma göre 2010, hem hastalıklara genetik müdahale yöntemlerinde, hem de ticari gen haritası çıkarma ve tedavi endüstrisinde patlama yaşanacağı bir yıl olmuştu.” Artık gen araştırmalar tıbbî amaçların dışında her konuda manipüle edilebilirdi. Milletlerin kimliği ve aidiyet şuuru, etnik parçalanma ve kontrolü daha birçok akla gelen ve gelmeyen birçok konu uluslar üstü genetik laboratuarlarının kontrolüne geçecekti. Her insan kimliğini sorgulayabilir, ataların izinde kemiklerde yapılacak antropolojik gen örnekleri ile Türk Dünyası, Türkiye örneğinde olabileceği gibi mevcut zayıf kültür ve irfan algısı daha da yıpratılabilirdi. 

Murat D. Mirza’nın “Türk müsünüz?” kitabında ve benzer web sitelerinde (http://www.genomturkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html) okuyucuya sunulan Anadolu’da Türk’ün arkeogenetik (çeşitli moleküler genetik yöntemleri ve DNA kaynaklarını kullanarak insanlık tarihine ait DNA’yı inceleyen bir bilim dalı ) olarak izlerinin bulunamayacağı yahut kendine has genetik mirasının olamayacağıdır (Mirza, 2012: 73). Hâlbuki Türkler destan dönemlerinden beri Dede Korkut Oğuz Namelerinde ifade edildiği gibi “Dede Korkut gelmiş soy soylamış, boy boylamış adı güzel kendi güzel Muhammed’e salâvat getirmiştir”. Bu kısa-öz-derinlikli düşünülmesi ve anlaşılması gereken irfânî cümle “Batı ırk algısına” en güzel cevabı vermektedir. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu (1929-1992): “İnatla girmeyin soy sop faslına/Kurtsa kurt, itse it döner aslına” beyti ile Türk gençlerine “gen tuzak”larını yani henüz bu günleri göremeden şiirsel bir vasiyet bırakmıştır.

Yanlış sorular yanlış sonuçlara götürür:

Acaba insanların ve milletlerin oluşumunda sorular batı düşüncesinin ürettikleri şeklinde mi olmalıdır? Genetik karşılaştırmalarda temel alınan kontrol grubu sayısı bilinçli müdahale ile eksik bırakılmıştır. Sistematik rastgele değil, sistemli örnekler alınmıştır. Irkçılık yapılamaz sonucuna değil, bilakis biyoloji ve genetik ilimleri suiistimal edilerek ırkçılık yapılmaktadır. Batı Düşüncesi çoğu kez diğer uygarlıklara karşı projeksiyon (yansıtma) mekanizması kullanmaktadır. 

DNA çalışmaları üzerinden yapılan bu çalışmalara şu sorular sorulamaz mı?

Evreni oluşturan bileşenler tüm varlıkların ortak plazma havuzudur. Varlıklar canlı cansız ayrılmalımıdır? (Kozmik Organizma) Süpernova patlamalarından gelen metal elementler, Yağmur suları, Bitkilerin oluşturduğu Oksijen, Tüm Bitkiler ve Hayvanların Organizmaların farklı oluşları (DNA –AGCT-) nükleik asit talimatlarındaki değişikliktir. Alyuvar dünün ıspanağıdır. Hemoglobinindeki “Fe” ise yeryüzü oluşmadan süpernovalardan gelen insan ve benzeri canlılarda alyuvarlardaki oksijeni bağlayan ve hayatın devamını sağlayan bir elementtir. Henüz dünyamız yokken “demir, manganez, sodyum, potasyum, klor ve birçok element önce uzayda oluştuktan sonra yeryüzüne serpintiler halinde indiler ve dağıldılar. 

Hücreler Nelerden Oluşur? 1-Atomlar (C, H, Oksijen, Nitrojen, Fosfor), 2- Basit Moleküller, 3-Zincir Moleküller, 4-Strüktürler, 5-Hücreler, 6-Organlar, 7- Organizmalar ve toplam yaklaşık 60 trilyon hücredir. DNA’daki dört harfin değişik bileşimlerinin yan yana gelmesi ile ortaya çıkan ve harf sayısı birkaç binden birkaç yüz bine çıkabilen kelimelere gen denir. Organizmaya ait genlerin tamamına ise genom denmektedir. 

GENOM PROJESİ

Francis Collins, Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün Genom Haritası Projesi’nin lideriydi ve bu görevi nedeni ile bir açıdan ABD hükümetini temsil ediyordu. Craig Venter ise özel bir şirketin kurucusuydu ve özel sektörün temsilcisiydi. DNA’daki bilgi “DNA’nın sentezini “yap” anlamı taşıyorsa, bu bilgi DNA polimeraz adını verdiğimiz enzim olarak ortaya çıkar ve hücre bölünmesinden önce DNA’nın kopyasının yapımında görev alır. Gen haritasının belirlenmesiyle genom projesi sonucunda insanda yaklaşık 25-30 bin civarında gen bulunduğu anlaşılmıştır. Genlerin büyük çoğunluğu protein kodlar.  Bazı genler birden fazla protein de kodlayabilir. Bununla beraber protein kodlamayan genler de vardır. Craig Venter insan gen haritası üzerinde çalışan devlete bağlı üniversite ve araştırma kurumlarının çok yavaş ilerleme kaydettiklerini ileri sürmüş, bu işi onlardan daha kısa sürede bitireceğini  iddia ederek bir anda basında en çok konuşulan kişi olmuştu. Craig Venter, aslında olaya bir işadamı olarak yaklaşmıştı. Celera adlı şirketinde haritayı bir an önce bitirerek DNA dizilimlerine patent almayı ve insanlık tarihinin belki de en büyük servetini kazanmayı düşlemiştir. O nedenle henüz proje % 100 tamamlanmadan, projenin bittiğini ilan etmeye kalkışmıştı. İnsan gen haritasının tamamlanmış olduğunun ilk olarak özel bir şirket tarafından açıklanması, bu projede devletin desteği ile çalışan üniversiteleri ve araştırma merkezlerini zor duruma sokacaktır. Devlet desteğiyle yürütülen çalışmaların daha önce tamamlanması ise milyonlarca dolar harcamış olan Celera’nın planlarını altüst edecektir. Devlet desteği ile yürütülen projede sadece ABD değil, İngiltere, Fransa, Almanya Japonya ve Çin’de bulunan laboratuarlarda onlarca insan çalışmaktaydı. Her gün belirlenen yeni DNA dizilimleri, çok kısa sürede İnternet üzerinden bilim dünyasına açıklanıyordu. Böylece farklı ülkelerde bulunan diğer bilim insanları projedeki gelişmelerden anında haberdar oluyor ve projenin daha hızlı ilerlemesi sağlanıyordu. Craig Venter’in kurduğu Celera adlı şirketin çalışma sonuçları ise büyük bir sır perdesinin ardında şirket kasalarında depolanıyor ve kullanmak isteyenlere ancak belli bir ücret karşılığı temin ediliyordu. Özetle Celera bu işe, elde edilen bilgiyi paraya dönüştürmek amacı ile girişmişti; çünkü yatırımcılarına, gen haritasının tamamlanmasıyla elde edilecek bilgi ile milyarlarca dolar kazanacaklarını vaat etmişti. Burada açıkça ifade edebilirim ki, Celera bu işte biraz kurnazca davranıp devlet desteği ile belirlenen ve sadece bilim dünyasına değil, bilgisayarı ve İnternet bağlantısı olan herkese açık olan veritabanlarına eklenen DNA dizilim bilgilerini de kullandı. Bu veritabanlarına yüklenmiş olan dizilimleri, kendi elde ettikleri DNA dizilimlerine ekleyerek projeyi beklenenden çok daha kısa bir sürede bitirebilmiş, buna karşılık, kendi elde ettiği dizilimleri bilim dünyası ile bile sadece para karşılığı paylaşmıştı. Genom projesi ile çok sayıda farklı organizmanın dizilimleri belirlendi ve bu listeye yeni organizmalar her geçen gün eklenmektedir. Çok sayıda bilim insanı önce güçlü bilgisayarlarla dizilimleri karşılaştırıp benzerlikler bulmakta ve daha sonra laboratuara dönerek, dijital platformda elde ettikleri sonuçları deneysel olarak test etmektedir. Şimdiye kadar elde edilen sonuçlar, bu yöntemin gerçekten çok güçlü olduğunu gösterdi. Farklı organizmaların DNA dizilimleri karşılaştırılarak çok sayıda yeni gen keşfedildi. Laboratuvar şartlarında gen nakavtı yapıları bozulan genlerin, farede ortaya çıkan arazlara bakmak suretiyle, normal şartlar altında ne tür işlevleri olduğu öğrenildi, öğrenilmeye de devam edilmektedir. Sadece protein kodlayan kısımların değil, genomun tamamının belirlenmesi ve türler arası karşılaştırmalar sonucu, genomun protein kodlamayan ve gen “regülasyonunda” önemli rol oynayan DNA dizilimleri hakkında da bilgiler elde etmeye başlanmıştır. Regülasyondan sorumlu kısımlar, bir genin ne zaman, ne kadar ve nerede çalışması gerektiğini belirleyen kısımlardır. Pek çok hastalık, genlerin çalışmasını kontrol eden bu mekanizmalardaki bozukluklar sonucu ortaya çıkar( Karaçay, 2012: 83-89). Genom projesinde kimsenin DNA dizilimi üzerinde telif hakkı olmaması gerektiği belirtilmiş ve kanuni olarak bu tür bir girişimin, yani genlere patent alınarak ticari amaçla kullanılmalarının önlenmesi önerilmişti. Böylece elde edilen bilginin bütün insanlığın hizmetine sunulması garantilenmiş olacaktı. Ancak özellikle ABD’deki patent kanunları ve bu işi kar amacıyla yapmak isteyen sermaye sahiplerinin baskısı sonucu, çok sayıda DNA dizilimi sonraki yıllarda patentlendi. Bu durumdan dolayı ABD dışındaki ülkelerde, ABD’ye karşı haklı olarak negatif bir tutum ortaya çıktı. DNA dizilimlerinin tescil edilmesine kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır. Fakat Gen haritası bilgisi bütün insanlığın malıdır ve öyle de kalmalıdır( Karaçay, 2012: 94). 

GENLERİN PATENTLENMESİ: FELAKETE REÇETE

Patent olayının halk sağlığı açısından ulaşabileceği boyutları açıklamak için Brezilya hükümetinin H IV-AIDS ile savaşta karşılaştığı güçlükleri örnek vermek gerekir. 1990’larda Brezilya’da her yüz kişinden biri HIV kurbanıydı. Güney Afrika’ da o günlerde Brezilya ile aynı olan oran 10 yıl sonra % 25’e çıktığında, Brezilya hala % l ‘i koruyordu. Bunun nedeni, Brezilya hükümetinin mücadelede çok aktif bir şekilde rol alması oldu. Hükümet bütün hastaları bedava tedavi etmeye başladı. Ülke ekonomisine milyonlarca dolara mal olan tedavi, aradan geçen yıllarda ekonomiye çok ağır bir yük olmaya başladı. Çünkü ilacı ABD’den Abbott Laboratories adlı şirket geliştirmişti ve Brezilya hükümeti Abbott’a her yıl milyonlarca dolar ödüyordu. Brezilya hükümetinin defalarca başvuruda bulunmasına rağmen Abbott her defasında ilacın fiyatını düşürmeyi reddetti.  Yılda 170 bin kişinin ilaç masraflarının karşılanması sonucu Brezilya’nın millî gelirinin % 4’ü sadece AIDS ilaçlarına gider olmuştu.  Brezilya hükümeti Dünya Ticaret Örgütü’nün 2001 yılında aldığı bir kararı gerekçe göstererek, eğer Amerikan ilaç şirketleri fiyatı düşürmezse ilacı kendi ilaç şirketlerine ürettireceğini açıkladı. Dünya Ticaret Örgütü’nün kararı, toplum sağlığının acilen tehdit altında olduğu durumlarda hükümetlerin patent sınırlamalarını göz ardı edebilmelerini sağlamak üzere alınmıştı . Brezilya hükümeti AIDS’in ciddi ve acil bir halk sağlığı problemi olduğu nu ileri sürerek bu kararı destekliyordu. ABD ise, bir yandan ilacın yapımcısı Abbott şirketinin ve onun desteklediği lobilerin bir yandan da Ticaret Odası’nın doğrudan hükümete yaptığı baskılar sonucunda, Brezilya’nın patent anlaşmasını bozması (yani ilacı kendi ilaç şirketlerine yaptırması) durumunda Brezilya’ya ekonomik yaptırımlar uygulanmasını sağlamaya çalışıyordu. Buna rağmen Brezilya hükümeti Abbott’a tarih vererek o güne kadar ilacın fiyatını düşürmemesi durumunda kararını uygulayacağını açıkladı. Her yıl milyonlarca dolar kaybetmesi tehdidinin çok ciddi olduğunu anlayan Abbott, sonunda Brezilya’nın “son gün” olarak belirlediği tarihte ilacın fiyatını düşürdüğünü açıkladı. ABD ve Avrupa’da pek çok şirket DNA’yı patentlemek için milyonlarca dolar harcadı ve harcamaktadır( Karaçay, 2012: 94-95). 

Bunun nasıl bir sonuç doğurabileceğini şöyle bir senaryo ile görelim:

Yıl 2023. Mehmet Bey X hastalığına yakalanmıştır. Hastalık, Y genindeki bir mutasyon sonucu ortaya çıkmıştır. Eğer tedavi edilmezse Mehmet Bey’in sağlığı giderek kötüleşecek ve 7 ila 10 yıl içinde hayatını kaybedecektir. Tıptaki gelişmeler, Y genindeki bozukluğu gen tedavisi ile düzeltecek düzeye ulaşmıştır. Mehmet Bey’in Y genindeki bozukluk Akdeniz Üniversitesi Gen Tedavi Merkezi’ndeki imkânlarla tedavi edilebilmektedir. Ancak doktorlar böyle bir tedaviye girişemezler, çünkü tedaviye başlamadan önce Y genini patent altına almış olan Amerikan veya Avrupalı şirkete başvurarak izin almak zorundadırlar. Patentten dolayı önce bu şirkete yüklü bir miktarda para ödenmesi gerekmektedir. Bu parayı dar gelirli Mehmet Bey karşılayamayacağı için ya tedavi edilmeden ölüme terk edilecek ya da Türk hükümeti, sağlık sigortası ile gerekli ödemeyi, patenti elinde tutan Amerikan veya Avrupalı şirkete yapacaktır. Sadece tek bir ilaç için yaptığı ödemelerin Brezilya hükümetini iflasın eşiğine getirdiğini hatırlayalım. İnsanın 25- 30 bin gene sahip olduğu düşünülürse, bunların bozukluğu ile ortaya çıkacak her bir hastalık için, söz konusu genin patentini elinde tutan şirkete ödeme yapılması, gelişmekte olan ülkelerin ekonomisine çok ağır bir yük ve büyük bir darbe olacaktır. Ödeme yapmanın alternatifi de vatandaşların parasızlık nedeniyle o sağlık hizmetinden mahrum bırakılmasıdır. Ülkemizin ve vatandaşlarımızın böyle bir felaketten korunması için zaman kaybedilmeden yasal önlemler alınmalıdır. Sağlık Bakanlığı’nın önderliğinde, kanun yapıcı birimler ile birlikte çalışılarak genlere konulan patentlerin ülkemizde tanınmaması için yasal düzenlemeler yapılmalı ve ülkemizin ekonomisinde çok ağır yaralar açabilecek böyle bir haksız girişim şimdiden önlenmelidir. Genlerimize tekel koymaya hiç kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır.  Bu konu ele alınırken birkaç yıl değil, birkaç yüz yıl sonra ne olacağı düşünülerek karar verilmelidir. İşin başındayken gerekli önlemlerin alınması, gelecekte ortaya çıkabilecek çok büyük problemleri şimdiden önlemek demektir ( Karaçay, 2012: 96-97).

Bildiğimiz gibi yaşam, gezegeni birlikte paylaştığımız sayısız organizma genomu tarafından belirlenir. Her organizma, o organizmanın bir yaşam örneğini inşa etmek ve sürdürmek için ihtiyaç duyduğu biyolojik bilgiyi içeren bir genoma sahiptir. İnsan dâhil çoğu genomlar ve tüm diğer hücresel yaşam formlarının genomu, RNA (ribonükleik asit) genomuna sahip olan  birkaç virüs dışında, DNA (deokisiribonükleik asit)  yapılıdır. DNA ve RNA, nükleotit denilen monomerik alt birim zincirlerinden oluşan polimerik moleküllerdir (Brown, 2015: 3). DNA canlıların her hücresinde bulunan organizmaya ait genetik bilgileri taşıyan çift sarmal moleküllerdir.  Hücre çekirdeğinde ve mitokondride bulunan DNA’lar şeker, fosfat ve dört bazdan oluşur. Bu bazlar: Adenin, Guanin, Sitozin, Timindir. Bazlar ikili olarak eşleşir ve baz çiftleri olarak isimlendirilir (adenin-timinle, guanin-sitozinle eşleşmektedir). DNA da kromozomları meydana getirmektedir. O canlı türüne ait kalıtsal bilgiler DNA’da saklıdır ve DNA üzerinde kalıtsal özellik taşıyan genler bulunmaktadır.Kromozomlar ise DNA’nın özel proteinlerle birleşmesiyle oluşur. DNA hücrenin sentez ve yönetim özelliğine sahip bulunmaktadır.

Tüm çok hücreli hayvanların genomları için tipik olan insan genomu iki farklı kısımdan oluşur:

-Çekirdek genomu, en kısa 50.000.000  ve en uzun ise 260.000.000  nükleotit uzunluğunda, her biri farklı kromozomda yer alan   24 doğrusal moleküle bölünmüş DNA  yaklaşık 3.2000.000.000  nükleotitten oluşur. Bu 24 kromozom  22 otozom  ve 2 eşey (X ve Y)  kromozomundan meydana gelmektedir. 

-Mitokondri genomu,  mitokondri olarak adlandırılan enerji üreten organelde çoklu kopyalar halinde yerleşik olan 16.569 nükleotitlik halkasal bir DNA’dır.  İnsan mitokondri genomu sadece 37 gen içerir. Erişkin insan bedenindeki yaklaşık 1013 hücrenin her biri tamamı ile farklılaşmış halde bir çekirdekten yoksun olan kırmızı kan hücreleri gibi sadece birkaç istisna hücre tipi dışında, kendi genomunun kopya veya kopyalarına sahiptir. Hücrelerin büyük çoğunluğu diploittir ve bu yüzden her bir otozomun iki kopyasına ilave olarak dişiler için XX veya erkekler için XY olmak üzere iki eşey kromozomuyla toplamda tüm hücrelerde 46 kromozom yer alır. Haploit ve her bir otozomdan bir ve bir de eşey kromozomu içeren sadece 23 kromozoma sahip olan eşey hücreleri ya da gametlerin aksine bunlara somatik hücreler denir. Her iki hücre tipi her bir mitokondrisinde on veya daha fazla olmak üzere mitokondri genomunun yaklaşık 8.000 kadar kopyasına sahiptir. Genom biyolojik bilginin deposudur ancak kendi başına bu bilgiyi hücreye salamaz. Genomun içermiş olduğu biyolojik bilginin kullanımı, genom ifadesi olarak anılan kompleks bir seri kimyasal reaksiyona katılan enzim ve başka proteinlerin koordineli aktivitesini gerektirir (Brown, 2015: 4). Coğrafi şartlar iklim göç, hastalık kültürel alışkanlık ve birçok nedenle genlerde değişiklik meydana gelebilir. Erkek eşey hücrelerinde bulunan Y kromozomundaki meydana gelen her genetik değişim bir harf ile kodlanır ve bu her yeni genetik değişikliğe-özelliğe- (mutasyona)  Haplogrup (SNP-Single Nucleotide Polymorphism) adı verilmektedir. 

Haplogrup; aynı SNP mutasyonlarını içerdiği için ortak atadan geldiği bilinen gen serilerinin oluşturduğu gruptur. Y-DNA haplogrubuna bakarak bir insanın baba tarafından nerden geldiği anlaşılabilir. Y-kromozomunda meydana gelen her genetik değişim (SNP-Single Nucleotide Polymorphism) bir harf ile kodlanarak ‘Haplogrup’ adı verilmektedir. Kronolojik olarak ilk SNP değişimi ile BT Haplogrubu oluşmaktadır. Daha sonra birkaç bin yıl geçince bir başka genetik mutasyonla CT haplogrubu oluşur ve bu değişimler bir ağaç dalları gibi çeşitlenerek günümüze kadar devam eder. Anne tarafından ise mitokondrial DNA Hablogrupları dikkate alınmaktadır. 

Genetik bilimi ve bilimsel etik açısından buraya kadar bir sorun görünmemektedir. Bundan sonra mutasyonlar üzerinden yeni etnik gruplar oluşturma veya insanların milliyetlerini mozaik haline dönüştürme, aidiyet şuurunu bulanıklaştırma projeleri başlamaktadır. Ataların izinde programları ile insanların duygularını okşayan ve cazip gelen her teklif ve bunun bedeli daha sonra torunlardan çıkarılacaktır. National Geographic & IBM gibi uluslar üstü kuruluşlara gönderilen DNA örnekleri tek amaçlı kullanılmamaktadır. Bu ve benzeri çalışmaların sadece Avrupa-Türkiye bulgularına göz önüne atıldığında çalışmanın nasıl yönlendirildiği anlaşılmaktadır. 

HAPLOGRUPLARA GÖRE AVRUPA’NIN ETNİK YAPISI:

 Mezolitik Avrupalılar:

I1: Ön-Germen (İskandinav); 

I2b: Ön-Kelt-Germen; 

2a1: Sardunya, Iberia                    

I2a2: Adriyatik, Tuna havzası

 Neolitik göçmenler:    

N1c1: Uralo-Fin, Baltık, Sibiryalı                              

G2a: Kafkasya, Greko-Anadolu

E1b1b: Kuzey Afrika, Yakın Doğu, Balkan

T: Orta Doğu, Doğu Afrika

Bronz çağı göçmenleri:

R1a: Balto-Slav, Germen, Hint-İran 

R1b: İtalo-Kelt, Germen, Hitit, Ermeni 

J1: Kafkasya, Mezopotamya, Semitik 

J2: Greko-Anadolu, Mezopotamya, Kafkasya” (Mirza, 2012: 11)

“Haplogruplara Göre Avrupa’nın Etnik Yapısı” başlığının yorumu Murat D. Mirza’ya göre şu şekilde yapılmıştır: “Örnek olarak R1a haplogrubunu inceleyelim: Yukarıdaki şemaya baktığımızda bu grubun 25 bin yıl önce tahminen Doğu Avrupa veya Güney Asya’da oluştuğunu görüyoruz. Daha çok Slav ve Germen’lerde rastlanan bir haplogruptur. Bugün Rusya, Ukrayna, Polonya gibi Slav ülkelerinde yoğun olduğunu göreceksiniz. Buradan yola çıkarak R1a’nın sadece Rus veya Slav halklarının geni olduğunu söyleyemeyiz. Evet, Slavların ataları R1a haplogrubundandır, ancak 25 bin yıl önce ortaya çıkan bu grup  %19-27 oranında Norveç ve İsveç’te de görülüyor. Demek ki R1a hem Slav hem de İskandinav milletlerinin ortak atasıdır. Bir anlamda bu uluslar barındırdıkları R1a oranı kadar birbirleriyle akrabadır denebilir.  Şimdi bir Avrupa haplogrubu olan R1b’yi inceleyelim. Bu genetik grup İspanya, Fransa, İngiltere gibi Batı Avrupa ülkelerinde yoğun olarak karşımıza çıkıyor. R1b yaklaşık 23 bin yıl önce oluştu, kronolojik şema R1a ve R1b’nin ortak ataları R1’in 28-30 bin yıl önce doğduğunu söylüyor. Bu ne demektir?  Bu demektir ki, 30 bin yıl geriye gittiğinizde Fransız, İngiliz, Rus kalmıyor büyük ölçüde akraba oluyorlar. Eğer 45 bin yıl geriye giderseniz bütün Avrupalılar IJK haplogrubundan olup aynı dedenin torunlarıdırlar” (Mirza,2012: 12). “Türkiye’ye baktığımızda adeta bir gen mozaiği görüyoruz, neredeyse hiçbir haplogrup baskın değil. J1 ve J2 grupları Orta Asya doğumlu değil. Nitekim bu araştırmayı yapan kaynak Türkiye için özel bir not düşmüş: “Türkiye, bu tabloya alınmayan Afrika ve Asya haplogruplarını da (A, ExE1b1b, C, H, L, O, R2) %8.5 oranında barındıran tek ülke…” (Mirza, 2012: 13).

Burada ilginç olan  “R1b: İtalo-Kelt, Germen, Hitit, Ermeni”olarak gösterilerek yaklaşık 28-30 bin yıl öncesine tarihlenen R1b Hablogrup bir biri ile alakasız tarihi toplulukları göstermektedir. Hititlerin; Ermeni ve Germenlere yakın çağlara tarihlenmesi tarih bilmemektir!… Bronz çağı göçmenleri döneminde Ermeni, Germen ismi ve Germen, Ermeni milletleri yoktur. Buna karşın o çağlarda Erken-Türk, Ön-Türk Kavimleri ve Uygarlıkları mevcuttur. Bu ve birçok çalışmada Türkler her zaman göz ardı edilmekte veya melezliğin üst noktası olarak tanımlanmaktadır(!) Hâlbuki bu çalışmalarda iddia edilenin aksine R1b’nin Türklerin atası olan Ön-Türkler olduğu daha başka yayınlarda gösterilmiştir. Osman Çataloluk‘un“Türk’ün Genetik Tarihi” eserindeki tespitlerine göre “Türk’ün dünya milletlerine nispetini ortaya koyacak bir benzetme yaparsak hücrede matriks denen yapı vardır. Bütün organeller bu yapı içinde yerleşir ve görevlerini icra ederken bu yapıdan destek alırlar. Bu yapı olmadan hiçbir organel görev yapamaz ama hiçbir organel de bu yapının içinde faaliyet gösterebildiğinin farkında değildir. İşte matriks’in hücreye nispeti ne ise Türk’ün de dünyaya nispeti odur. Dünyada Türk’ün kan vermediği hiçbir kabile ve hiçbir millet yoktur. İşte bu yüzden Türk dünyası(Aslında rahatlıkla R Dünyası  denebilir) alabildiğince geniş ve farklıdır. Bu dünya Türk olduğunu bilen R1a ve R1b’lilerle Türk olduğunu bilmeyen R1a ve R1b’lilerden oluşmaktadır (Çataloluk, 2012;25). Bununla beraber birçok Türk boyu R1a ve R1b Haplogrupu içinde değerlendirilemeyeceği için genetik bir sınıflama ve sınırlama her milleti olduğu gibi Türk milletini de zora sürükleyebilecektir. Bunu Ermeniler denemeye çalışmışlar ve başarısız olmuşlardır. Şu da unutulmamalıdır ki Türk Milleti bir gen mozaiği değil bir ekinin (kültür’ün) ebru desenidir. Ebru deseninin en belirgin özelliği bir birinden ayrılmaz ve birlikte şekillenerek hareket etmesidir. 

ERMENİ DNA PROJESİ VEYA ERMENİLERİN “TÜRK ÇIKMA” KORKUSU

Hovann Simonyan bir Ermenidir, Beyrut’ta doğdu, ikamet
ettiği yer İsviçre, bazen Avrupa’da da yaşıyor, bazen de Amerika’da. Birkaç dil biliyor, son yıllarda çok ilginç projelere imza atmış. Son projesi DNA testleridir, yani insanların hangi millete, hangi halka ve ırka ait olması ile ilgili araştırmalar yapıyor. Yani
çağdaş teknolojinin sağladığı imkânlardan yararlanarak laboratuar
analizleri yapmaktı bu projenin temel amacı…(Mehdiyev, 2015: 77) Hovann Simonyan ve onun ortakları bu alanda uzman olmasalar da çok uyanıklar ve kendi milletlerinin yararına bir şeyler yapmak için bundan da yararlanmayı düşünmüşler. Bu çalışmanın gerekli veya gereksiz olduğu ile ilgili hiçbir fikir yürütmeden böyle bir kanaate varabiliriz ki, Hovann Simonyan çok akıllı bir Ermenidir. Kendi taslağını öyle yerlerde, öyle ülkelerde hayata geçirmeye çalışıyor ki, oradaki insanlar görünüşte biraz Ermeni’ye benzerler. Eğer test belli ederse ki devletin, halkın ve toplumun veya bir milletin kökünde de bir Ermenilik yatıyor, derhal bu ortaya çıkarılır, yalnız o zaman proje yöneticileri hesap edecekler ki hedef doğru seçilmiş amaca ulaşılmıştır. Düşünün ki, örneğin, İspanya’nın başkanı veya başbakanı birdenbire, Hovann Simonyan’ın projesindeki testin sonucuna göre Ermeni çıkıyor(Mehdiyev, 2015: 77). Ve yahut ABD’de önemli bir görevde olan birisi birdenbire anlıyor ki onun kökeninde bir Ermenilik yatıyor. Bu kişi bir akşam İspanyol, ya da İngiliz olarak yatıyor, sabahleyin Ermeni olarak uyanıyor. Veya aksine. Bu proje sayesinde Ermenilerin sayısı da önemli ölçü­de çoğalıyor. Bazı Ermenilerin böyle bir iddiası mevcut. Ermeniler dünyada bilinenden fazladır. Hatta iki katıdır söyleyenler var. Bakın amaç budur: Ermeni olup kendisini başka bir milletten zannedenle­ri geri döndürmek gerekiyor! (Mehdiyev, 2015: 78) Hovann Ermeniliğe ve kendi halkına bundan iyi daha nasıl hiz­met edilebilir ki… Ermeniler bu fırsatı hiçbir zaman kaçırmazlar, onlar biliyorlar ki, artık dünya öyle bir döneme yetişti ki, herhangi bir şahsın hangi millete, soya ait olmasını belirlemek çok da zor iş değil. Kendi ulusal kimliğinden kuşku duyanlar dünyada mevcut DNA uzmanlarına başvurabilirler. En azından bu işin propaganda­sı yapılacak. Çok ilginçtir ki, dünyada bu işi yürüten ve götüren kurumların ve şahısların çoğu Ermeniler. Avrupa ve Amerika’nın DNA testlerini dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştiren National Geografıc Society veya Family Tree DNA kurumlarının yöneticileri ve orada çalışanların neredeyse tamamı da Ermeniler (Mehdiyev, 2015: 78)

ARKEOGENETİK

Günümüzde tıp, hastalıkları daha sağlıklı tanımlamak ve bulguların ışığında yeni tedavi yöntemleri ve ilaçlar geliştir­mek için yaşayan insanların genomlarından yararlanırken; arkeogenetikçiler insan genetiği konusundaki gelişmelerden faydalanarak arkeolojik buluntuları -eski kemik, diş veya toprak örneklerini- analiz ediyor, DNA sonuçlarına dayanarak ölmüş insanların kökenlerini saptamaya çalışıyorlar. Böylece arkeoloji için yepyeni kapılar açılıyor. Arkeoloji bu za­mana dek olanın aksine artık teorilere ve yorumlara mahkûm olmaktan kurtuluyor. Örneğin genetik analiz sonuçlarına dayanarak göç dalgalarını alışık olmadığımız bir doğruluk içinde kanıtlıyor. DNA’nın çözümlenmesi, arkeoloji için en az geçen yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan teknolojik ge­lişmeler kadar önemlidir. O dönemde arkeolojik bulguların yaşlarının belirlenmesi, radyokarbon metoduyla tamamen yeni temeller üzerine oturtulmuştu. Bu sayede insanlığa ait kalıntılar, her ne kadar tam yılı saptanamasa da ilk kez gü­venli biçimde tarihlenebildi. Arkeogenetik ise iskelet parça­larının okunmasını, kim oldukları bilinmeyen kişilere ait olan kemikler arasında bağlantılar kurulmasını mümkün kılıyor. Bundan on binlerce yıldan beri toprak altında kalmış insan kalıntıları, böylece bize geçmişten çok değerli bilgiler aktaran haberciler haline geliyor. (Krause&Trappe, 2021: 16-17) Arkeogenetik çalışmaların görünen yüzü kadar ilerde siyasi, demografik, ideolojik birçok gizli amacının da olabileceği unutulmamalıdır. Genlerin yolculuğu ile birçok virüs ve bakterinin de yolculuğu düşünüldüğünde biyolojik silahlar içinde bir gizli ajanda tutulduğu bir köşeye yazılmalıdır.

Çok uzun zaman önce ölmüş insanların DNA’sının keşfedil­mesinin yanında, son dönemlerde başka bir arkeoloji dalı ilgi odağı haline geldi. Yapılan iş, hastalığa yol açan mikropların eski DNA’sının analiz edilmesiydi. İnsanların göçü ve halk­ların yer değişimi insanlığın bugünkü durumuna gelmesin­de, gelişmiş ve küresel ağlar kurmasında büyük rol oynadı. Ancak bu hareketliliğin bir de bedeli olması gerekiyordu. Bu bedel bulaşıcı hastalıklardı. Binlerce yıl boyunca milyonlar­ca insan, birbiriyle bağlantılı iki muazzam eğilimle ortaya çıkan bakteriler ve virüsler nedeniyle hayatını kaybetti. Bi­rinci neden dünya üzerinde giderek kalabalıklaşan yerleşim birimlerinde hastalık mikroplarının insanlar arasında kolayca yayılabilmesi ve onları yok etmesiydi. İkinci neden, halklar arasında giderek yoğunlaşan ticaret sektöründeki mübadele­lerdi. Mikropların dünyanın yeni bölgelerine yayılması bü­yük olasılıkla bu mübadeleler sırasında gerçekleşti. Tarih, Kuzey Amerika sakinlerinin Avrupalıların gelişiyle beraber çiçek hastalığı ve kızamıkla tanıştıklarını ve buna kar­şılık Avrupalıların da buradan aldıkları, 20. yüzyıla dek ana­karadan büyük acılara ve birçok insanın ölümüne yol açan frengi mikrobunu ülkelerine taşıdıklarını yazıyor. Birkaç yıl önce Batı Afrika’dan gelen Ebola virüsü, hastalığın diğer böl­gelere de sirayet edebileceği endişesiyle epey panik yarattı.

Bir süreden beri erken tarihli göç dalgalarının bulaşıcı has­talıklara neden olduğu konuşuluyor. Bu bağlamda günümüz Rusya’sının güneyinde, insanların kitleler halinde Orta Avru­pa’ya göç ettikleri, yerel nüfusun giderek azaldığı bölgelerde, bundan 5200 yıl önce veba salgınları görüldüğüne dair kanıt­lar var. Daha öncesinde, bölgeyi kasıp kavuran bir mikrobun insanları öldürdüğü, onların yerlerini bu virüse karşı bağışık­lık kazanmış kişilerin aldığı söylenebilir mi? Elimizdeki ka­nıtlar, gerçeğe hiç de uzak olmayan bir senaryonun varlığına işaret ediyor. Bundan yaklaşık 3000 yıl önce, Avrupalıların genetik yol­culuğu tamamlandığında mikroplar, anakara üzerinde son yüzyılın bitimine kadar büyük huzursuzluklar yarattı. Bu kü­çük canavarların evrimini açığa kavuşturmak arkeogenetik ve tıp bilginlerini epey terletecek gibi. İnsanoğlu, yeryüzündeki en başarılı ve seyyar yaratık olabilir, ancak bakteriler ve virüsler binlerce yıldan beri onun genetik gelişimini engelle­yen en büyük baş belası olmaya devam ediyor (Krause& Trappe, 2021: 34-35).

Burada tekrar vurgulamak gerekiyor; tıp dâhil etik ilkelerden çıkıldığında nasıl sonuçlara sebep olacağı tahmin bile edilemeyebilir. Werner F. Kümmel’in Tıp ve Nasyonal Sosyalizm’de anlattığı gibi: Nasyonal Sosyalist-Biyo politikasının temel bir bölümü olarak tıbbın hedefleri,  Nasyonel Sosyalist rejiminin ırksal homojen toplum yaratmak için aldığı tedbirlerin iki yönü vardır. Bu tedbirler bir yandan Yahudi ve Arî olmayan Çingene ve Slav gibi Nazilere göre ‘düşük değerli’ ırka (Bunun içinde Türkler ve birçok ulus da vardır. Fakat Türkistan lejyonlarından ve Türkiye’den bu bilgiler her zaman gizlenmiştir -Hilmi Özden-) ait olanlara diğer yandan ruhsal ve bedensel irsi hastalara, engelliler ile toplum değerlerine uymayan homoseksüeller, hırsızlar, topluma ayak uyduramayanlar, işten kaçanlar ve diğerlerine yöneliktir. Nasyonel Sosyalist bakış açısına göre farklı nedenlerle Alman toplumunun yüzde ondan daha fazlası düşük değerli sayılmaktadır. Kamuoyunda bir yandan yoğun propagandalarla bu insan gruplarının bakımının çok masraflı olduğu gözler önüne seriliyor diğer yandan da sözüm ona az değerli kişiler uzun vadede çok değerlilerden daha fazla çocuk sahibi olacaklarından dolayı toplumun dejenere olma tehlikesi vurgulanmaktadır. Nasyonal Sosyalist rejim halk bedeninin temizlenmesi için birçok yöntem belirlemiştir. 

-Meslekten men etme (uzaklaştırma) ve Almanya’dan ihraç, 

-Zoraki kısırlaştırma, 

-Evlenme yasağı, 

-Öldürme (Ötenazi ve Holocaust-soykırım) (Kümmel, 2018: 21)

Toplama ve imha kamplarındaki hekimlerin yapmış olduğu deneyler ise Tıp tarihinin utanç sayfaları arasına yazılmıştır. Mayıs 1942’de Hitler’in “Eğer devletin refahına olacaksa, prensip olarak insan üzerinde deney yapılabilir” şeklinde vermiş olduğu karar unutulmamalıdır. Bu hususta toplama kampları hekimlere deney yapma açısından o zamana kadar hayali dahi olmayan imkân ve serbestlikler sağlamıştır. Bu nedenle birçok Kampta tıbbi deneyler uygulanmıştır. Deneylerin çoğu da askeri amaçlara yönelik olmuştur (Kümmel, 2018: 46).

Tekrar Ermenilerin DNA projesine dönersek: Dünyada bazılarının Ermeni olduğunu gün yüzüne çıkarmak için, en azından bazı gerçekleri belirlemek “görevini” ilk kez üsle­nen de Mark Arslan (Arslanyan) isimli bir Ermeni kökenli Amerikan vatandaşı olmuştur. Bu şahıs henüz 2002 yılında Ermenistan’ın Geği bölge­sinde bu işe başlamıştı. Fakat kısa bir zamanda proje durdurulmuştu. Nedeniyse burada yaşayan Ermeniler soy köklerinin “belirsizliği”ni gerekçe göstermişlerdi. Ermenistan basınında o zaman böyle bir yazı yayınlanmıştı; “Geğililer Ermeni çıkmasalar bunun suçlusu kim olacak? “İlkin test tespitlerine göre, Geği’den olan Ermenilerin bir­çoğu Ermeni değildiler, demek onlar kök, soy itibari ile Ermeni de­ğillerse, acaba hangi millete mensuplardı? Bunu açıklamak çok zor olacaktı. Ermeni olmamak onları genel Ermeni halkından ayıracak mıydı? (Mehdiyev, 2015: 78) Bu soru uzun zaman basında yer aldı, tartışıldı. Gerçek odur ki, Geği ahalisi Ermeni çıkmadı. Acaba onlar kimdiler? Türk mü? Aysoru mu? Süryani mi? Yezidi mi? Neden bu saklandı? Onlar Türk değil de adı geçen diğer başka bir millete ait olsaydı saklan­mazdı. Bu proje yöneticilerinden olan Mark Arslan’ın fikridir. Mark Arslan (Arslanyan) o zaman kendi kökeni için de test yaptırmıştı ve kendisi de dörtte bir Ermeni çıkmıştı, oysa Arslan’ın dedeleri 1915’te Ermenilerin Doğu Anadolu’dan tehcir ettirilme­si sırasında Türkiye’nin Erzurum şehrinden Halep’e, oradan da Amerika’ya göç etmişlerdi. Öncelerde Arslanyan soyadını taşıyan Mark’ın soyu “saf” Ermeni çıkmalıydı. Zavah Geği köyü sakinlerini aslında kınamak olmazdı. Ermenistan’da böyle bir iddia var ki, her bir Ermeni’nin kökünde mutlaka bir Türklük yatıyor (Mehdiyev, 2015: 79). Hâlbuki bu projeyi yönetenlerin iki amacı vardı: 

Birincisi, Ermeni halkının genetik geçmişini öne çıkarmakla bu halkın daha yüksek ırka mensup olduğunu ispat etme yönü. Ermeni halkının hayatında yaşanan yer değişmelerinin, göçle­rin, işgallerin ve açılımların tarihi etkisi araştırılarak ortaya böyle bir “ürün” bırakılmaları, Ermeni halkının Armenlerin, Hititlerin, Hayların, Haykların, Hurilerin, Mitanilerin, Urartuların, Frigler’in vb. izleri vardır ve en eski dönemlerde Ermeniler yaşadığı topraklar­da işgal sonucunda bulunmuş uluslar; Asurlular, Kimmerler, Keltler, Yunanlılar, Partlar, Romalılar, İskitler, Makedonyalılar, Medler, Persler Ermeni halkının oluşumunda önemli rol oynamıştır.

İkincisinin bu “soy biliciler” Ermeni diasporası temsilcilerinin yoğun olduğu ülkelerde tarihi belgeleri de ortaya koyarak nüfus sa­yımlarını, vatandaşlık kayıtlarını dikkate alarak Ermeni soyundan olanları araştırıyorlar. Örneğin adı, soyadı ve tüm delilleri ile İngiliz olan bir kişiyi test ederek onu “Ermeni” yapmak istiyorlar. Proje­yi hayata geçirenlerin görüşüne göre tarih boyunca böyle Ermeni ailelerinin sayısı belki de şimdiki tüm Ermenilerin sayısına eşittir. Elbette şu an Ermenistan’ın yardıma ihtiyacı var. Bazı “önemli” ül­kelerin Ermeni devlet adamları bilseler ki onlar gerçekten köken olarak Ermenilerdir, kuşkusuz kendi halkına ilgileri değişecek ve anavatan Ermenistan’a onların da bir yardımı, katkısı olacak. Proje­de yer alan diğer bir kişi olan Peter Hraçdakyan diyor ki; I. Dünya  Savaşı döneminde ve ondan sonra birbirlerini kaybetmiş Ermeni akrabalar bu test aracılığıyla birbirlerine kavuşacaklardır. Baba ve anne tarafından birbirine akraba olan kişilerde bu testler farklı yön­temlerle yapılacak (Mehdiyev, 2015: 80-81).

Projede temel figürlerden biri olan Hovann Simonyan Ermeni diasporasında çok önemli figürdür, Ermeni tarihi, tarihi coğrafya, Ermeni kültürü alanlarında faaliyet göstermiş birisidir. O, bu test analizlerinin yapılması ve bazı konuların aydınlatılmasının Ermeni tarihinde yararlı bir araç olacağına inanmaktadır. Ermeni tarihinde rolü olan meşhur ailelerinin de test edilmesi amaca uygun görülü­yor. Belli ki, tarihte Ermeni soylu olarak bilinen bazı ailelerin de Ermeni olmadığı konusunda çok ciddi iddialar var. Örneğin, Dağ­lık Karabağ’dan olan Melik soylu aileler, Orbelyanlar, Arqutyanlar, Bagratyanlar vb. Bu proje onları kesin olarak “Ermeni etmelidir.” Ünlü kişilerin Ermeni olmadığına dair ileri sürülen görüşleri Erme­ni DNA test projesi ile yalanlamak istiyorlar. Adı geçen bu ailelerin temsilcileri artık test edilmiştir. İlginç şu ki bu sonuçlar ilan edilmi­yor. Demek bu şahıslar da Er­meni çıkmamıştır. Eğer Ermeni çıksalardı çoktan basında gürültü koparılmıştı (Mehdiyev, 2015: 81) Projenin yöneticileri Türkiyede kripto-Ermeniler “aramaya çıkmak” fikrindeler. Onlar defalarca bu amaçla Türkiye’ye gelerek gönüllüler aramışlardır. Bu test çalışmalarında çoğu zaman “ari ırktan” saymak istediği aile veya kişiler Türk çıkıyor. Buna göre Hovann ve proje arkadaş­larını Ermenistan’da hiç sevmiyorlar. Neden? Çünkü bu proje baş­ladığından bu yana Ermenileri her an “Türk çıkma” korkusu sarmış durumdadır (Mehdiyev, 2015: 82). Genlerle milliyet ispatlama merakı görüldüğü gibi her milleti sarmış durumdadır. Fakat bu işin yan etkileri Ermenilerde ve diğer uluslarda da görülecektir. Daha önceki yüzyıllarda antropoloji ile milliyet merakı nasıl iflas etti ise genlerle milliyet iddiaları da bu yola doğru dönüşecektir. 

SONUÇ

Genom projesinin insanlığa katkısı olabilecek yönleri unutulmadan siyasî ve ideolojik çerçeveden bakılırsa böl-parçala-yönet veya yeni uluslar oluşturma (devlet ve ulus inşaları) düşüncesinin küresel güçlere hizmet aracıdır. Gün geçtikçe çevre, sağlık, nüfus vb. sorunların arttığı bir dünyada ahlakî değerlerden uzaklaşmış küresel sermaye sahipleri acımasızca gen tuzaklarını devreye koymaktan çekinmeyecektir. Hangi ırkların veya bireylerin yaşama şansı olduğuna onlar karar verecektir. Bizim saf-temiz kalpli, art niyetsiz gençlerimiz ile ulusalcı (milliyetçi) insanlarımız da ağız mukozalarını ve üstüne dolarları da vererek atalarının genlerini öğrendiklerini zannedecektir: Hayır! Verilen ağız mukozası değil gelecekte kimlerin torunlarının yaşayacağı veya yok olacağı sorunudurAmin Maalouf’un Uygarlıkların Batışıeserinde söylediği gibi çağımızda “Zamanın Ruhu” (Zeitgeist): “eşitsizlikleri meşrulaştırma” “dijital-mekanik-kuzenler” ve “küresel egoizm”dir. Şu anki dünya bir gemi ise kaptanlarına ve yardımcılarına bakılması gerekir. Bu kaptanlar gemiyi (dünyayı) kıyıya çıkarırlar mı? Bu çağın görünen sorunları:  etrafınızdaki küresel ısınma,  salgın hastalıklar, kimyasal biyolojik tehditler, nükleer denemeler, doğayı yok eden teknoloji, savaşlarda sivil halka yönelik imha hareketleri, soy kırımlar, ezilen yok olan çocuklar, aç sefil, sağlıksız insanlar ile ayrıcalıklardan (seçilmişler!) başka diğer insanlara ve canlılara hayat hakkı tanınmamasıdır. Bu geminin kaptanı Hz. Nuh (Selam olsun) değil. O halde ön görülerimizi yeni baştan gözden geçirmemiz gerekmektedir.

Gen Tuzakları(Oyunları) satırlarını Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden okul arkadaşım, akademik sahasında yetkin “Tıbbî Genetikçi” bir Hocamızın sözleri ile bitirmek istiyorum: “Niçin ve ne amaçla alındığını bilmediğiniz hiçbir vücut-biyolojik- materyalinizi (ürününüzü) değil kan, ağız mukozası; tükürüğünüzü bile bu uluslar üstü laboratuarlara vermeyiniz”. 

Prof.Dr. Hilmi Özden

Türkiye, ya “Büyük Türkiye” Olacak ya da Yok Olacak!..

Yeni bir Kuva-yı Milliye Ruhu’na ihtiyacımız var… Bu ruh halinde; halkını potansiyel bir düşman olarak görmeyen, onun kutsallarıyla oynamayan, onlara saygı gösteren bir devlet anlayışı, milli ve birikimli bir teşkilatlanma (milli entelijansiya) var. Gerçek milliyetçiliği kendisine şiar edinmiş, entelektüel hareketlere ihtiyacımız var. Unutmayalım, bu üzerinde yaşadığımız toprakları da Kuva-yı Milliye hareketiyle kurtardık.

***

– Öncelikli olarak, Siyaset felsefesinin konusu olan ve eski Yunan’dan bu yana sürekli tarif edilen “devlet” kavramını tanımlayalım. Mantık silsilesi içersinde anlatmak istediğimiz meselenin iyice anlaşılması için bunun gerekli olduğunu düşünüyorum. İşin felsefesine girmeden yalnız Aristo’nun bahsettiği “ideal devlete” vurgu yaparak, olması gereken devleti açıklayabilir miyiz?..

– Aristo’nun bahsettiği “ideal devlet”e vurgu yapacak olursak; bu çok mücerret bir kavram. Çünkü onun bahsettiği devlet kusursuz bir devlet mekanizmasını işliyor. Tek kusuru vardır; o kadar mükemmeldir ki, yeryüzünde gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Ancak buna rağmen bazı temel prensiplere riayet edilmesi şartıyla bu devletin gerçekleştirilebileceğini Platon, “Devlet” isimli eserinde söylemektedir. Nedir onun kastettiği devlet, kısaca söyleyecek olursak, “devlet yönetiminin filozofların yönetiminde olmasını öngören bir düşünce”dir, Bunun dışında ideal devlet tanımları da yapılmıştır. Ancak konuyu uzatmadan asıl söylenmesi gerekeni söylersek, “ideal devlet, mümkün olduğunca yönetim kusurlarından arındırılmış devlet manasına gelmektedir” diyebiliriz. Tabii bu bağlamda, akla şöyle bir soru gelebilir, acaba şu ana kadar böyle bir devlet modeli geliştirilebilmiş midir? Yaşanmış veya yaşanmakta olan bir örneği var mıdır? İdeal devlet imparatorluk mudur, monarşik veya oligarşik bir yapılanma mıdır, yoksa ulus-devlet midir? Konferedasyon mudur?.. Onlarca soru sorularak cevap aranabilir. Hatta ideal devlet, “Bir kamu mutabakatı sonucunda oluşturulan ve devlet yönetiminin doğrudan doğruya topluma karşı sorumlu olduğu, adına ‘enstrümantal devlet’ denen, bütün plan-proje, hukuk sisteminin devlet elitleri tarafından değil de ‘toplumun erki’ tarafından belirlendiği devlet midir?” diye bir soru sorulacak olursa buna da çok kısaca şu cevabı verebiliriz, ki, bu benim kişisel yorumumdur: İdeal Devlet, vatandaşını mutlu eden, taşımış olduğu kimliğiyle, bayrağıyla onur duymasını sağlayan, rencide etmeyen, “emreden değil hizmet götüren” ve “meşruiyetini vatandaşından alan” devlet yapısıdır. Bunun da en iyi örneği demokrasidir. Demokrasi tabiatıyla çok uzun bir tartışma konusudur. Şu kadarını söyleyecek olursak, demokrasi, yönetimin “demos”ta yani “halkta” olması demektir.

İyi bir devletin mutlaka sahip olması gereken en önemli prensiplerden birisi kanaatimce hem tarihe hem de istikbale karşı sorumluluğu olduğunu hisseden, tüm mekanizmalarıyla bu sorumluluk bilincini birincil derecede göz önünde bulunduran bir devlettir. Böyle bir devlet, “ölülerin diriler üzerinde hakkı bulunduğunu, bu ülkenin miras alındığını ve tarihi sürekliliğini devam ettirmek zorunda olduğunu, gelecek nesillere de devralınan devletten daha iyi bir devlet daha iyi bir vatan, daha müreffeh bir toplum bırakmak gibi bir sorumluluk içersinde olduğunu,” bilir. Çünkü tarih bir sürekliliktir. Devletler, her sabah kalktığımızda yeniden kurulmaz. Her devlet mutlaka tarihi bir derinliğe oturur.

– Şimdi meseleyi “millet” mefhumuna getireceğim. Ve burada, “Millet mi devleti, yoksa devlet mi milleti oluşturur?” diye bir soru soracağım. Çeşidi etnik kimliklerin, kuru kalabalıkların, grupların ayrı ayrı oluşturulmaya çalışıldığı bu günler de bu kavramları tekrar yerli yerine vasıflarıyla birlikte oturtmamız gerekiyor…

– Efendim, tarihi hiyerarşi içersinde adeta “Tavuk mu yumurta dan, yoksa yumurta mı tavuktan çıkmıştır?” muhabbetine benzer “Devlet mi yoksa millet mi daha önceliklidir?” şeklinde ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Şurası muhakkak ki, devlet adını taşısın taşımasın, devlete benzer, devletin fonksiyonlarım ifa eden organize olmuş siyasi kurumlar, insanlığın en eski dönemlerinden beri vardır. Çün kü siyaset iki kişinin bir araya geldiği anda oluşan bir olgudur. Tarih boyunca devlet yönetiminin devlet organizasyonu şeklinde örgütlenmesinin, toplumun teşekkül etmesiyle aşağı yukarı eş zamanlı olduğunu düşünebiliriz. Ancak, devlet şeklindeki siyasi örgütlenmelerin bariz bir şekilde ortaya çıkışı toplumların teşekkülünden sonra karşımıza çıkmaktadır. Ancak, milletin içtimai varoluşu için mutlaka devlet şarttır. Millet, halktan, ahaliden, veya yığınlardan farklı olarak çok daha örgütlü, organize, temasını kapsayıcı bir kimlik al tında toplayabilen içtima bir organizasyondur. Millet kavramı, halk kavramının üstünde olan bir kavramdır. Tarihi bir derinliği vardır. Bu tarihler içerisinde “milletin devlet tarafından inşa edilen bir sosyal varlık” olduğunu görüyoruz. Yani devleti olmayanların millet haline gelmesi mümkün değildir. Millet tarih içersinde devlet tarafından inşa edilir…

-Peki, devletin yapısını, şeklini, ufkunu millet mi çizer; yoksa milletin yapılanmasını, reflekslerini bir plan altında devlete hakim olan değişken iktidarlar mı? Yani kim kime nasıl şekil verir?..

-Tek taraflı bir etkileşimden ziyade, karşılıklı fonksiyonel bir iletişim olduğunu gözlemliyorum. Toplum devleti meydana getirir, fakat, zaman içersinde o toplum millete dönüşür. Mesela biz Türklerin millet haline gelişinin en önemli sebebi devletimizin oluşudur. Bizim dışımızda diğer devletler için de bu geçerlidir. Zira, Çin devleti olmasaydı Çin milleti olmayacaktı. Çin halkları olabilir, Çince konuşan insanlar olabilir, ama bunlara Çin milleti diyemeyiz. Aynı şey Türkler ve bir başka millet için de geçerlidir. Biraz evvel milletlerin oluşma sürecinde devletin çok belirgin bir rolü olduğunu söylemiştik. Ayrıca, devletini kaybeden toplumların ileriki zamanlarda bu kaybettiği devleti yeniden tesis edemedikleri takdirde tarihten silindiklerini binlerce örnekten biliyoruz. Mesela eski Mısırlılar çok yüksek bir medeniyet kurmuş, çok uzun ömürlü bir devlet olmuşlardı. Ancak, Mısır devletinin ortadan kalkışından sonra bir daha bağımsız bir devlet olarak toparlanamadıkları için Mısır halkı çok radikal bir değişime uğrayarak soyunu, dilini dahi kaybetti. Zamanla Arapça konuşmaya başlamışlar ve Araplaşmışlardır. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, devlet mi millet mi daha ehemmiyetli şeklindeki bir soruya kesin bir cevap verilemez. Her ikisini de ayrılmaz bir bütün olarak sosyal bir bütünlük içersinde değerlendirmek gerekir.

-Anladığım kadarıyla “devlet” ve “millet” kavramları içeriğiyle birlikte “su”yu oluşturan elementler gibi. Hidrojeni ayrıştırdığınızda oksijen, oksijeni ayrıştırdığınızda, hidrojen ortada kalıyor ve su gibi bir “hayatiyet maddesi” ortadan kalkıyor… Peki bu ayrılmaz bütünlük içersinde “vatan”ın yeri neresidir?

-Vatan, milletin ve devletin oluşmasında fiziki bir şarttır. Çünkü insanlar balıklar gibi sularda yaşamıyorlar. Vatan, dünyadaki kara parçalarından biri olup, belirli bir hududu, bu hudutlar içersinde devlet müeyyidelerinin uygulandığı, içersinde milletin yaşantısını idame ettirdiği birçok açıdan kutsiyeti olan toprak parçadır. Ama eğer ehemmiyetler hiyerarşisi bakımından, devlet ve millet kavramlarının yanında yeri nedir derseniz; benim felsefeme göre devlet vatana göre daha ehemmiyetlidir. Devletin önemi ise millete yapışıktır. Devlet kesinlikle vatana göre daha önceliklidir.

Devletsiz Bir Millet Tarihin Mezarlığında Gömüdür

Efendim bu hayati kavramları bir yere düğümlememiz gerekiyor; çünkü ortak aklımızdaki (millet şuuru) yerine sarsılmaz bir mantıkla otursun. O amaçla biraz karmaşık gözükse de sormak istiyorum: “Devletsiz bir millet, vatansız bir devlet, hem vatansız hem de devletsiz bir millet olabilir mi?..

– Devletsiz bir millet olabilir, ama bu tarihi süreç arz eden bir durum değildir. Evet, var olan bir devletin çeşitli sebeplerden ortadan kalkmasıyla tebaası olan millet bir anda ortadan kalkmaz. Eskisi kadar olmasa da bir müddet aidiyet duygusu içersinde varlığını devam ettirebilir; ancak üstünü bin kere çizerek söylüyorum: “Devletsiz bir millet tarih içersinde yaşayamaz.” Devletsiz kalan bir millet eğer devletini yeniden tesis edemezse tarihi süreç içersinde silinir. Milletsiz bir devlet zaten düşünülemez. Çünkü devlet dediğimiz şey sosyolojik olarak insanlardan ve insani ilişkilerden teşekkül eder. Haliyle bu varlık ortadan kalkacak olursa tabiatıyla devlet de ortadan kalkacaktır. Ancak, tek bir milleti olmayan devletler vardır. Mesela imparatorluklar, mültinasyonel dediğimiz çok milletli bir siyasi yapı taşırlar, bu siyasi yapıda bir imparatorluğun bünyesinde muhtelif milletler yaşayabilir ve bunların birkaç tanesinin ortadan kalkmasıyla o devlet ortadan kalkmaz. Ama onların bütününün ortadan kalkması gibi bir durum söz konusu olduğunda devlet de kendiliğinden yok olacaktır. Çünkü devlet boş arazide kendiliğinden biten tek başına ağaç değildir.

Küreselleşme: Milletin Elinden Vatanını Alma Oyunu

Buradan “vatansızlık” meselesiyle alaka kurmak için küreselleşme konusuna geçecek olursak, küreselleşmenin birkaç veçhesi var ki, bunlardan biri, milli devletleri ciddi manada tehdit ediyor. Çünkü küreselleşme “sınırsız bir dünya” ve “bir “tek dünya” devleti tasarımına kadar götürülebiliyor. Malezya Başbakanı Mahatır Muhammed’in bir konuşmasında söylemiş olduğu çok dikkat çekici bir cümle vardır. Diyor ki: “Küreselleşme, bize sınırsız bir dünya vaat ediyor, aslında bu üstü kapalı çok ciddi bir tehlike. Eğer, benim vatanımın sınırları olmayacaksa haliyle bu benim ülkem de olmayacak demektir.” Hasılı kelam küreselleşmenin, böyle, tehditten öte yıkıcı bir durumu var. Ayrıca küreselleşmenin ne derece tehditkar olduğunu ifade etmek amacıyla kullanılan birkaç kavram daha var. Bunlardan birisi “saldırgan küreselleşme, yırtıcı, agresif küreselleşme” türüdür ki, bugün küreselleşmenin bu safhası tatbik ediliyor. Bugün bu tür küreselleşmenin başını, liberal-kapitalist bir düzenle hareket eden endüstrileşmiş ülkeler tatbik ediyor. Bu kolonyalist birkaç ülke, dünyada siyasi ve ekonomik oyunlarla geri bıraktıkları ülkelerin maddi ve manevi zenginlikleri yağmalıyorlar. Onları kültürel olarak deforme ederken, ciddi manada ortadan kaldıracak kadar ileri gitmektedirler. Sırf bu sebeple dahi olsa, her milli kimlik taşıyan hareketin, bu küreselleşmenin önünde durması milli bir görevdir, diye düşünüyorum.

“Atlantik Çatlağı” Global Yağmacıları Birbirine Düşürecek

-Yeri gelmişken bu konuda söylenen “laf oyunlarına” değineyim. Deniyor ki: “Milli devletler, milli kültürler ortadan kalkacak. Dünya, ‘tek dünya” hakimiyetine girecek ve milli bayraklar da dahil olmak üzere ‘milli kimlikler’ birer ‘folklorik’ malzeme haline gelecek.”

– Küreselleşmenin en uç noktalardaki hedefi tahakkuk edebilir mi?.. Bunu ben iki âlem gözüyle de mümkün görmüyorum. Her halükârda Cenabı Hakk’ın bütün küre-i arzı bir tek kişinin veya gücün eline vereceğine sanmıyorum. Bu, yaratılış kanunları dediğimiz “fıtrat kanunları”na uygun değil. Ayrıca, fizik âlemde de mümkün değil. Zaten, “küreselleşme, son gelişmeler incelendiğinde, tek merkezden idare edilmekten de çıkıyor ve farklı küreselleşme merkezleri doğuyor.” Bu küreselleşme merkezleri çok dikkatli bakabilen araştırmacılar tarafından fark edilebiliyor. Bu durum ileride çatışma alanlarına dönüşecektir. Bu çatışma alanlarıyla ilgili olarak en ciddi analizlerden birisi Huntington’un “medeniyetler arası çatışma” nazariyesidir. İkincisi de yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan ve “Atlantik Çatlağı” kavramı adı altında yaşanan gelişmelerdir. Bu kavramla kastedilen ise şu: Biliyorsunuz ikinci Dünya Harbi’nden sonra Avrupa bir güç birliğine giderek Avrupa Birliği’ni oluşturdu. Bu birlik ile ABD, Rus tehdidi karşısında birlikteliğe gitti ve adına “Atlantik İşbirliği” denen bir kuvvetler birliği gerçekleştirildi. Ancak, Rus tehdidinin ortadan kalmasıyla haliyle Soğuk Savaş dönemi de nispeten sona erdi. Adına Atlantik İşbirliği denen bu kuvvetler birliği de ortak çıkarların ortadan kalkmasıyla yavaş yavaş içlerine attıkları bazı sorunları dillendirmeye başladılar. Böylelikle buzdolabından çıkarılıp masaya konulan bu ihtilaflar gün geçtikçe ABD ile Avrupa ülkeleri arasında şu anda kontrollü ama zamanla kontrolsüz olabilecek sürtüşmelerin doğmasına sebep oldu ki, bugün bu duruma “Atlantik Çatlağı” adı veriliyor…

Ve “Batı’nın Sonu”

“Atlantik Çatlağı” terimi, Jeoloji ilminden alman bir terimdir. Bu konunun ciddi manada üzerine giden yayınlar da var. Bunlardan biri Kupchan’ın makalesi. Kupchan, “BATI’NIN SONU” başlıklı bu makalesinde özellikle şöyle diyor: “Huntington ve benzeri düşünürler, Batı ve dışındakiler arasında bir ‘medeniyetler çatışması’ öngörmekteyken, bizler ise bu çatışmanın Batı ve dışındakiler arasında değil de Batı ve içersindekiler arasında olacağını düşünüyoruz.” diyor.

Şahsi fikrimi söyleyecek olursam; hakikaten bu durum böyle olacağı gibi bana göre işin içersine bir de ABD girecek. Batı ve Batılı devletler hatta halklar kendi aralarında birbirleriyle hesaplaşacakları gibi işin içersine ABD de girecek ve hepsi bir arada yeni bir çatışma dönemini, hesaplaşma dönemini başlatacaklar. Neticede bugünkü saldırgan küreselleşmenin getirmiş olduğu özel bir durum var; bu durum da: “Dünyanın Yağmalanması.” ilk defa 1960’larda gündeme gelen ve sonradan da popüler bir kavram olarak kullanılan “global köy”, içersinde gizlediği asıl anlamına rücu ederek “global yağma”ya dönüşmüştür. Şimdi dünyada global bir yağma var…

Biliyorsunuz, fakir dediğimiz endüstriyelleşememiş ülkelerin büyük yeraltı ve yerüstü zenginlikleri var. Ormanlarından tutun da doğal kaynaklarına, petrollerine, uranyum, bor madenlerine kadar adı duyulmuş veya duyurulmamış binlerce zenginlik Avrupa ülkeleri ve ABD tarafından 18. yüzyıldan bu yana hayvanlarda dahi olmayan bir hırsla yağmalanıyor. İşte bu global yağma hırsı, “19. yüzyılda kolonyolistler arasında dünyanın kolinize edilmesi, paylaşımı sırasında çıkan çatışmaya benzer yeni bir çatışma ortamı doğuracaktır.”

AB’den “Avrupa Birleşik Devletleri”ne

Avrupa Birliği, İkinci Dünya Harbi’nden sonra darmadağın olan Avrupa’nın prestijinin korunması, toparlanması için kurulmuştur. Siyasi bir düzenlemesi, bir tarihi, bir felsefesi vardır. Bu projeyi önemli ölçüde gerçekleştirdiler. Muhtemelen, kısa bir zaman sonra da adı “Avrupa Birleşik Devletleri” olarak ilan edilecektir. 15 ülkenin katılımıyla nüfusu takriben “500-550 milyon”a çıkacak, milli gelir olarak “ABD ile atbaşı” olacak, belki de onu geçecek; “7,5 milyon kilometrekare yüzölçümü” ve şimdiden temelleri atılan “2 milyon askere” sahip Avrupa Birliği Ordusu’na sahip bir Avrupa Birliği, koloniler yağmasında ABD ile çatışmaya girecektir.

– Az evvel bir “düşünceye” binaen, “Devlet, Millet, Vatan” kavramlarını irdelemenizi istemiştim. Bugün, Avrupa Birliği kapısında bekletilen bir Türkiye var ve “AB dayatmaları” ülkemizde vatan, millet ve devlet kavramlarını sorgulatır hale getirdi. Şimdi de, kendi içinde ve ABD ile çatışmaya girecek bir AB’den bahsediyorsunuz. Yani Türkiye, şimdilik bir güçmüş gibi görünen ama birkaç yıl sonra birbirine düşecek bir AB’ye mi sürükleniyor. Yani “mandacılar” için de çok hevesli bir durum ortada yok demeye getiriyorum…

– Bir kere şunu iyi belirlemek lazım… Türkiye’nin AB’den umduğu ne? Belirsiz!.. Evet belirsiz… Türkiye’nin politikasına yön veren insanların “derin bir cehalet”, hatta “hıyanet” içersinde olduklarını söyleyebilirim. Bunu açıklıkla söyleyebilirim! Dış mihraklı ve “örtülü gövdeye” göre yön çizen medya organları vasıtasıyla Türkiye politikaları belirleniyor. Türkiye ne umuyor Avrupa Birliği’nden?.. Eğer umduğu bir şey varsa, Türkiye siyasetine yön veren insanların yazılarından, beyanatlarından, dış ve iç ilişkilerinden bunu anlamamız, görmemiz lazım. Hayır!., Niye hayır, Türkiye’nin en cahil insanları siyaset haremine dolmuş da ondan. Adeta küçük çocukların “lolipop” sevdası gibi “Avrupa Birliği’ne girersek bize para gelecek, Türkiye de refah toplumu olacak” şeklinde kalıbı çıkarılmış cümlelerin dışında ortada bir şey yok. Tabii Avrupalılar aptal, çalışıp Türklere yedirecekler! Bu cehaletten de adi bir görüş. Halbuki bu zatı namuhteremler, şöyle bir tarihe dönüp bakabilseler – nerede o entelektüel bakış – Avrupalıların hiçbir zaman almadan vermediklerim göreceklerdir. Avrupa kolonyolisttir, sömürücüdür… Avrupa Türkiye’ye 10 milyar dolar verirse mutlaka karşılığında 100 milyar dolar alır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi tam manasıyla bir intihar girişimidir.

Alt Kimlik Olmak “Uşak Zihniyetliler”e Yakışır

Lütfen kimse beni kibir ve enaniyet içersinde biri olarak görmesin, buna hakları yok… Şahsım, yıllardır Avrupa Birliği’ni inceleyen, bu konuda incelenmeye layık eser bırakmamaya çalışan biri olarak, bırakın akademisyenliği, en azından bu canım vatanın bir vatandaşı olarak sorumluluğumu yerine getireceğim ve düşüncelerimi ifade edeceğim. Avrupa Birliği’nin içersine giren her devlet bağımsız kimliğini, hürriyet ve istiklalini zaman içersinde yitirecektir. Türkiye için de aynı son kaçınılmazdır. Bu kapsamlı, elitist, jakoben siyaset projesi içersinde her gün eritilen bir Türkiye görmek istemiyorum. ABD’de bir eyalet ne anlama geliyorsa Türkiye de AB içersinde bağımlı ve güdümlü bir eyalet haline getirilecek. Ve Türk milleti de mevcut plan içersinde oluşturulmaya çalışan sözde “Avrupa Milleti” içersinde bir alt kimlik olarak yaşamak zorunda bırakılacaktır… Türkiye, AB’ye üyelik belgesini imzaladığı an kendi eliyle bağımsızlığını da teslim etmiş olacaktır.

– Bakın efendim, az evvel bir mantık silsilesi içersinde meseleleri tam “anlayabilmek” ve “anlatabilmek” amacıyla devletini kaybeden milletlerin zaman içersinde yok olmasından bahsetmiştik. Devletsiz bir milletin tarihten silindiğini söylemiştiniz. Şu anda da, AB içersinde “alt kimlik” olarak yaşatılacak Türk milletinin düşünülen müstakbel akıbetinden bahsediyoruz…

– Bu konu o kadar derin ki… Şimdi, AB’ye girmiş bir Türkiye dediğimizde: “Tarihin en derinliklerinde başlayan Selçuklularla dallanan, Osmanlılarla zirvelere ulaşan, binlerce yıl Türklüğün ve İslamlığın bir tek vücutta temsilcisi ve taşıyıcısı olmuş, bugün de Türkiye Cumhuriyeti devletiyle Edirne ve Ardahan’a sıkışan bir devin yüzüstü yere kapanmasından bahsediyoruz, demektir; ama bu geleneğin devamı olarak Türklüğü ve İslamlığı yücelten ve onları kolonyollere karşı müdafaa eden, Türk devletinin ve Türklerin tarihin sonuna gelmelerinden bahsediyoruz. Ve bu coğrafyalarda bir daha dirilmemek üzere uyuşmaya ve akabinde uykuya geçmesi” demektir. Yapılmak istenen açıkça budur.

Türkiye ya “Büyük Türkiye” Olacak ya da Yok Olacak

– Peki, aydın-ulema dediğimiz, “fizik ve metafizik âlemin” derinliklerini kavramış, ataların tabiriyle “hikmet” verilmiş, meseleleri bir arşın önceden hisseden ve analiz eden insanların yönetimde olduğu 21. asır Türkiyesi neler yapabilir?..

– Şimdi şöyle söyleyeyim. Türklerin yeniden büyük bir millet olarak “var olma ile yok olma çizgisinin” tam ortasında olduğunu düşünüyorum. Türkiye şu anda Ergenekon’dan çıktığından bu yana tarih içersinde karşılaşmış olduğu en güçlü krizle karşı karşıyadır. Ne Moğol İstilası, ne Haçlı Seferleri ve ne de Birinci Dünya Harbinin sonunda işgal edilmiş Anadolu bu kadar feci bir durumdaydı. Bugün bu canım ülke, 1919’un şartlarından daha ağır şartlar altında, üstüne üstlük duyarsızlıklar içersinde bir mücadele veriyor. Neden böyle ağır konuşuyorum. Bana bazıları şöyle diyor: “Hocam bunlar komplo teorileri değil mi?” Ben onlara şunu diyorum, sizin keyif içersinde meselelerin farkına varmadan yaşadığınız anlarda biz bu komplolarla karşı karşıya kalıyoruz. Ayrıca kapınızın önüne gelen felaketi görüp, anlamamak ve korkmamak aptallıktır. Yerinde korku iyidir. “Basiretsiz hayvanlar korkmaz, basiretli insanlar korkar. Korkmalıyız sevdiklerimizi kaybetmekten korkmalıyız, vatanımızı kaybetmekten korkmalıyız. Ayıplı durumlara düşmekten, binlerce yıl dalgalandırdığımız şehit kanlarının boyadığı bayrağımızın folklorik bir flama yapılmasından korkmalıyız.” Ancak, bu korkular insanı tedbire ve uyanık kalmaya mecbur eder.

Tabii ki korkacağım, Türkiye Avrupa Birliği’ne yamandığı an milli bütünlüğünü kaybetme sürecine girdi demektir. Hele Türkiye’yi bu mecraya sürükleyenlerin vaziyeti vahametini idrak edemediklerini görünce endişelerim bin kat daha artıyor. Hatta askerlerin bir kısmı dahi olayın vahametini yeterince algılamış değiller. Çekilmeye çalışıldığımız cendere, yarını, kültürel, siyasi fikirlerle hazırlanmış bir Avrupa Birliği projesi! Bu siyasi projeye girmiş Türkiye, eninde sonunda yok edilecektir.

– Peki girmediği takdirde ne olabilir?..

– Peki girmediği takdirde ne olacak? Bunda da gerçekçi tahlillerimiz var bizim. Pembe bir Türkiye vaat etmiyoruz kimseye. Her türlü tahliller gerçekçi olmak zorundadır, girmediği takdirde Türkiye şu olacaktır; “ABD’nin karşısında bir numaralı güç olan, 550 milyon nüfusa, binlerce dolar milli gelire ulaşmış, 2 milyon tam donanımlı askeri bulunan bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin hedefi olacaktır.” Yani Türkiye Avrupa Birliği’ne girse de girmese de AB’nin en büyük hasmı olacaktır. Bu da bizim çok derin düşünmemizi gerektiriyor. Bir de şu durum var ortada… Neden Türkiye’nin mücadelesi bugün 1919’un şartlarından daha ağır?.. Evet 1918 Kasımı’nda Mondros Mütarekesi imzalanmış, dört yıl süren bir Cihan Harbi’ nin sonunda binlerce vatan evladı şehit ve gazi olmuş, devlet işgal edilmişti… “Şimdi hudutlarımız belli, kurumlarımız çalışıyor, o günlerle kıyaslanabilir mi?” diyorlar. Ben diyorum ki; “Söylediklerinizin hepsi doğru; ancak o zaman kaba bir düşman ve o düşmanın karşısında çelik gibi bir milli irade vardı.” Şimdi düşman kana karışmış derecede kurum ve kuruluşlara nüfuz etmiş ve karşısında direnen milli bir irade de bulmadan hareket ediyor. O zaman milli bir matbuat vardı, şimdi dış mihrakların yerli işbirlikçisi, partilerin, şirketlerin günlük çıkarların hesabıyla hareket eden matbuatlar var. Bugün Amerikan çıkarlarının savaşı olacak Irak Savaşı’nın borazanlığını yapmak amacıyla satın alınan mahfiller, gün geliyor cepleri Batı tarafından doldurulduğunda AB’yi cennet olarak tarif etmeye başlıyorlar. Milliyetçilik, millet, devlet, vatan da neymiş diyerek bayraklarla alay ediyorlar.

Bayrakla Alay Edenler Flamalarla Kundaklanıyor

– Ama uluslararası kan emici tröstlerin flamalarını en mahrem yerlerine diktiriyorlar…

– Tabii, onların zehirlerini topluma akıtıyorlar. Ve toplumu istenilen yere kanalize ediyorlar. Şu anda toplumun bilinci kilitlenmiş durumda. İşte tehlikenin büyüğü burada. 1919 yılında Kuva-yı Milliye Ruhu Türkiye’nin her yanını sarmıştı. 1919’un kahramanları şu anda alay mevzuu ediliyor. Benim korkum şu, birkaç gün önce komplolar sonucu Kıbrıs’ta yaşanan alçakça mitinglerin yakında Türkiye’de tertipleneceği. Ve olacaktır da bu. Hasılı şunu söylüyorum; Türkiye, keşke 1919’da olduğu gibi kaba bir düşman saldırısına maruz kalsaydı, kaba düşman itici bir düşmandır.

En azından hedefini belli eder, merttir…

– Mert veya değil kaba… Şok bir tesir yapar. Ve kendimize geliriz. Şu anda Türkiye, namusunu satarak yaşamaya çalışan müptezel insanlara benziyor. Türkiye neyi sattığının farkında değil. Acilen, fedakar ve şuurlu insanların örgütleyeceği yeni bir Kuva-yı Milliye Ruhu’nu tüm Türkiye’de diriltmemiz lazım. Zira, Anadolu coğrafyası çok tehlikeli bir coğrafyadır, asla zayıflık kabul etmez. Bu coğrafyada zayıf, dirayetsiz bir devletin ayakta kalmasına asla izin yoktur. Bakın, Fransa bin 500 yıldan beri aynı Fransa’dır, İngiltere aynı İngiltere’dir. Ama Anadolu coğrafyasına şöyle bir bakın sadece milattan bu yana eski Frigler’i, Hititler’i, İyonlar’ı, bu topraklardan gelip geçen İskenderleri düşünün, dört cihan impatorluğunu, Büyük Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nu düşünün, bunlar sadece bakışlarıyla bile dünyayı sarsarken ne kaldı geriye? Bugün, ayaklarının üstüne durmak için IMF’ten, AB’den para dilenen, mahrem teknolojilerini (tanklarını, F4-F5 uçaklarını) İsrail’de modernize ettiren, endüstrisi olmayan, tarımı baltalanan, ancak dünyadaki siyasi dengelerden bir yere yaslanarak ayakta durmaya çalışan, devletiyle milleti arasında güven yerine güvensizlik ihsas eden politikaların hakim olduğu, devletin milleti potansiyel düşman, milletin de devleti kutsallarıyla uğraşan zalim bir düşman olarak gördüğü bir durumda, Türkiye batağa saplanmış bir vaziyettedir. Bu derece güçlü imparatorlukları yutmuş Anadolu, böyle yaşamaya çalışan Türkiye’yi adeta yalamadan yutar. Türkiye’nin yutulması demek Orta Asya’nın, bin yıldır müdafaa edip, bayraktarlığını yaptığı Müslüman âleminin de yutulması demektir.

Türkiye’yi bu hale düşürecek olanlar bu milleti Avrupa’nın alt kimliği olarak, “jandarması, lejyoneri, muhbiri, ajanı” olarak kullanmayı hedeflemektedir. Bu milletin evlatları Avrupa’nın paralı askerleri olarak savaşacaklar. Anzak askerleri gibi emperyalist çıkarlar uğruna masum milletlerin kanına girecek tetikçiler olacaktır. Ve bir zaman sonra kızgın kumun üstüne serpilmiş bir kova su gibi buharlaşacaktır. Bir tek örnek bile yeter; Kuızey’den gelen eski amca çocukları Hunlar, Avarlar, Bulgar Türkleri’nden geriye ne kaldı?..

Topyekûn Kuva-yı Milliye Ruhu

– Hakeza, İsrail’deki “Eşkenazi” denilen Yahudilerin, kim bir zamanlar Hazar Türkü olduklarını iddia edebilir ki? Aslından kesilen süt gibi dünyanın başına zehir oldular.

– Evet, aynı akıbete uğrarlar. Avrupa Birliğî’nin bir kuşak sonrasını düşünün. O yüzden yeniden çok şuurlu bir Kuva-yı Milliye Ruhu’na, halkını potansiyel bir düşman olarak görmeyen onun kutsallarıyla oynamayan, onlara saygı gösteren bir devlet anlayışıyla, milli birikimli, çok birikimli, çok kapasiteli, omurgalı bir teşkilatlanmaya sahip bir milli entelijansiyaya ihtiyacımız var. Beş paralık parti jargonlarıyla değil gerçek milliyetçiliği kendisine şiar edinmiş entelektüel hareketlere ihtiyacımız var. Unutmayalım bu üzerinde yaşadığımız toprakları da Kuva-yı Milliye hareketiyle kurtardık. Türkiye, bu durumdan daha fazla küçülemez ve milletin meclisinde kanla yazılmış olan “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” sözünü tatbik etmesi gerekenlerin, bunu yapmadıkları takdirde kendi meşruiyetlerini kendi elleriyle yok edeceklerini bir Türk aydını olarak ifade etmek.

Durmuş HOCAOĞLU

Deli Gömleği

“Akıl susmuş ve mefhumlar cehennem! Bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları. İdeolojiler yol gösteren birer harita değil, idrâke giydirilen deli gömlekleri. Aydın dilini yutmuş; namlular konuşuyor. Bir kıyametin arifesinde miyiz acaba? Dünyayı Şeytan mı yönetiyor? Düzeni büyücüler mi bozdu? Bu kördüğümü çözecek İskender nerede?”

Cemil Meriç

Anadolu Mayası


Anadolu mayası’ kavramlaştırması ile neyi kastediyorsunuz?
İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini
bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya, esastır, özdür. Mayasını, aslını esasını bilen, gönlüne
gelen, gönlüne çalınan kelamı bilen kendini bilir. Kendini bilmenin insan olmanın esası mayadır.
Anadolu maya demek öz demek. Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile
kastedilen Anadol u’ya Türkistan’dan gelen kelam’dır.

Bu kelam Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır. Bu kelam olmadan
beşerden insan olarak bahsedemeyiz. Anadolu’nun esası özü bu mayadır. Mayadır ne yapar.
Nasıl yoğurt yaparız. Mesela yoğurdun bir mayası vardır. Sütü uygun koşullarda ısıtır ve maya
çalarız. Maya çalındığı şeyi, sütü dönüştürür neye, yoğurda dönüştürür. Yani çalınan şeyin
kimliğini değiştirir. Kimlik nasıl değişir. Özünü değiştirir. Özünü değiştirmek yoluyla değiştirdiği
şeye birlik verir. O birlik itibariyle mayalanmış şey, dönüşmüş bir şeydir. Esası özü de o
dönüşmüş şeyin ona çalınan mayadır.

Kültür ile maya arasındaki fark nedir?
Mesela yoğurt mayalamakla, ıspanak ekmek arasında bir ayrım yaparak anlatabiliriz. Ziraat,
tarla kültürüdür. Kültürel örnek vermek istersek bunun güzel örneklerinden birisi ziraattir.
Tarlaya mesela ıspanak tohumu ekeriz. Uygun koşullarda bu tohumlar yeşerir, ıspanak olur.
Ispanakları devşiririz. Devşirmediklerimiz, tohumlarını verir. Vakti zamanı gelince de bunlar ölür
veya tarladan söker alırız. Bu süreç bir kültür sürecidir. Bu süreç itibariyle bir kimlik değişmesi
ortaya çıkmaz. Tarla tarla olarak kalır. Ispanağın tarlada yetişmesi yetiştiği ortamı dönüştürmez.
Ona yeni bir kimlik vermez. Kültürü kabaca ifade edersek, esasa, öze dair bir kimlik oluşturmaz.

Halbuki maya öyle değildir. Süte yoğurt mayası çaldığımızda ve tuttuğunda yoğurt olarak
dönüşmüştür artık geriye süt kalmaz. Sütün kimliği değişmiştir. Başka bir şey olmuştur. Maya bu
itibarla çalındığı şeyi dönüştürür. Ama nasıl dönüştürür? Farklı farklı şeyler olarak değil, birlik
vererek. Mesela inek sütünü, keçi sütünü karıştırıp mayalarsak ortaya çıkan yoğurt keçi, inek,
koyun yoğurdu değildir. Bir tek yoğurttur. Birliği de bu şekilde düşünebiliriz. Ama kültürde bu
manada bir birlik düşünemeyiz. Kültür daha ziyade dışsal koşullarla alakalıdır. Dışsal
değişimlerle alakalıdır. Maya içle alakalıdır. Asıl maya ile kültür arasındaki asli fark da budur.
Mayanın içe mahsus olması, kültürün dışa mahsus olması. Bu bakımdan Greko-Latin-Kilise
dediğimiz diyarın esası dışa mahsustur. Anadolu’nun esası ise içe mahsustur.


Cümle varlığın birliği ve beraberliğidir Anadolu mayasının esası? Değil mi?
Çünkü Anadolu mayasının esası Türkistan’dan gelen kelamdır. Kelam söz değildir. Önce bu
ayrımı dikkatli bir şekilde yapmamız gerekiyor. Söz, konuştuğumuz dile, lisana mahsustur.
Fikirdir, düşünceye mahsustur. Düşünceye bağlıdır. Halbuki kelam gönle mahsustur. Gönül
işidir. Mahalli gönüldür. Gönülde gelir, gönüle iner. Fikrin, düşüncenin, sözün, dilin mahalli
zihindir. Buradaki ayrım gönül ve zihin ayrımı olmuş oluyor.

Kelam ve söz ayrımı önemlidir. Kelam ve söz ayrımını anlamadan mayanın ne olduğunu
anlayamayız. Ne olduğunu anlamadan da insanın ne olduğunu bilemeyiz. Bu bakımdan ayrımı
dikkatle yapmamız gerekiyor. Demin onu söyledim. Söz dile mahsustur, düşünceye mahsustur,
kelam gönüle mahsustur. Ancak bizim anladığımız manada dilsel unsur değildir kelam. Kelam
cevherdir de diyebiliriz ama bunu dikkatli şekilde açmamız gerekir. Bu da çetin bir meseledir.

Anadolu’yu mayalayan ‘kelam’ın kaynağının Türkistan olduğunu söylüyorsunuz…
Kelam, Anadolu’ya mahsustur. Kelamın, Anadolu mayasının kaynağı Türkistan’dır.
Türkistan’da Yesi’de yetişmiş, büyümüş bir yüce insana mahsustur. Bu kelamın kaynağı kadim
demde hatem olan kelamdır. Yani ilk demde son olan kelamdır. Bu itibarla araya başka bir
safha koyamayız. Kelamdan bu şekilde bahsetmez isek, kelamı esas, asıl, öz, cevher olarak
düşünemeyiz. Dolayısıyla kadim demde hatem olan kelam, kadim demde hatem olana
mahsustur. Ona aittir. Ona gelmiştir ve söz olarak o söylemiştir. Bu itibarla esası bakımından
herhangi bir sosyolojik unsura da tabi değildir. Kelamın sosyolojik hiçbir yanı yoktur. Kelamı biz
beşeriyetin herhangi bir safhasına bağlamak istersek, kelamın esasına uymayan şeyler
söylemiş oluruz. Kelam zamana tabi değildir. Aksine zamanın tamamını kuşatır. Yani diyemeyiz
ki kelam şu tarihte geldi. O tarihte söylenen kelamın sözüdür. Tarihe bağlı olan kelam ile alakalı
sözdür. Onu kadim demde hatem olan söz olarak telaffuz etmiştir. Söz olarak telaffuz etmesi de
sadece ona mahsustur. Bu sebeple, kelamın sözünü, kelamın sahibinin telaffuz ettiği tarihe
bağlayabiliriz. Ama kelam zamana bağlanamaz. Bu bakımdan da kelamdan kadim demde
hatem olan kelam diye bahsederiz. Ne önceki bulunur ne sonrası bulunur. Bu şekilde de
söyleyebiliriz. Bu bakımdan beşerin düşünmek ve söylemek yoluyla idrakinin ötesindedir kelam.
Çünkü beşerin sözü ve söylemi zamana tabidir. Zamanın kaydı altında şekillenir. Oysa kelamı
bu manada bir kaydın altına alamayız. Alır isek o zaman kelam olmaktan çıkartırız. Tabi bunun
çok sıklıkla yapıldığını ve Aristoteles’in etkisinde yüzyıllar boyunca, demin anlattığım manada
kelama büyük zararlar verildiğini görüyoruz. Ayrıntılı olarak da açabiliriz, anlatabiliriz. Bu
bakımdan söz zamanın kaydı altındadır. Düşünceye ve idrake bağlıdır. Kelam bunların hiçbirinin
kaydı altında değildir. Ve sadece sahibine mahsustur. Kelamın sözünü kelamın mahalli söyler.
Kelam kime gelmiş ise eksiksiz olarak o sözü teşkil eden söze, dile döken kelamın mahallidir bu
anlamda.

Mahal ile yer farklıdır. Yer, herhangi bir şeye mahsus değildir. Bir yerde sandalye vardır,
sandalyeyi oradan alırsınız oraya bir masa yerleştirirsiniz. Dolayısıyla yer yerleştirilene tabi bir
şey olarak düşünülemez. Halbuki mahal, kelama tabidir. Yani kelamın indiği yere bir başka şey
yerleştiremezsiniz. Sadece kelama mahsustur. Onu oradan aldım, yerine bunu koydum
diyemezsiniz. Bunun da anlamı şudur. Kadim ve hatem olan sahibidir kelamın, anlamı budur.

Batı dediğimiz şeyin esası iki dildir : Biri Grekçedir, öbürü Grekçedeki kavramların geliştirilmesi
ve genişletilmesi sonucunda oluşturulan Latincedir. Bu iki dilde konuşanların, yazanların,
düşünenlerin, söyleyenlerin ürünlerinin kiliseyle çerçevelenmesi, kiliseyle zarflanması ki buna
Greko-Latin-Kilise diyarı demekteyiz. Bu diyarın esası fikriyattır. Sözdür. Bu diyarda kelam
bulunmaz. Halbuki Anadolu’nun esası mayadır yani kelamdır. Yani Greko-Latin-kilise
diyarındaki, bol bol düşünür, bol bol konuşur yazar, çizer ama özü yoktur. Anadolu’da
mayalanan konuşursa çok az konuşur, söylerse çok az söyler. Çoğu defa hiç söylemez. Ama
özü vardır. Aradaki fark bu şekilde anlatılabilir.


Batı insanı ile Anadolu insanını kıyaslar mısınız?
Batıda insan yoktur. İnsan olmak için özünü kelam kılmak gerekir. Kelamdan doğmak
gerekir. Ana hatlarıyla söylersek iki doğuş düşünebiliriz. Birisi biyolojik doğuştur ana babadan doğuş.
Öbürü de maya itibariyle söylersek asli doğuştur, kelamdan doğmaktır yani insan olmaktır.
Kelamdan doğmayan Anadolu anlamında insan olamaz. Yani eli vardır, ayağı vardır kaşı gözü
vardır ama bu öz itibariyle insan olmak demek değildir. Öz itibariyle insan olmak demek özünü
kelama bağlamak demektir. Kelamdan doğmak demektir. Batıda bu anlamda ne öz vardır,
batıdan kastettiğim tekrar söyleyeyim Greko-Latin-Kilise diyarında ne bu anlamda öz vardır ne
de Anadolu’daki anlamında insan vardır. İnsan Anadolu’ya mahsustur. İnsan olmanın esası kelam ile mayalanmaktır. Bu Anadolu’dadır. Benzeri başka hiçbir diyarda bulunmaz. Anadolu’ya mahsus bir iştir.

Nasrettin Hoca’nın göle maya çalmasının anlamı nedir?
Nasrettin Hoca kelam ile Anadolu’yu mayalayanlardandır ama anlayabilene, ama
mayalanabilene. Hem güleriz hem mayalanırız. Yani Nasrettin Hoca’nın sözünü gönlüne maya
edebilen elbette ki Anadolu’da mayalanır. Hoca’nın işi de budur.

Nasrettin Hoca düşünce ile gönül arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Anadolu gönül
üzerinden yürür. Nasrettin Hoca’nın yaptığı gündelik hayatın içinden gelen manzaralar yoluyla
kelama mahsus hakikati anlatmaktadır. Güldürmek tarafından. Ağlatmak yoluyla da olur.
Merkebe niye ters biner. Gösterir. Görün bakın der. Merkep sizin düşüncenize benzer. Siz
düşündüğünüzde aynen merkebe ters binmiş biri gibi gidersiniz önünüzü görmezsiniz sadece
katettiğiniz yolu görürsünüz, etrafı göremezsiniz. Düşünce böyle çalışır ama gönül başka türlü
çalışır. Gönlün esası farklıdır. Düşüncenin esası farklıdır. Gönül söze gelmez. Düşünceye
kapalıdır. Yani düşünmek yoluyla, dil yoluyla analitik olarak gönlü açamazsınız. Eğer bunu
açmak mümkün olsaydı, Greko-Latin-Kilise diyarının düşünürleri, mütefekkirleri Anadolu’ya
gönül ehli olurlardı. Oysa bu manada hiçbir mütefekkir Anadolu’ya gönül ehli değildir. Çünkü
düşünmek yoluyla, analiz yoluyla, rasyonalite yoluyla hakikati çerçeveleyemezsiniz. Kelamı
kuşatamazsınız, zaptedemezsiniz o anlamda.


Dil nedir?
Teologyanın Esasları kitabımda anlattım dilin ne olduğunu. Dilin ne olduğunu dile bakarak
açamazsınız. Dilin ne olduğunu anlayabilmek için nazariyata bakmak gerekir. Nazariyat nedir
sorusunun cevabını aramak gerekir. Dil bu itibarla bakacak olursak nazariyattan düşenin
seyretmek aracıdır. Dil bir seyretme işidir, manzara seyretme işidir.

Türkçe şunun için önemlidir. Türkçe kimliğimizin omurgasıdır. Sebebi, Türkistan’dan gelen
kelam Türkçe gelmiştir. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Türkistan’dan
Türkçe gelen kelam, kadim demde hatem olan kelamın Türkçe’ye tercümesi, tefsiri meali olarak
düşünülemez. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kelamın gönlünde açıldığı yüce insana
mahsustur. Kadim demde hatem olan kelamdır ve Türkçe olarak açılmıştır. Bu tefsir değildir,
tercüme değildir, meal değildir. Ve bu açıdan da Anadolu kimliğinin esasıdır. Anadolu kimliğinin
omurgasının Türkçe olması etnografik bir düşünce şekli olarak düşünülemez.

Kelamın etnografyayla hiçbir alakası yoktur. Irkla, cinsle hiçbir alakası yoktur. Kelam geneldir. Umuma
mahsustur. Herhangi bir ayrım gözeterek kelam inmemiştir. Ancak açılışı Türkçe’dir. Bu kelamı
Anadolu’da Türkçe ifade edenler doğup yaşamışlardır. Bu kelamın Türkçe olarak açılmış
olması, tercüme yoluyla asla ve esasa bağlanabilecek bir husus da değildir. Bunu rasyonel
olarak, analitik olarak, bir dil analizi yaparak çözümleme yaparak aslına geri götüremezsiniz.

Bir yapı nasıl esere dönüşür?
Yapıyla kastettiğimiz herhangi bir manada malzemenin birbirine bağlanmasıdır. Bir bireşim
içerisinde ürüne dönüştürülmesidir. Bu manada; bir evden, bir besteden, bir edebi metinden, bir
matematik teoreminden bir mantık teorisinden birer yapı olarak söz edebiliriz. Kastettiğimiz ise
insandan gelen izdir. Dolayısıyla soru şunu sormaktadır. Bağlanmış malzeme ile insandan
gelen arasındaki fark nedir? İnsandan gelen iz ile kastedilen gönüle mahsus olandır. Yani kelam
ile, maya ile, öz ile alakalı olandır. Siz bir malzemeyi diyelim, taşı, tuğlayı, demiri statik hesaplar
yaparak doğru bir şekilde yapıya dönüştürebilirsiniz. Bu yapının kendi parçaları itibariyle
tanımlanan, içi vardır, dışı vardır. Kendi parçaları itibariyle zemini vardır. Duvarları vardır ancak
yapının doğru, kurallara uygun şekilde yapılmış olması bunun eser olması anlamına gelmez.
Mesela gotik mimariyi düşünelim. Gotik mimaride unsurlar malzeme olarak ustaca birbirine
bağlanmıştır ve bir bütünlük tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bir yapıdır ama ortaya çıkanın bir eser
olabilmesi için- demin söylediğimiz- iç-dış ayrımının giderilmiş olması gerekir. Esere
dönüşebilmesi için yapının aşılması gerekir. Yapının aşılması demek, yapı üzerinden yapıyı
kuranın gönlüne temas edilmesi demektir. Mimar Sinan’ın bir eserini seyrederken siz Mimar
Sinan ile birlikte olduğunuzu hissederseniz. O yapının ne içi, ne dışı kalır ortada, taş da kalmaz
ortaya bir eser çıkar. Yani ustanın gönlünden gelen iz çıkar. Bu tarzda bir ayrım
Greko-Latin-Kilise diyarına mahsus estetik kuramlarında bulamayız. Çünkü o diyara mahsus
estetik kuramlarının esası özetle söylersek subjektif hissiyattır. Yani sizde uyandırdığı beğeni
duygusudur. Sizde ne ölçüde duygulara yol açtığıdır. Halbuki eserin bu manada duyguyla bir
alakası yoktur. Eser bir görüştür. O izin görüşüdür.

Kelamın olmadığı yerde eser olmaz. Eser, insanın olduğu yerde vardır. İnsan kelamın olduğu
yerde vardır. Her ne yerdir ki orada kelam yoktur, orada insan da yoktur. İnsanın olmadığı yerde
usta da yoktur, ustanın olmadığı yerde gönülden gelen iz olarak düşündüğümüz eser de
bulunmaz. O sebeple Batıda yani Greko-Latin-Kilise diyarında seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz bu
manada eser değildir. Yani şu vardır Batıdaki yapı kurallarına uygun yapılmıştır. Yani
müzikolojinin kurallarına, harmoninin kurallarına, mimarinin, estetik anlayışın, simetri kurallarına
uygun bir şekilde inşa yapılır. Ancak bunların hiçbirisi yapıyı esere dönüştürmez. Yapının
düzgün, doğru, sağlam bir yapı olmasını temin eder. Ama bunların hiçbirisi eser için yeter şart
değildir. Bir yapının eser olabilmesi demin dediğim şartlara bağlıdır.
Kelamın olmadığı yerde insan olmaz, insanın olmadığı yerde usta olmaz, ustanın
olmadığı yerde de eser olmaz.

Eser Anadolu’ya mahsustur. Greko-Latin-Kilise diyarında eser yoktur. Düzgün yapılar
vardır ama o düzgün yapılar kastettiğimiz manada eser değildir.

Mimar Sinan’ın bu kadar muhteşem eserler yapmasının sebebi nedir? Mimar Sinan Anadolu’da
mayalanmıştır. Mimar Sinan bir insandır. Mayası olan, kelamdan gelen bir insandır. Ve büyük
bir ustadır. Bu iki özellik yoluyla eser ortaya koymuştur. Eser ortaya kaymak, bir yapıyı kurallara
uygun şekilde inşa etmek demek değildir. Siz bir yapı inşa edebilirsiniz. Düzgün bir yapı olarak
ortaya koyarsınız. Bu matematikte bir teorem olabilir, mantıkta bir teori olabilir. Bir ikametgah,
bir ibadethane, bir şiir olabilir. Bağlamak birlik vermek değildir. Esere dönüşenin birliği vardır.
Birliğin kaynağı da kelamdır. Kelam olmadan yapıya, yani bağlanmış malzemeye birlik vermek
mümkün değildir. Birliğin kaynağı o yapıyı kuran ustanın kelam ile olan alakasıdır. Burada
subjektif duyguların falan hiçbir etkisi yoktur. Ne zaman ki o birliği verir ve o çokluk tekliğe
indirgenir ve siz o teklik içinde farkları kaldırırsınız ortada ne iç kalır, ne dış kalır Mesela Mimar
Sinan’ın Şemsi Paşa Camiinde ne iç vardır ne dış vardır. Ne deniz vardır, ne kara vardır.
Hepsiyle bir bütündür. Bir birliktir. Baktığınızda her şeyiyle bir tek görürsünüz. Şemsi Paşa’yı
çeker ordan alırsanız Üsküdar’ı bitirirsiniz. Yani sanki yaratılıştan o orda imiştir. Eser odur. Ama
yapı, yapı öyle değildir.


Tefsir nedir?
8., 9. yüzyıldan itibaren başlayan bir fikri faaliyet alanı değildir. En az birkaç bin yıllık geçmişi
vardır. Bu itibarla bir diyara mahsusen tefsiri düşünemeyiz. İkincisi belli bir zamana mahsus
olarak düşünemeyiz. Ama tefsirden bahsettiğimizde kastedilen düşünceye bağlı bir açma
faaliyetidir. Anadolu mayasında anlattığım şekliyle, özetle birkaç cümleyle söyleyecek olursam
tefsir, yerden mahalle giden yolu düşünce esasında arama faaliyetidir. Yani sözün mekanından
kelamın mekanına düşünmek yoluyla bir geçiş aramaktır. Böyle bir geçiş imkanı maalesef
bulunmaz. Eğer bulunsaydı o zaman kelama gerek kalmazdı. O zaman Greko-Latin-Kilise
diyarının mütefekkirleri Anadolu’ya kelam ehli olurdu. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu
ilahiyatçılara çok kötü dokunuyor ama ne yapayım. Yani tefsirin esası özü budur. Yer ile mahal
arasındaki farkı düşünce yoluyla gidermek faaliyetidir. Bu çok genel bir ifade şeklidir. Yani hem
Greko-Latin-Kilise diyarındaki felsefe fikriyatı kuşatır, hem kabalayı kuşatır, hem daha sonraki
dini metinleri ve teolojiyi kuşatır. Özü budur tefsirin.
Anadolunun mayalanması Anadolu’da yaşamış kavimlere ait kültürlerin antropolojik sentezi
olamaz.
Kelam ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelam. Ve her daim bizatihi
kendisidir. Her daim bizatihi kendisi olan ve zamanın kaydı altına girmeyen hiç bir şekilde bir
başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur. O
doğduğu şekliyledir. O doğduğu ahvalindedir ve hep öyle kalır. Yani, sabittir, tek bir şeydir.
Kendisiyle hep aynıdır. Bu itibarla Anadolu’dan birçok kavimler geçmiştir binlerce yıl boyunca.
Bu binlerce yılın geriye bıraktıkları vardır. Bu geriye bırakılanlar sentezlenmiştir. Terkibe
girmiştir. Genişlemesine yol açmıştır Anadolu’daki kavimlerin. Sonra gelen önce gelenden bazı
şeyleri miras olarak almıştır. Ama bu miras olarak alınanların hiçbiri kelam değildir. Senteze tabi
olan, zamana tabi olan değişmeye, dönüşmeye tabi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır.
Kelam kültür değildir. Aksi takdirde kelamın inmesinden önceye mahsusen kelamın izini
bulabilmemiz gerekirdi. Böyle bir izin bulunmasından bahsedemeyiz. Dolayısıyla bir an vardır. O
iniş anıdır. O geliş anıdır. Doğuş anıdır ve onun ne öncesi o anda kayıtlıdır ve mevcuttur ne de
o an doğan önceden bir şey almıştır. Farklı bir yerden gelmiştir. Böyle söyleyelim, teşbih olsun
diye.
Endülüs mayasının uğradığı kırımla, Anadolu mayasının karşılaştığı yok olma, yok edilme
tehlikesi aynı mıdır?

Aynıdır tabi. Endülüs’te bir maya var idi. Ve modernitenin başlatılması, Endülüs mayasının o
topraklardan çıkartılmasına bağlanmıştır. Ve o mayayı ayakta tutanlara bir kırım uygulanmıştır.
Ve o Kırım’ı uygulayanlar Greko-Latin-Kilise diyarıdır. Aynı kırımı Anadolu’ya da uygulamak
istiyorlar. Çünkü Greko-Latin-Kilise diyarının bekası Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok
edilmesine bağlıdır. Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Kendi haliyle kendi
ahvaline göre. Anadolu mayası yok edilirse Greko-Latin-Kilise diyarı sökülüp atılmış olduğu bu
coğrafyaya yeniden gelecektir. Papa bunun için gelmiştir. Burası benim diyarım demek için
gelmiştir Anadolu’ya. Ve ne yazık ki, Papanın yanında konuşanlar ve Anadolu’yu temsil etmek
durumunda olanlar gereken şeylerin asgarisini dahi söyleyememişlerdir. Papa sadece onun için
gelmiştir. Anadolu kilisenin yeşertildiği coğrafyadır. Türklerin öncesinde. Onun için söylemiş ima
etmiştir kendisi de. Burası benim ikinci vatanım demiştir. İnşallah bunları muhakkak idrak
edenler, görenler vardır ve buna göre davranacaklardır. Arabistan’daki Vahabiler Anadolu’da da
damar sürmüştür. Vahabiliğin esasıyla kilisenin esası aynıdır. Esas iktidardır. Başka hiçbir esas
yoktur. Ve bu iktidar esasında ele geçirmektir. Hükümran olmaktır. Tabi Vahabiyle kastettiğimiz
teoloji açısından söyleyecek olursak geniş anlamda Sodom ve Gomore’yi kastederiz.


Kadim demde hatem olan kelamın söze döküldüğü ki, o zamanın kaydı altındadır. Tarih
öncesinde Arabistan’da yaşamış olup da dökülen sözün şartlarına dış kabuk esasında uyup,
ama sözü dökülüş öncesi itibariyle kendi esaslarını muhafaza edenlerdir Vahabiler. Dolayısıyla
davranış ve kabuk bakımından siz zannedersiniz ki söze dökülen kelamın gereğini esasını
yerine getirirler. Bu böyle değildir.

Modernleşme mayayı ne ölçüde etkilemiştir?
Batılılaşma, modernleşme mayayı hiçbir şekilde etkilememiştir. Nasıl etkilesin ki. Batılılaşma,
modernleşme zemini esası fikriyat olan, söz olan kültür olan bir faaliyetten ibarettir. Değişkendir.
Kılık değiştirir. Ancak, kelam öyle değildir. Kelam etkilenmez. Ama terk eder gider. Onun için
dikkat etmek gerekiyor. Anadolu’yu terk etmesin diye.
Kitabın sonunda bundan kısmen bahsettim. Eğer sözü ağırlıklı hale getirirsek, fikriyatı ağırlıklı
hale getirirsek kendi öz kimliğimizi, kendi esasımızı, kendi öz mayamızı açamaz isek, bilemez
isek, birliğimizi bozar isek o zaman kelam bu coğrafyada durmaz, buradan gider. Ama kelamın
etkilenmesini düşünemeyiz. Mesela batı yani Grek-Latin-Kilise diyarına mahsur düşünürlerden
Kant diyelim Schopenhauer’i etkilemiştir. Schpenhauer Kant’ı okuyarak, Kant’ı hareket noktası
alarak yeni bir fikriyat geliştirmiştir. Bu fikriyatın bir kısmı Kant’ın söylediklerine uygundur, bir
kısmı ise Kant’ın fikriyatının reddedilmesine dayanır. Dolayısıyla Schaupenhauer üzerinde
Kant’ın etkisinden bahsedebiliriz. Benzer olarak Schopenhauer’ın daha sonraki yıllarda,
günümüze daha yakın dönemlerdeki düşünürler üzerindeki etkilerden de sözedebiliriz. Fikriyat
ve kültür etkileşme içerisinde ilerler ve devam eder. Ancak kelamdan, kelamın etkilenmesi
demek, kelamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi demektir. Böyle bir şey mümkün değildir. Esas
itibariyle mümkün değildir. Kelama temas edemezsiniz ki onu değiştirebilesiniz. Etkilediğiniz ve
değiştirdiğinizi zannedebileceğiniz şey ancak kelamın belli bir kültür içerisindeki tezahürüne
mahsus unsurlardır. Bizatihi kelamın kendisi değildir. Kelamdan hiçbir şey çıkartamazsınız,
nokta dahi ekleyemezsiniz. Öyledir, o kadardır, sabittir, zamanın kaydı altında değildir. Ve
sadece inene mahsustur. Fikir konuşanlara mahsustur. Aktarabilirsiniz. Ama bu manada kelamı
bir fikir olarak aktaramazsınız. Düşünerek fikir oluştururusunuz. O fikri savunursunuz. Bazıları
kabul eder, bazıları etmez, bazıları kısmen kabul eder ama düşünerek kelam oluşturamazsınız.
Düşünmek yoluyla dolayısıyla dil esasında kelam tesis edemezsiniz. Kelamın sözü vardır.
Kelamın sözünü sadece kelamın sahibi söyler. Ve sadece ve sadece o sözü dinleriz veya
okuruz. Ama ona ne bir şey katabiliriz ne ondan bir şey eksiltebiliriz. Ne de onun üzerinde bir
muhakemede bulunabiliriz. Çünkü kelamın sözü üzerinde muhakemede bulunmak demek bir
şekilde o söze katmak, eklemek demektir. Halbuki kelamın sözüne katmak eklemek yapabilecek
olan kelamın sahibidir. Dolayısıyla neresinden bakarsak bakalım kelam etkilenmez. Kelam
etkiye tabi bir şey değildir. Fikir etkilenir. Düşünce etkilenir,. Ama kelam mahiyeti itibariyle
etkilenecek bir şey değildir.

Kelamın olmadığı yerde insan da olmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz.
Dolayısıyla bir Batı medeniyetinden söz edemeyiz. Bunlar hep afaki, hayali fikirlerdir Batı
medeniyeti diye. Medeniyet insana mahsustur. İnsanın olduğu coğrafyaya mahsustur. Bu
manada batıda insan bahsetme imkanımız bulunmaz. Kimin insanından bahsedeceğiz.
Kilisenin insanından mı? Kilisenin insanı mı vardır? Dante’nin insanı mı vardır? Niçe’nin
insanı mı vardır? Batı insansızdır. Bizim anladığımız manada insan teşkil olunamamıştır.
Yığın vardır. Batının bireyi yığınsaldır. Yığının bir unsurudur. Halbuki Anadolu’nun bireyi
ferttir. Ferdi bireydir. Sebep, Grek-Latin-Kilise diyarındaki bireyin dayanağı yığının
esaslarıdır. Yani kilisedir. Anadolu’daki ferdi bireyin dayanağı Türkistan’dan gelen
kelamdır. Yani bizatihi kendi özüdür, kendi esasıdır. Yığına dayanılarak ferdi birey
olunmaz. Ferdi birey olunmadan insan olunmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet
olmaz. Medeniyet Anadolu’ya mahsustur. Teknoloji ile medeniyeti karıştırmamak gerekir.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesinin yolu nedir?
Kelamdan doğan insan ne kendisine acı verir ne de başkasına. İnsan olan için cümle yaratılmış
birdir. Kurdun, kuşun, böceğin, otun, çöpün ötekiler bir, ayrı gayrı söz konusu değildir ama insan
olan için. Biyolojik olarak doğarak insan olunmaz. İnsan olmak için Anadolu’da Türkistan’dan
gelen kelamdan doğmak gerekir. Türkistan’dan gelen kelamdan doğarsanız Anadolu’ya insan
olursunuz, Anadolu’da mayalanırsınız o vakit cümle varlığın birliği nedir o yolla anlarsınız. Ama
bu düşünerek, analiz yapılarak, muhakemeye tabi kılınarak anlaşılacak bir şey değildir. Olsaydı
Batıda görürdük Greg-Latin-Kilise diyarında görürdük böyle bir şey söz konusu değildir.


Medeniyet içindeki kriz nedir? Bundan çıkmanın yolları nelerdir?
Anadolu mayası bir krizle karşı karşıya değildir. Kelamın krizi olmaz. Kriz topluma mahsustur.
Bireye mahsustur. Bu krizin esası da kimliğin doğru şekilde açılamamasıdır. Anadolu Türk
Kimliğinin esaslarının ortaya konamamasıdır ve Anadoludaki bireyin Grek-Latin-Kilise diyarına
teba yapılmak istenmesidir. Toplumun krizi buradan kaynaklanmaktadır. Bu krizi aşmanın yolu
da okumaktır, çalışmaktır, dil öğrenmektir. Esaretten kurtulmaktır. Bireysel özgürlüğü
kazanmaktır. Doğru düzgün düşünmeyi öğrenmektir. Alınteri dökmektir. Ama teba olmak
değildir. Grek-Latin Kilise diyarının tebası değiliz. Eğer o yöne saparsak kelam Anadolu’dan
gider, o zaman Anadolu yok olur. Anadoluyu Anadolu yapan Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu
kelamın burada kalması da mayalanmaya bağlıdır. Kim ki mayalanır o kelamı sağlam tutar.
Mayalanma düşünme, öğrenme, konuşma değildir. Mayadan doğmaktır.

Sadece Batı değil, Arabistan kimliğine dönerseniz de kendi kimliğinizi yok edersiniz. Bu tek
taraflı değildir. Anadolu Türk Kimliğinin esası ne Arabistan kültürüdür ne de Grek-Latin-Kilise
diyarıdır. Kendi özümüzü, kendi mayamızı açabildiğimiz takdirde bunu görürüz. Bunu
gördüğümüzde anlarız ki, ne Arap kültüründe ne Grek-Latin-Kilise diyarında bizim esasımıza
dair herhangi bir şey bulunmaz. Kadim demde hatem olan kelam Arap kültürüne mahsus
değildir. Aksi takdirde kelamın belli bir döneme ait olduğunu söylemiş oluruz. Bunu söylersek
kelamı göndereni inkar etmiş oluruz. Çünkü kelam kainattadır. Ne belli bir zamana ne belli bir
zümreyedir. Sözdeki açılış itibariyle öyleymiş gibi görünür cevher olması cihetinden durum
farklıdır. Zamanın kaydı altına girer o zaman da cevher olmaktan çıkar yani kelam olamaz.
Dolayısıyla kelam olabilmenin şartı, genelidir, umumadır. Hiç bir ayrım gözetmeden. Aksi halde
kelam olmaz.
Arap kültürüyle alakalı değildir Anadolu’daki Türk kimliği, yani Anadolu Mayası (bu herhangi bir
düşmanlık değildir) Çünkü Türkistan’dan gelen kelamın esası birliktir. Varlığın birliğidir
dolayısıyla ayrı gayrı yoktur. Arap dünyasını da Grek-Latin-Kilise diyarını da ayrı gayrı tutmaz.
Grek-Latin-Kilise diyarı kendi varlığının devam edebilmesi için düşmanlık eder. Kelam ile
mayalananın kelamın indiğiyle bir düşmanlığı olabilir mi? Olamaz. Esası birliktir. Ama
Grek-Latin-kilise diyarında kelam bulunmaz. Esası fikriyattır. Kilisedir. Bu itibarla da kendini
dönüştürebilecek olan şeye can düşmanlığı eder. Bu bakımdan bizim Arap kültürüyle de
alakamız bulunmaz özümüz esasımız aslımız Türkistan’dan gelen kelamdır. Anadolu’da neye
baksak o kelamın izini görürüz. Otunda, çöpünde, kuşun ötüşünde, yağmurunda, karların
eriyişinde bu kelamın izi vardır. Batılı gibi olmak komikliktir. Kayboluş ayağa kalkmayış söz
konusudur. Batının esası esarettir. Anadolu mayasının esası özgürlüktür. Bu özgürlük
parlamentoda kanun çıkartılarak tesis edilen bir özgürlük değildir. Birey olmanın şartıdır ve
hakikati, özü bulmakla alakalıdır. Bu ayrım son derece önemlidir. Anadolu Mayasının esası
özgürlüktür, hürriyettir. Anadolu ferdi bireyi hürdür. Grek-Latin-Kilise diyarının en derin
mütefekkiri daha esarettedir.
Aşk olsun Anadolu’daki mayaya
Aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara.
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara
Ve can verenlere ve vereceklere…
Prof.Dr. Yalçın Koç / Sadık Yalsızuçanlar

YA VAR EKSİK YOK TAM İSE?

Eski Türkçede “barmak” bugün VARMAK dediğimiz kelime idi. B harfi Türk hançeresinde zamanla V’ye dönüyordu. Yâni “varış” ile “barış” aynı kökten gelmekteydi. Barışmak da varışmak!.

*

Hele “VARLIK” ile “VARMAK” ilişkisi üzerinde ne kadar durulsa yeridir. “Var oluş”u bir “varma çabası”na bağlasak ne çıkar?

Varlığı felsefe “ontoloji” diye adlandırıyor mâlum. Buradan Türkçedeki hikmete yeni bir ufukla baksak bize kim karışabilir?

“Varma” çabasının öznesi, durup o gayreti bir “noksan tamamlamak” olarak alsa kezâ!..

Bu varlık yolculuğu üzerinde düşünmeye kim müstağnî durabilir?

Varlığı eksikliğe, yokluğu tamlığa teşbih eden ecdâda hâlâ tepeden bakan yeniyetme ulemâya ise acımalı mı, onlardan dinlenip dinlenip kaçmalı mı, herkes kendi karar versin…

*

Ayır nefsini şeytandan, ki sırlar duyasın candan

A’tâlar ere Sultan’dan, yakîne ere gümânın.

Eğer hep varlığın versen, bu varlıktan seni yursan,

Ana yokluk ile varsan, dîdârın göresin anın…

Eşrefoğlu Rûmî Hz. Dîvan,sh.151

Şehâdetin formülünü anlatmış Eşrefoğlu dedemiz… Tabiî o da biliyor ve bildiriyordu ki “şehâdet” illâ muhârebede can vererek olmazdı. Her mü’min aynı zamanda bir şehîd olmalıydı…

Dr.Sait Başer